Abdurrahman Açıkgöz, İngiltere’de Cambridge Camii’nin yapılış sürecini anlatıyor. Yani bizim Çamlıca’daki ‘selahattin’(!) camimizle alakası yok bu haberin!?
Çamlıca Camii tartışmaları esnasında olup bitene anlam vermeye çalışırken, özellikle Dücane Cündioğlu Bey’in “siyaset, düşünce ve sanatın konusu olan alanlarda teenni ve edeple ile yaklaşmalı” ya da “şimdinin (hükümetin), geçmiş ve gelecek (mabed, şehir, devlet) hakkında hoyratça tek başına karar vermemesi gerekir” ifadelerinden hareketle “modern zamanlarda bir şehre böyle bir mabed nasıl yapılmalı” sorusu aklıma takıldı.
Derken bu sorunun bir veçhesine dair bir işareti, uzun zamandır takip ettiğim Abdulhakim Murad isimli İngiltereli âlimin (mütevellisinde kendisinin yanında Yusuf İslam’ın da bulunduğu Müslüman Akademisyenler Vakfı eliyle) liderlik ettiği “Cambridge Yeni Camii” çalışmasında bulabileceğimi farkettim. Bu caminin bir ihtiyaçtan fikre, oradan tasarıma / plana ve nihayet yapıya dönüşmesi sürecini bir zamandır hayretle izliyordum.
Tabii bu örnek ne Cambridge şehrinin çehresini değiştirecek kadar hâkim bir mekâna yapılacak, ne de o derece devasa bir yapı olacak. Çamlıca Camii’nde olduğu gibi bir meydan okuma ihtiyacından da hareket etmiyor. Nihayet cambridge’deki Müslümanların, şehirdeki camileri cuma namazı gibi toplu ibadetlere yetmediği için artan ihtiyacı karşılamak amacıyla yaptırmak istedikleri ama bu arada da şehrin ruhuna aykırı olmayan ve içindeki tesislerle toplumun her kesimine hizmet vermesi beklenen bir yapıdan bahsediyoruz.
Buyurgan bürokrasi akademisyen dedelere karşı!
Yani bu proje esas olarak sivil bir inisiyatif. O bakımdan bizim topraklarımızda bir benzeri aranacak olursa hükümet tarafından buyurgan bir dille gündeme getirilen Çamlıca Camii’nden ziyade, (her ne kadar akademisyenlerden oluşan bir ekip tarafından yürütülüyorsa da) ellerinde yardım makbuzlarıyla dolaşan dedelerimizin yaptırdığı mahalle camilerine yakın durduğu iddia edilebilir. Ne var ki, şehirdeki mevcut mescitler dikkate alındığında yapılması planlanan bu caminin, Cambridge’de İslam’ın görünürlüğünü ciddi bir biçimde artıracağını söyleyebiliriz.
Kimliği belirsiz kişiler tarafından cami hakkında olumsuz kamuoyu oluşturmak için hanelere dağıtılan bir el ilanındaki uyarılar bu temsil gücünün bir göstergesi. Bu tarafıyla içinde bulunduğu şehre dair bir söz söyleyen ve İslam’ı en azından sosyal bir tesis olarak temsil etmesi beklenen bir yapı olması açısından Cambridge Yeni Camii’nin sembolik bir değeri var.
Dücane Bey’in bu tip projelere ilişkin uluslararası bir yarışma açılması ve ırk/dil/din vs ayrımı gözetmeksizin “işin ehline verilmesi” konusundaki önerisi, bir İslam prensibi olarak Cambridge Camii örneğinde dikkate alınmış görünüyor.
Abdulhakim Murad’ın proje hakkında yazdıklarına göre (kendisi akademide ilk ismi olan Timothy Winter’ı kullanmaya devam ediyor), caminin yapımından sorumlu olan vakıf uzun soluklu ve uluslararası bir proje yarışması düzenleyerek katılanlardan “bin kişiye hizmet verebilecek ve İslam’ın kültürel ve manevi varlığını sadece Müslümanlara değil tüm Cambridge sakinlerine duyurabilecek bir cami” önerisi sunmalarını istemiş. Jüri gelen çok sayıda başvuru arasından Marks Barfield Mimarlık ofisi ile Prof. Keith Critchlow’un birlikte tasarladıkları projeyi uygun bulmuş.
Marks Barfield, London Eye isimli turistik eser başta olmak üzere birçok ödüllü yapıda imzası olan yetkin bir mimarlık ofisi. Prof. Crichtlow ise geleneksel Müslüman mimarisi ve geometrisi konusunda otoritesini kanıtlamış bir akademisyen ve sanatçı. Yetkinlikleri hem daha önceki eserleriyle hem de ortaya koydukları proje ile kanıtlanmış olan bu insanların “İslam ailesine” mensup olmamaları jüriyi pek rahatsız etmemiş anlaşılan.
Acaba cami mimarisinde Müslüman olmayanların o ruhu yakalaması gerçekten sanıldığı kadar zor mu? Bu çalışmayı yürüten insanları biraz tanıyanlar, kabul gören projenin birilerine yaranmak adına seçilmediğini rahatlıkla söyleyebilirler. Yani şurası kesin: Yarışmaya katılanlar arasında bu mabedin hakkını daha iyi verebilen bir Müslüman ekip olsaydı işi onlar alacaktı.
Hem insanlara dokunacak hem de çevresiyle iyi geçinecek bir mabed tasarlamak ucuz bir iş olmasa gerek. Zira mimarlık ofisinin sitesindeki habere göre Marks Barfield mimarlarının yönetiminde çalışan proje tasarım ekibinde prof. Critchlow’un (sanatçı) yanında Jacobs (yapısal tasarım), Skelly and Couch (hizmetler), Emma Clark (peyzaj) ve Bidwells (proje yönetimi) gibi her biri konusunda uzman birçok kurum ismi zikrediliyor.
Böyle bir ekibin aylarca çalışıp ortaya koyduğu bu proje, ölçeği ve temsil kabiliyeti bakımından kendisiyle karşılaştırılamayacak düzeyde bulunan muhtemel Çamlıca Camii’nin hakkını verebilmek için nasıl bir insan kaynağına ve ne kadar süreye ihtiyacımız olduğuna dair ufak bir gösterge olabilir mi?
Meseleyi ibret verici kılan yalnızca girişimi başlatan vakfın tercihleri değil, aynı zamanda İngiltere’de yürürlükte olan şehir planlaması mekanizmaları. Cambridge Camii’nin hikâyesini takip ederken beni en çok zorlayan kısım, projenin “kent konseyine” sunulması bölümü olmuştu. Çünkü, yapılarla ilgili kararın kapalı kapılar ardında bazı “imar komisyonları” tarafından verildiği bir memlekette büyümüş birisi için, müstakbel bir camiye ait tüm planların bir web sitesinde yayınlanması ve bölge halkının görüşüne sunulmasını anlamak akıl sınırlarını zorlayan bir tecrübeydi.
Zedelenen aklımla anlayabildiğim kadarıyla, önce proje sahibi tarafından hazırlanan (ışık ve gölge planından çevresel etki raporlarına, şehir trafiğine nasıl etki edeceğinden afet riskine karşı neler düşünüldüğüne kadar analizler içeren) yirmiye yakın rapor ve bir o kadar teknik çizim konseyin ve halkın görüşlerine sunuluyor. Daha sonra o bölgede ikamet kaydı olanlar bu proje hakkındaki değerlendirmelerini aynı web sitesi üzerinden dile getirip bir çeşit “uzun soluklu şehir toplantısı” yapılıyor. Nihayet kent konseyi yetkilileri, bu tartışmaları ve eldeki belgeleri inceledikten sonra gerekçesini sunarak önerilen planların iptal/revize/tasdik edilmesine karar veriyor. Eğer doğru anladıysam bu durum, Avrupa şehirleri ile bizim mazlum İstanbul’umuz arasındaki bazı uçurumları açıklamaya yardımcı olacaktır
“Ne yani, İngiltere’ye mi taşınalım? Yoksa abdestsiz İngiliz mimarlarını çağırıp onlara mı yaptırmamızı öneriyorsun koca ‘selahattin’ camisini?” gibi sorular akla gelebilir.
Gelsin, mühim değil. Mühim olan, İngiltere’de yaşayan din kardeşlerimizin bu mabed hususunda zamanın ruhuna uygun bir yaklaşımı hassasiyetle yürüttüklerini ve komplekssiz bir biçimde nasıl “işi ehline tevdi ettiklerini” hatırlatmış olmak. Zira “…hatırlatmak müminlere fayda verir.”
Acaba insan ile irtibata geçecek mabedler yapmak, “önemli olanı değil, değerli olanı” tercih etmekten mi geçiyor?