Mekânpolitik ve rejimin dönüşümü

Kanuni, eğer mimarlarına Peygamber Efendimiz'in çağındaki gibi eserler yapın deseydi ne olurdu?

Kanuni Sultan Süleyman eğer hizmetindeki Mimar Sinan’a “Müslümanlığın ideal zamanı olan Peygamber Efendimiz’in çağındaki gibi eser vereceksin” demiş olsaydı, ne olurdu? Mimar Sinan’ın tasarladığı Süleymaniye, Selimiye, Sokullu Camii… gibi anıt eserler olabilir miydi?

Kanuni asla Erdoğan’ın yaptığını yapamazdı. Yanlış anlaşılmasın, yalnızca işinin ehli olduğu için değil, “modern” olmadığı için.

Çünkü o tarihlerde camiler gibi yapıların adlandırılan her bölümü geleneksel üretim ilişkileri içinde gerçekleşiyordu. Resmi mimarlık da bunları birbirine eklemleyerek, başka bir ölçekte yeniden üretiyordu. Mimarlık ne daha önce yapılanın bir tekrarıydı, ne de öznel bir çaba ile yaratılan yepyeni bir tasarımdı. Çünkü inşa eylemi, her ne kadar imparatorluk düzeni içinde etkili bir temsil sistemi olsa da, modern zamanlarda olduğu gibi uygulamaya tekabül eden ölçekli bir projeyle gerçekleşmiyordu.

Ancak 19. yüzyılda Victor Hugo’nun Notre Dame De Paris başlıklı romanında dikkati çektiği gibi, “kağıtla temsil”, “taşla temsil”in yerine geçti. Böylece ortaya mimari tasarım çıktı. Böylece, her zaman betimleme ile tasarım arasında melez bir ilişki olsa da, her türlü inşa faaliyeti, üretim kendi kendisini resmeden bir düzen içinde değil, bir temsille ilişkili olarak gerçekleşmeye başladı. Böylece mimarlar tıpkı ressamlar, roman yazarları gibi hayal ettikleri bir geçmişi veya geleceği tasarlar hale geldiler. 19. yüzyıl kapitalizminin dönüştürdüğü Beyoğlu tarihselciliğin, neoklasik yapıların örnekleri ile doludur. Milliyetçilik, toplulukları temsil ve dönüştürme hayalleri, modernleşmenin bu neoklasik vechesidir. Bu dönemde mimarlık eğitimi binalar için mimari stilin seçilmesi ve mimarın repertuarında nelerin olması gerektiği gibi bir programa sahipti. Milliyetçilikler de okullarıyla, sanat kurumlarıyla bu kozmopolit düzenin içinde gelişti. Ulusalcı akımlar homojen topluluklar inşa etmeye çalıştı. Bunun bedeli de ağır oldu.

Şu soru önemli: Peki modernleşme sürecinde kültür, mimarlık, sanat yalnızca bu tasavvurlardan mı ibaret oldu? Bu uğraşlar kapitalizmin koşullarına teslim mi oldu? Elbette ki hayır. Bu uğraşlar bu krizle baş etme, farkındalığını üretme çabasına dönüştü. Modern mimarlık, sanat tarihi kapitalizmin yarattığı koşullara, piyasa ilişkilerine teslimiyetin değil, direnişin tarihi olarak da okunabilir. Ancak Osmanlı’da modernlik bir devlet elitinin projesi olarak gerçekleştiği için bir sınıfsal asimetri ortaya çıktı. Türkiye ulus devleti bu asimetriyi, sınıfsal şiddeti gizleyen kendisine özgü bir siyasal rejime sahip oldu ve otoriterliği yeniden üretti. Ak Parti de bu ulusalcı rejimi dönüştürmek yerine, “müesses” modeli devraldı ve modernleşme krizini yerine geçirdiği kültürel kodlarla telafi etmeye çalışan bir politika izlemeye girişti. Türkiye’nin bu nedenle diğer ulusalcı rejimler gibi bir bakıma “uzatılmış bir neoklasik” süreç yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Ancak toplumu temsil ve tasarlama düşleri sürekli kriz yarattığı için bu rejim de sürdürülebilir değil.

Ancak çok görünür olmayan bir başka deneyim alanı daha var: O da “mekânpoltik” denen, siyasetin sembolik alanının işleyişine dokunan daha içsel bir deneyim. Ulusalcı rejim mekânı kutsal amaçları için araçsallaştırdı. Yerel olan böylesi merkeziyetçi politikanın bir aracı haline geldi. Modernleşme normları bu rejim içinde biçimselleşti, modernlik büyük sermayenin, filantropinin içine izole edildi. Böylece halkı temsil iddiasını taşıyan siyasal elitin neoklasik zihniyeti ile modern elitin temsil ettiği bu estetik rejim arasında bir uzlaşma gerçekleşti. Mimarlık, sanat zenginlere özgü bir alan olarak festivaller, bienaller, sergiler ile kurumsallaştı ve toplulukların yaşam alanından koparıldı.

Bugün, ayrışmayı, uzlaşmayı zorlayan iki önemli krizin ortaya çıktığını varsayabiliriz. Bunlardan birincisi kentsel dönüşüm projeleri. Kentsel dönüşüm projeleri sayesinde şehir planlamanın, mimarlığın yalnızca fiziksel çevrenin tasarlanmasına adanmış bir simgesel faaliyet olmadığını, farklı kamu yararı anlayışlarını temsil eden toplulukları ilgilendirdiğini anlamaya başlıyoruz. İkinci kriz de cami yapımları, meydan tasarımları gibi kamusal projeler. Onlar sayesinde de mimarlığı tartışmaya başladık. Türkiye’de siyasetin sembolik alanını maddi pratikleri ile ilişkili olarak yeniden inşa etme fırsatının ortaya çıktığı söylenebilir. Bu ilişki geçmişte siyasal elitin bir deneyim alanıydı. Şimdi farklı aktörleri de kapsayacak, daha katılımcı bir şekilde deneyimlenme zorunluluğu ortaya çıktı.

Etiketler

Bir yanıt yazın