İstanbul projeleri (3): Arkeoloji parkı devam

İhsan Bilgin, İstanbul Projeleri başlıklı yazısına kaldığı yerden devam ediyor.

İstanbul’un aktüel projelerini Zihni Sinir nitelikleri nedeniyle epik formunda yazdığım için sığdıramamıştım. Arkeoloji parkı da arkeolojiden ziyade tarih, kent ve ideoloji meselelerine girmeyi gerektirdiği için sığmadı. Öncesinde Roma ile İstanbul vardı. Bu kez de Doğu-Batı ikiliği ile bazı düşünürler eşliğinde İstanbul’un paradigmatik kapasitesi:

Doğu-Batı

Sorgusuz sualsiz sindirdiğimiz şu malum Doğu-Batı ikiliği pek o kadar da kuşatıcı ve evrensel bir ayrım değil. Referansı ne dünya coğrafyasının tamamından, ne de geniş zamanlarından türemiş. Tersine kürenin çok küçük bir kısmına ve zaman dilimine ait Roma İmparatorluğu’ndan kaynaklanıyor; hem de onun en geniş ve yaygın zamanlarından da değil 5. yüzyıldaki Doğu-Batı diye bölünmüş hâlini referans alıyor. Evet, Ege’den geçen bir hat bölüyor hâlâ dünyayı; Anadolu üzerinden doğuya doğru gidersek Çin ve Japonya sahillerinden Pasifik’teyiz; aradaki her yer Doğu. Eğer Avrupa üzerinden batıya gidersek, Kaliforniya ve Meksika sahillerinden yine Pasifik; aradaki yerler de Batı. Üç iri kara parçası kaldı dışarıda Afrika, Güney Amerika ve Avustralya. Küreyi birleştiren iki önemli tarihî dönüm noktası var. 15. yüzyılın keşif ve fetihleri ile 19. yüzyılın sanayi devrimi.

Braudel, Wallerstein vd.

Önce Batı üzerinden Kuzey Amerika katılmış bu kervana, sonra geri kalanlar; hâli-vakti-yerinde Kuzey’e karşı Güney’deki kıt-kanaat konumlarıyla, Doğu’nun yanında saf tutmuşlar. İşin tuhaf tarafı, arada bu kadar şey olduktan ve dünya, coğrafyası ve kaderiyle bu kadar bütünleştikten sonra dünyanın hâlâ 5. yüzyıldaki siyasi bir bölünme ile açıklanmaya devam edilip, bundan şüphelenilmemesi. İşte o bölünmenin Roma ile birlikte iki başaktöründen biri olan İstanbul’un arkeoloji parkı, bu arkaik/anakronik adlandırmanın tuhaflığı kadar sonraki ve önceki upuzun yüzyıllarla, kayda değer olayların cereyan ettiği devasa coğrafyaları da hatırlatıp bilinçaltından kurtarmak bakımından evrensel bir işlev de taşıyabilir. Tıpkı araştırma nesnesini bölünme sonrasının değil öncesinin sınırları ile tanımlayıp “Akdeniz” diye adlandırarak entelektüel dünyada geçmiş kadar geleceği de siyasi bir bölünmenin hegemonyasından kurtarıp, ekolojiye, ekonomiye, kültüre, sosyal ve günlük yaşama açan Fransız tarihçi Fernand Braudel gibi. Öyleyse, bir tarihçinin akademik dünyada cesaret edip yapabildiğini İstanbul gibi bir kentin tarihi üstelik Roma ile el ele verip niye yapamasın? Roma’nın neden ve nasıl yıkıldığına odaklanan bir tarih merceği ancak egemen sınıfların otoriteleriyle iç hesaplarını, yani siyasi tarihi görünür kılarken, Braudel’in Roma’nın bölünme öncesinden yola çıkan ve “Bu kadar geniş coğrafya nasıl birarada durmuş” sorusuna odaklı okunabilecek merceği ile, hep aynı inşai kesitteki yollarla birbirine bağlanan geniş Akdeniz coğrafyasının yol ağıyla birarada durması kadar, Roma’nın forum, agora, bazilika, tiyatro, hipodrom, hamam, su kemeri, şehir suru gibi mekân ve altyapı tiplerini standartlaştırılıp tüm kentlere yayarak Roma kentinin gündelik yaşam tarz ve alışkanlıkları ile standartlarının geniş coğrafyaya yayılması yoluyla da sürdürdüğü egemenlik biçimini de anlayarak maddi kültür tarihine ve gücüne âşina olmak da mümkün olacaktır. Tam da bu standardize inşaat sistemleri nedeniyle Roma kentleri üzerine kurulmuş bugünün kentlerinin çekirdeğini oluşturan Ortaçağ kentlerinin altını oyunca neyin, hangi sırayla çıkacağını biliyor ve tanıyoruz. Roma’daki Piazza Navona’nın altında hipodrom, Siena Meydanı’nın altında tiyatro olduğunu kestirmek için kazmaya bile gerek yok. Yüzeye taşmış yeni formları ele veriyor zaten aşağıda ne olduğunu. Roma İmparatorluğu’nun birarada durmak için gösterdiği inşai dirayet ve performans, askerî ve siyasi dirayetten daha dikkate değer olsa gerek, ki sırf buna işaret etmek için bile arkeoloji parkına gerekli emeği ve kaynağı harcamaya değer. Tabii, ille ulvî bir sebep de gerekmiyor. İstanbul’un ihtiyacı ve belediyenin dirayeti yetmeli parkı yapmak için; diğeri de “fena mı olurdu?” cinsinden bir temenni ancak, önemsenmeye vesile olsa bile yeterdi. Yoksa, perspektifi en fazla Ortadoğu ile sınırlı yerel politikacıları ciddi ciddi evrensel çapta ideolojik/politik müdahale misyonuna davet, safdillikten öte ne olurdu ki…

Etiketler

Bir yanıt yazın