İhsan Bilgin, Taraf Gazetesi'ndeki bu haftaki yazısında cami mimarlığını konu alıyor.
Çok yazıldı: Diyanet İşleri diye devlete bağlı bir kurum olması vicdan özgürlüğü kadar demokrasiye de aykırı, ve devletin din işlerine karışması anlamına gelir; ki aslında dinin siyasete bulaşmasından bile tehlikelidir. Siyasetin dine karışmasının birçok sakıncasından ilki: anlamaması gereken işlere burnunu sokmasıdır; ki laik devlet zaten din konusunda otorite olmayı ve tasarrufta bulunmayı tercih etmeyen devlet demektir. Eğer devlet gerçekten laik olsaydı din de kendiliğinden özerk bir alan olurdu; ki tıpkı bilim/ üniversiteler ve spor gibi kendine özgü bilgisi, tecrübesi ve kuralları, alışkanlıklarıyla özgül bir praxis alanı olarak dinin özerk olması gerekir. Düşünebiliyor muyuz rakibe tekme atan oyuncu hakkında savcının takibat yürüttüğünü; hayır! Neden? Çünkü oyunun kendi iç kuralları, hukuku ve alışkanlıkları var. Ve onları savcı/ hâkim değil, hakemler/ spor insanları, bilir. Hakem de sokakta kavga edenler karşısında otoritesizdir. Dolayısıyla ikisi de adaba/ terbiyeye aykırı olmakla birlikte birisine sokakta tekme atmakla oyunda atmak farklı şeylerdir; karşılığında farklı prosedürlere tâbi olunur; özerklik de başka nedir ki zaten?
Evet, insanlararası ilişkilere karışılmasın; peki neye karışılsaydı? Mesela nesnelere veya dolaylı olarak insanların nesnelerle ilişkilerine mesela din insanlarının barınma/ kreş/ yuva/ vb.. sosyal sorunları ve haklarıyla ilgilenselerdi..
Ötesi de var; mesela eski/ yeni camilerle ilgilenselerdi o pek övünülen “muhteşem yüzyıl” külliyelerinin perişan restorasyon uygulamaları mimar olarak içimi acıtmıştır hep, içinde ruhen/ zihnen/ bedenen en çok heyecanlanıp ilham verici bulduğum Edirne II. Beyazıt Külliyesi’nin herhalde dünyanın ilk ruh/ sinir hastalıkları hastanesi bölümünün üniversite tarafından tıp müzesine çevrilişine tanık olmuştum; içine ilkokullara asılan iskelet resmi ve herhangi bir diş hekiminde bulunan alet-edevat konmuştu. Rektörlüğü arayacak vakit ve hâlim olmadığından, duvarları delerek doğalgaz boruları döşeyen tesisatçının başına patlamıştı kabak. Tabii iş durmadı ve mavi borular döşenmeye devam etti; bir seferinde de pek kıymetli Alman hocama hediye olarak Alp’in eşliğinde Gebze Çoban Mustafa Paşa’ya gittiğimizde; minibüs yığınınca kuşatılması bir yana, avluya çapraz düzende traverten döşendiğine tanık olmuştuk. Muhtemelen mahalle berberiyle döşerken pazarlık edilip külliye avlusuna da aynı desenle devam etmeye anlaşılmıştı. Bu sefer de olan mermer taşeronuna oldu, hatta hocam şaşırdı: hangi yetkiyle, kim olarak, böyle bağırıp-çağırıyorsunuz? diye. Biz de mimar yetkisi bizde geniştir diye kandırmadık onu. İşte iki külliye, işte iki cami en kıymetlilerinden hem de, sadece mimari çözümlerin mükemmelliğine değil, Osmanlı’nın erken kurumsal medeniyetine de tanıklık edecek iki örnek. Hocam da zaten mimari kadar gelişkin kurumlaşma işaretlerini görmüş ve Ortaçağda ne büyük fark varmış Avrupa’yla aranızda demişti. Devri ve oranları II. Beyazıt ile paralel Floransa Rönesans manastır komplekslerinin durumuna bakılırsa, fark epeyce kapanmış!..
Artık sorma zamanı geldi: camiye, külliyeye küsen kim? Mimar mı? Devlet adına Diyanet İşleri mi? Evet insanlarla insanların ilişkileriyle uğraşıp denetleyeceklerine sonuçta birer bina olan camilerle ilgilenip kaliteyi iş edinselerdi eski/ yeni camiler bu hâlde olur muydu? Duayenlerimizden Doğan Hasol, cumartesi Cumhuriyet’te cami yaptırma derneklerinin mimarı camiden uzak tuttuğunu imâ etmiş, katılmıyorum. 50 yıldır bu işlerin içindeyim, devletin bir cami mimari yarışmasına tanık olmadığım gibi, işinin mimarca ehli Ayşe Orbay’ın yaptığı Süleymaniye Külliyesi Râbi ve Sâli medreseleri restorasyonu hariç hiç ciddiyet emaresine rastlamadım; ama ötesi var: 80’lerde Alevi dernekleri Cemevi tip proje yarışması açmışlardı ki bu, bina/ mimari geleneği olmayan yapı tipi için takınılabilecek yegâne ciddi ve akıllı tutumdu. Yaşlı/ genç tüm mimarları konu üzerine düşündürüp Aleviliği derinliğiyle öğrettiler, devlet düşündürmeye kalksa Mimarlık fakültelerine ders koyup ilişkiyi ebediyen koparırdı herhalde.
Denecek ki bizim eski camilerle ilgimiz yok. Onlar Vakıfların denetiminde, mesele de orada zaten devlet ilgilenip kurum ve kural koydukça sakarlık yayılıyor. İmam atamalarıyla uğraşacağınıza bu kadar yeni cami yapılıyor, fikir elde edelim deyip mimarların odası, fakülteleri, dernekleri ve vakıfları ile işbirliği yapıp, cami yaptırma derneklerini de bir kongrede biraraya getirip, bina olarak camiyi sivil toplum gündemi yapsaydınız, fena mı olurdu? Evet, Alevileri örnek alma/ özenme sırası Sünnilerde demek. AK Parti’nin reform bagajına bir paket daha: “cami mimarisi” İstanbul metrosu gibi Cumhuriyet’in en büyük ve anlamlı projesini bırakıp hâlâ Taksim ve kanal gibi manasız işlerle uğraşacaklarına, bir de bu konuyla ilgilenseler; üstelik Kadir Topbaş gibi mimar- başkan kozu varken ellerinde, işte siyaseten risksiz, kolay bir misyon. Bakın; Nevzat Sayın, Bilgi-Mimarlık-master atölyesinde iki dönem cami çalıştıktan ve Alp’le de işbirliği yaptıktan sonra Malatya’da nasıl ancak çok hassas bir ilgiyle olacak iş çıkardı, yeter ki Mehmet Kavuk gibi aydınlık bir hayır sahibi, vali gibi devlet görevlisi, belediye başkanı gibi, seçilmiş olsun, ve biraraya gelip, mimariyi önemsemede anlaşsın, en kolayı mimar. Tabii herkes Nevzat değil, ama tek küsmeyen de o değil. Bilmeyenlere: Nevzat Sayın Malatyalı hayır sahibi için belediye ve valilik desteğiyle çok ayaklı bir ahşap cami projesi tasarlamış, ben de projenin ilk iç perspektif imajını burada yayımlamıştım, bugün de dış görünüşü ile kubbeli tavanın yerini alan ahşap tavanın teknik çizimleri var. Barışıklığımı toplam birkaç haftamın ikisini ayırarak gösteriyorum.
Tekrar: Camiye mimarlar mı küs Diyanet mi? Bilmeyenlere: Diyanet İşleri Başkanı, “mimarlar 80 yıldır camiye küs!” demiş. Bu cehalet ya da görgüsüzlük değil, mimarın yaptığı işi bilmeyen çok ama, asgari mantık dozu bile, iş verilmeden kendi kendine bina yapmayacağını kestirmeye yeter.