Doğan Kuban, yazısında, cami mimarisi tartışmalarına açıklık getiriyor.
Yarım yüzyılda 100.000 cami yapılan bir ülkede yeni bir cami yapılması önemli bir olay değil. Bu sayının şaşırtıcı büyüklüğü Türkiye’ye özgü fenomenal bir politik olgudur. Türkiye’deki gelişmelerin açıklanmasında önemli bir süreçtir. Ne var ki sosyal bilimciler, politik bilimciler bu konunun üzerinde durmadılar. Ben bir mimari tarihçisi olarak fırından çıkan ekmek gibi hepsi birbirine benzeyen ve acemi tasarımcıların elinden çıkan bu sözüm ona neoklasik çirkin yapıların geçmişin üzerine bir yorgan gibi örtülmüş olmasının sıkıntısını Ankara Kocatepe yarışmasından bu yana çeken bir mimarlık tarihçisiyim.
Camiyi Zincirlikuyu ile Maslak arasında modern bir üslupla yapın. Bir ulusal yarışma ile yapın. Türkiye’de 40.000 mimar var. Ve bunların arasında çağdaş bir cami yapacak yüzlerce yetenekli sanatçı vardır. Onlara güvenmemiz gerek.
Politika konusu olan her yapı bir sanat yapıtı olarak değil bir politik tartışma konusu olarak ele alındığı zaman, tartışma sanat kültürü açısından anlamını yitirir. Sinan’ın mimarisinin araştırmacısı, yayıncısı ve övücüsü olarak, Sinan’dan söz edildiği zaman tüylerim diken diken oluyor. Fakat Çamlıca’ya Sultanahmet’ten daha büyük kubbeli ve daha çok minareli bir cami yapacağının söyleyen herhalde hacca gitmiş bir hacı mimarın sözlerini okuyunca, bir mimari tarihçisi olarak bir sorumluluk taşıdığımı düşünüyorum.
60 yıllık bir mimarlık tarihçisi ve İslam mimarisiuzmanıyım. İTÜ, Trabzon Teknik Üniversitesi ABD de Michigan, Minnesota, MIT üniversitelerinde İslam Mimarisi Tarihi hocalığı yaptım. Dünyanın her yerinde İslam Mimarisi üzerine konferans verdim. Ağa Han İslam Mimari Ödülü örgütü Yönetim Kurulu’nda ilk üyelerden bir olarak olarak beş yıl çalıştım. Bu süre içinde İslam dünyasının her tarafındaki mimari seminerlere katıldım. Mimar olarak Kocatepe Camisi Yarışması’nın iki aşamasında Erdoğan Yalkın’la birlikte iki mansiyon aldım. Abu Dabi Cami Yarışması’na davetli olarak Cafer Bozkurt’la birlikte katılıp üçüncü ödülü aldık. Saddam Hüseyin döneminde yapılan Bağdat Büyük Camisi Yarışma Jürisi üyesiydim. Bu konuda yayınlarım, Türkçe ve İngilizce çok. Sorumluluk duymamın nedeni bu.
Cami tarihini bilmeyenler camilerin simgeselliklerini ve estetiğini yanlış değerlendirirler. Cami tasarlamaya başlayan mimar önce ilk olarak caminin peygamberin evi olduğunu bilmelidir. Bir avlu etrafında da peygamberin eşlerinin hücreleri, gölgede namaz kılmak için bir ahşap revak, bir de peygamberi ziyarete gelenler için bir gölgelik.
Peygamberin sünneti budur. Kuşkusuz cemaat arttıkça Medine’de bir ikinci cami de yapılmıştı.Peygamber Bilal-i Habeşi’den ezanı yüksekçe bir yere çıkarak söylemesini istemişti. Minare de bir sünnet değildir. Evin avlusuna dolan insanların bakışlarından rahatsız olarak kapısına bir tür örtü yaptıran bir eşine Muhammed insanların çalışmalarının ürününü boşuna sarf ettiren şeylerin başında inşaat olduğunu söylemişti. Bugün bu nasihati (yani sünneti) dinleyen kaldı mı? Peygamberin sünnetinin iki dersi var: alçakgönüllülük ve tasarruf.
Osmanlı mimarisinin düzeyini evrensel mimariye ulaştıran Sinan’ın yapılarında kubbelerinin büyüklüğü ya da minarelerinin çokluğu ya da yüksekliği onun yapıtını büyük yapmaz. Sinan’ın sanatı , yaratıcılığı onları büyük yapar.
Camilerimizi gökdelenlerin, yüksek apartmanların yanında küçük düşürmek istemiyorsak şunu anımsamak gerek: İki katlı evlerin yanında kubbeli ya da kiremit çatılı ve küçük bir minaresi olan mahalle ya da köy mescidi çevresine egemen olur. Minare işlevsel ve simgesel bir öğedir. Fakat öbek öbek gökdelenin yükseldiği bir ortamda minare bir televizyon ya da fabrika bacası etkisi yapar. Onun için caminin tasarımının güzelliği temel sorundur. Kubbe ve minare legosu değil.
Camiyi yapan küçük, büyük hepsi yarım küre olan kubbeler değildir. İç mekanın insanları birleştiren gücü yani tasarımıdır. Minare sünnet değil, alışkanlıktır. Ve camilere Hıristiyan çan kulelerinden bir bid’a olarak gelmiştir. Büyük boyutta çirkinliği engellemez. Fas’ta Sultan Hasan’ın Kazablanka Camisi, Jakarta’da Suharto’nun büyük camisi çok çirkin yapılardır.
Çamlıca Tepesi geniş ve yayvan bir tepedir. Oraya Süleymaniye’nin iki katı büyüklüğünda bir kubbe yapsanız tepenin üzerinde etkisi İstanbul silueti kadar etkili olmaz. Çünkü camiyi ne kadar büyük yapsanız doğal tepenin Boğaziçi’ne egemen boyutlarıyla boy ölçüşemez. Cami, kent içinde güzel ve anlamlıdır.
Endonezya’dan Atlantik Okyanusu’na uzanan bir coğrafyada İslam kültürü kendi ortaçağ kültürünü geliştirmiş, mimari alanda özgün, insancıl, rasyonel ve bölgesel kimliği olan üsluplar yaratmıştır.
Sumatra’daki bir caminin Pekin ya da Sian’daki bir cami ile benzerliği yoktur.
Babüroğullarının yarattıkları camilerin Şah Abbas’ın İsfahan’daki camisi ile, onun Divriği Ulucamisi ile, onun da Şehzade ile bir üslupsal ilişkisi yoktur.
Arapların geliştirdikleri ilk cami mimarisinin bazı planimetrik özellikleri (çok ayaklı iç mekan gibi) İslam dünyasında yaygınsa da bu mimari üslupları bütünleştiren bir özellik olmamıştır.
Özetlemek gerekirse Gotik gibi Batı’da kilisenin birleştirdiği bir ortak üslup İslam’da yoktur. Eğer günün birinde cahil İslam toplumları bilgisizlik baskısından kurtulurlarsa, Batı kültürünün megalomanyasından kurtulabilir, kendi mimarilerini daha evrensel bir tarih vizyonu içine yazabilirler.
Ne var ki bunu diğer sanat alanlarında, edebiyatta, bilimde ve felsefede yapamazlar. Çünkü bu alanlarda 12. yüzyıldan sonra dünya literatürüne giren Müslümanların sayısı iki elin parmakları kadar değil. Onun için mimariye karşı duyarlı olmak neredeyse bir özel Müslüman uygarlığı borcudur. Bunu turistlere satılan hatıra eşyaları gibi eskinin kötü taklitlerini ve kalitesiz bir çağdaş mimari kopyacılığı ile besleyerek yapmak bize ‘ne uygar ülke!’ dedirtmiyor.
Sultanahmet’in daha büyüğünü yapınca da kimse ‘bize ne büyük yapı!’ demeyecek, ‘Ne büyük agrandisman, ne kadar çirkin olmuş’ diyecek. Sinan, minare düşkünü değildi. Merkezi planlı olmasına karşın Şehzade’de iki minare ile yetindi. Süleymaniye’nin dört minaresiuzunluğuna şemaya avluyu katmak içindi.Selimiye’nin dört minaresi ise mutlak simetriyi vurgulamak ve kubbenin egemenliğini minarelerle dengelemek içindi. Çok minare simge olmaktan çıkar. Süs olur. Gereğinden uzun minare, çok şerefe de yanlış ve çirkin uygulamalardır.
Bu camici mimarlara okulda öğrenmedikleri bir şey daha öğretmek gerek. Malzeme ile biçim arasındaki ilişki günümüzde de yokolmadı. Taş tan bir gökdelen neden yapmıyorsunuz?
Bir de soruna Türkiye’deki cami inşaatı tarihi bağlamında yaklaşalım. Ve caminin kültürel simgeselliğini düşünelim. Cami Mercedes gibi Sinan marka bir eşya değildir. Her gerçek mimarın her yeni yapıda hayalini süsleyen ve o yapıya ve o yere özgü tasarlanmış bir biçimle karşımıza çıkan bir yeni yaratmadır. Onun için Şehzade Sinan’ın yaratmasıdır, Sultanahmet ve Yenicami Sinan’ın çıraklarının ya da okulunun ustanın yolunda yaptıkları Şehzade’den yola çıkan yapılardır.
Sultanahmet’te özgünlük ve Ayasofya’ya karşı bir farklılık kazanmak için Mehmet Ağa enteryörde kimi Avrupalıların bir ‘Gestalt’ olarak değerlendirdikleri, kanımca örtüyü çözmekte zorluklar çıkaran büyük silindirik fil ayakları ve dışarıda altı minare ve bir hünkar mahfili ile yenilikler getirmiştir. Ama Şehzade’ye ulaştığını sanmıyorum.
Camiler kentlerde halkın en kolay ulaşacağı yerlere yapılır. İlk Fatih külliyesinin konumu simgeseldir. Süleymaniye, Şehzade, Bayezid, Sultanahmet, Yeni cami hepsi kent merkezinde çarşılar, kalabalıklarla yaşarlar.
Kimse dinlemese de bir önerim var: Camiyi Zincirlikuyu ile Maslak arasında modern bir üslupla yapın. Bir ulusal yarışma ile yapın. Türkiye’de 40.000 mimar var. Ve bunların arasında çağdaş bir cami yapacak yüzlerce yetenekli sanatçı vardır. Onlara güvenmemiz gerek.
Dünyanın en güzel çağdaş camisini Vedat Dalokay İslamabad’da yaptı.
Türkiye’nin en iyi camisini de Behruz Çinici Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde yaptı.
3 yorum
kimsr bize “ne buyuk yapmissin” demeyecek, “ne cirkin yapmissin” diyecek!
Geçmişimizdeki 1000 yıllık bizi biz yapan temel dinamikler, medeniyet telakkisi, hürmet, saygı, edep ve daha birçok değer ve kıymet anlaşılıp, günümüzün ilcaatıyla değerlendirilip yeni bir vizyon edinilmeden tenkitlerde yerini bulan hususların düzelmesi mümkün değildir. Neyi kaybettiysek onu bulmalıyız. Doğru teşhis doğru tedaviyi getirir.
Fas’taki Hassan II Camii’sine kadar olan kısmı okudum. Oraya kadar çok hak verdiğim yerler de oldu. Ama gidip gördüğüm Hassan II Camii için basitçe çok çirkindir denmesi komiğime gitti. Peki neden ? Neye göre kime göre ? Nasıl ? Evet, özellikle ana girişten girilince bir acayip boşluk var uçsuz bucaksız gibi, sanki ölçeği abartılmış, insanlar değil de arabalar için yapılmış gibi bir eleştiri olabilir. Ama camiinin kendisi son derece büyük olmakla birlikte aynı ölçek sorunsalını yaratmadı bende. Fas’taki en iyi zanaatkar ustaların elinden çıkan detaylar vardı camiinin muhtelif yerlerinde. Ayrıca kordon boyundan da uzaklara gidildiği halde bariz şekilde simgesel olarak öne çıkan bir camiidir. Yani çirkin denilip geçilebilecek bir camii de değil özetle. Bizim Çamlıca ile falan da ne konum ne estetik açıdan bence pek karşılaştırılabilir değil. Tek benzerlikleri ölçek olarak büyük olmaları herhalde…