İstanbul’un Her Yerinden Görülecek…

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Çamlıca tepesine bir cami yaptıracağını geçen 29 Mayıs'ta "Üsküdar Belediyesi Kandilli Geleneksel El Sanatları Merkezi"nin açılışında yaptığı konuşmada duyurdu.

Konuyla ilgili toplam sekiz cümle sarf etti Başbakan… Bunlar arasında sadece ikisi söz konusu camiinin konumu ve boyutları hakkında bir fikir veriyordu.
Konumunu, Başbakan’ın “Çamlıca’daki televizyon kulesinin yanında 15 bin metrekare üzerinde bir cami” şeklindeki ifadesinden çıkarır gibi olduk.
Sayın Erdoğan, o sekiz cümleden birini, caminin mimari üslubu, estetiği, şekli ve şemaline dair bazı ipuçları vermeye ayırabilirdi… Ama tercihini, mutasavver caminin üslubu değil boyutu hakkındaki coşkusunu yansıtmakta kullandı:
“Çamlıca’daki bu dev cami, İstanbul’un her yerinden görülecek şekilde dizayn edildi”…
Sayın Başbakan bu cümleyle o camiyi neden istediğini yeterince anlatmış oldu.
Bu yazıda Erdoğan’ın “İstanbul’un her yerinden görülen dev cami” tutkusunu irdelemeye çalışacağım.
“Çamlıca’ya cami”, daha inşa edilmeden, Türkiye’yi egemenliği altına alan otoriter siyasi kültür ve iktidar anlayışı hakkında son derece öğretici bir ibret vakası halini almıştır.
İbretin öyküsünden başlayalım isterseniz…
Çamlıca tepesine dev bir cami yaptırmak, belli ki bir süredir Başbakan’ın aklının bir köşesindeydi.
Geçen 4 Mayıs’ta partisinin İl Kongresi için gittiği Kahramanmaraş’ta “Sultan Abdülhamid Han Camii”ni görmüş ve beğenmiş; “Projesi kimindir?” diye sormuş, “Kahramanmaraş Belediyesi İmar Müdürü Hacı Mehmet Güner” cevabını almış.
Hemen ardından Hacı Mehmet Güner’in, Başbakan’ın talimatıyla, İstanbul’un her yerinden görülecek cami projesinin baş mimarı olarak tayin edildiğini ve paralelinde Çevre ve ™ehircilik Bakanlığı Müşaviri yapıldığını da geçen 4 Temmuz tarihli Milliyet’te yayımlanan Gürkan Akgüneş imzalı haberden öğrendik.
Vaziyet aynen şöyle:
Başbakan Erdoğan “tek seçici”…
Caminin yerine de, devasa boyutlu olacağına da karar veren kendileri, mimarını seçen de kendileri…
Çamlıca’ya cami projesi, “tek adam iktidarı”nın karikatür düzeyindeki tezahürüdür; Türkiye’nin nasıl da keyfi ve sorumsuz biçimde yönetildiğinin misalidir.
Başbakan Erdoğan bu mimarın Kahramanmaraş’taki eserini hangi mimari kıstasa göre beğenmiş? Bilmiyoruz.
Ve Hacı Mehmet Güner’in yerel düzeyle sınırlı kalmış toplam mimari performansı, İstanbul’un yeni siluetini vücuda getirecek bu iddialı projenin üstesinden bihakkın gelebileceğine dair Başbakan’ın indinde nasıl referans oluşturabilmiş? Onu da bilmiyoruz.
Ve burada dünyada eşi benzeri olmayan muhteşem İstanbul’dan bahsediyoruz.
Madem İstanbul’un en yüksek tepesine şehrin her yerinden görülecek devasa bir cami yaptırmak gibi bir tutkusu var Sayın Başbakan’ın, o halde bu isteğini, iyi yönetişim uygulayarak, katılımcı bir yaklaşımla topluma mal etmesi, kendisi ve en başta İstanbul için daha hayırlı olmaz mıydı?
Ama hayır, böyle yapmıyor; tek başına ve aceleyle hareket ediyor. 4 Mayıs’ta baş mimarını belirliyor, sadece 21 gün sonra 29 Mayıs’ta kararını deklare ediyor ve bu sırada “2 ayda dozerler çalışmaya başlar” diyor.
Projeyi ilan tarihi, 29 Mayıs 2012; İstanbul’un fethinin 559’ncu yıldönümü. Bu tarih bir rastlantı değil tabii ki. Bilinçli olarak seçildiği belli…
Çamlıca’ya İslam âlemindeki gelmiş geçmiş en büyük kubbeli, en yüksek ve belki de en çok minareli camiyi dikmenin bölge halkının ibadethane ihtiyacını karşılamakla uzaktan yakından herhangi bir ilişkisi yok, olamaz. Bu proje böyle bir ihtiyaçtan kaynaklanmış olsaydı, bu kadar ölçüsüz, bu kadar orantısız zaten olmazdı.
Ama 29 Mayıs’la, yani İstanbul’un fethiyle ilgisi var. Çünkü bu, ibadethane görünümlü bir “siyasi ve ideolojik fetih anıtı” olacak. Bir “siyasi simge”. Ve kutuplaştırıcı.
Simge deyince aklınıza, “politik İslam’ın İstanbul’u ve Türkiye’yi fethinin bu camide maddeleşmesi, anıtlaşması” gelebilir. Mamafih, yeni rejimin egemenlik sembolizmi de durumu tek başına açıklamakta yetersiz kalıyor. Simgeselliğin tırnak içine aldığım ifadesine bir “lider” sözcüğü eklemek gerekiyor: “Politik İslam’ın liderinin, İstanbul’u fethinin…” şeklinde olmalı.
İçerdiği kibrin yoğunluğuyla da fazlasıyla kişisellik kazanmış bir sembolizm var karşımızda. Sayın Başbakan, nesiller boyu İstanbul’a en yüksek tepesinden bakacak muhkem bir egemenlik anıtını isterken de, nasıl olacağına karar verirken de ve uygulamaya geçirirken de hep tek başına. Katılımcı ve çoğulcu süreçleri dışlıyor; mimarlık ve şehircilik alanındaki yerleşik entelektüel otoriteyi zaten kale almıyor.
“Sezaryen” bir durum bu…
“Sezar”ın durumu “kibir sendromu”yla ilişkili. Dolayısıyla durum, mimarlık ve şehircilikten önce “politik psikiyatri”nin ilgi alanına giriyor. Muktedirin kararlarında karakter ve duygu aşırılıklarının neden olabileceği hataların önüne geçebilmekte tek geçerli yol, etkili denetim ve denge mekanizmalarının işlerliğidir. Maalesef bizde bu mekanizmalar mefluçtur.
İşimiz Allah’a kalmıştır. Kibir sendromundan muzdarip olanlar ise kendilerinin yalnızca tarih ve Tanrı önünde hesap vereceklerini ve tarih ve Tanrı’nın kendilerini hep haklı çıkaracağını sanırlar.

Etiketler

Bir yanıt yazın