Son dönemde yapılan camilerimiz, neden, geçmişte yapılan pek çokları gibi "güzel" değil?
Bu soruya çeşitli cevap verilebilir ama bizim kısa yoldan, ortaya çıkarmak istediğimiz sonuç: Günümüz camilerinin her birinin ayrı bir tasarım hikâyesi olmaması sıkıntısıdır.
Aksine bunlar tüketim ve endüstri çağının diğer ürünleri binalar (apartman, okul vb.) gibi seri üretilmektedir. Hâlbuki bütün kamusal yapılar, camiler de buna dâhil olmak üzere, teker teker özel olarak tasarlanmış bir mimari muhayyilenin ürünü olmalıdır.
Şüphesiz ki, Osmanlı cami mimarisi, İslam’a önemli bir imge hediye etmiştir. İslam öncesi dönem içinde geçerli olduğu üzere, tüm anıtsal yapıların büyük açıklıklarını kapatmakta kullanılan kubbeye (örnek; bazilika kubbeleri), minare formunu da eklemiş, ayrıca oransal sadeliğe ve mükemmelliğe ulaşmıştır. Osmanlı cami mimarisinin genel olarak bu katkısının yanında her bir caminin arkasında, bir mimarın o cami için özel olarak kurguladığı tasarım bulunmaktadır.
Tekrarlayalım; günümüz camilerinin çoğunun ayrı bir tasarım hikâyesi ve kimliği yoktur. Yapının bir kültürün kendi “tekil ve özgün” damgasını üretmesi için iki şart gerekiyor: Birincisi, o kültürü diğerlerinden ayıran genel motiflerin tasarıma katılması, ikincisi her bir yapıya iz veren ayrı ve özgün bir mimari tasarım.
Cami, hem ibadet etme hem de adı üstünde bir sosyalleşme ve toplanma mekânı ve yerleşim alanlarının, diğer binaları ile birlikte oluşturdukları bütünlüğün tanımlayıcısı. Örneğin; Müslüman cemaatin yaşadığı bir köyü cami tanımlar, meydanı ve diğer sosyal mekânları birbirine bağlar. Dolayısıyla cami salt bir fiziksel yapı değil, medeni ve sosyal kimliği tanımlayan bir yapıdır ve etkileyici olmalıdır. Nivelman yani bir deniz feneri gibi gündelik hayatı yönlendirmelidir.
Yeni camilerimiz neden eskileri kadar mimari açıdan bizleri etkilemiyor? Eksik olan nedir? Neden camiler mimari açıdan gittikçe değersizleşiyor?
Türk İslam mimarisinin en önemli özelliği şaşmaz bir orana sahip olmasıdır. İster altın oran olarak adlandırılsın ister insan ölçülerine uygunluk (ergonomi) olarak adlandırılsın asıl önemli olan bu şaşmaz oranın Türk İslam mimarisinde oynadığı temel roldür. Mesela, Selimiye veya Süleymaniye gibi geleneksel selâtin camilerine bakıldığında insanı etkileyen temel mimari nokta, mekânın salt büyüklüğü değil, yapının içinde kişiyi kuşatan düzeni ve oranıdır. Bu ihtişamlı denge, kula aslında ne kadar küçük olduğunu hatırlatır. Şüphesiz, oran, devasa camilerde, taştan statik bir denge kurmak, akustik sorununu çözmek ve nihayet estetik bir değer üretmek için büyük tecrübelerle, ustalıklarla ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca aynı estetik denge benzer bir ihtişam ile nispeten küçük bir cami sayılabilecek Rüstempaşa Camii’nin dar merdivenleri ile açılan eşsiz son cemaat mekânı ve caminin içindeki mavili çini cümbüşünde de görülür. Örneğin; Adana’daki Sabancı Camii, evet, büyüktür ama bir Rüstempaşa Camii kadar “büyük” değildir.
Mimari oran ve anlayıştan mahrum camileri küçük köylerden tutun da, daha büyük yerleşim alanlarına kadar her yerde görüyoruz. Öte yandan cami yaptırma derneklerinin “dört minareli olsun” veya “her minarede iki, hatta üç şerefe olsun” isteklerinin de mimari tasarıma dayanan gerekçeleri çoğu kez yoktur. Yeni yapım teknolojilerine kurban edilen, cemaatin kendi seçimine göre özelleştirilen kararlar yüzünden sonuçta “güzel” olmayan camiler çıkmaktadır. Örneğin; dernekte, kaynak yokken iki veya daha çok minare isteği, her toplantıda bir öncekinden büyük cami kararı alınması ya da fotokopi ile çoğaltılmış dernekten tanıdık bir mimarın ya da kalfanın getirdiği İstanbul Dolmabahçe Camii formu…
Ataşehir’de 2012 Ramazan’ına yetiştirilmek için harıl harıl çalışılan, adını efsanevi hassa mimarımızdan alan, Mimar Sinan Camii, yapılırken otomobille yanından geçerken bile betonarme kalıptan çıkmış, gri bir blok olarak üzerinize üzerinize gelir. Rekor sürede yapılan, metreküplerce betondan ve demirden oluşan bu cami, masif taştan yapıldığı bilinen Süleymaniye, Selimiye ile karşılaştırıldığında, biraz hüzünlendirmiyor mu sizleri?
Klasik tür camiyi yeniden inşa etme, kubbe, minare ve şerefe gibi unsurların, oranlarına kadar, Osmanlı Camii’nin tıpkısı olması, işçiliğin, detayların taş camilerden ayartılıp titiz bir biçimde olsa dahi çizilmesi ve kalıplara beton dökülerek ortaya çıkartılması mıdır? Biliniz ki, çoğu kişi için hiçbir şey ifade etmiyor, hiçbir yenilik ve özellik getirmiyor. Klasik cami detayları kurallarına sadık kalıp onları bilgisayar programları ile yeniden çizmek, son teknoloji hızlı donan katkılı beton ile kalıplara dökmek, işte “Klasiği çok iyi biliyoruz” demek ne kadar değerlidir? Mimar Sinan’ın mimari dehasını tartışmak çok anlamlı değil. Ancak en az bunun kadar anlamsız olan Sinan’ın kopyalarını yapma kolaycılığına kaçmak kısaca Sinan’ın arkasına saklanıp kaçak güreşmektir.
Soru: Ülkemizde camilerin aynısını yapmanın dışında tasarım gücü olan mimar yok mudur?
Zamanında zorunluluktan tercih edilen, artık gereği kalmayan yöntemleri bugün birer estetik gaye ile tekrarlamak aslında bir tür mimari anakronizmdir. Örneğin, taşların bir kalıp sayesinde belirli bir şekilde dizilip en sonunda kilit taşıyla sabitlendiği estetik bir form olan kubbe, önemli bir mekân kapama ve üst örtü yaratma şeklidir. Mimaride kubbenin uygulanması, uygarlıkta tekerleğin icadı kadar etkilidir. Sanılanın aksine geçmişin ihtişamlı kubbeleri estetik amacından çok, gövdenin üstünü kapatmak için inşa edilmiştir. Kubbe formu Bizans’ta da vardır daha eskide de. Yeni yapım teknolojileri varken günümüzde her yapılan cami için gördüğümüz kubbe ve minare ısrarı anlamsız kalabilir. Başka bir örnek ise pencerelerde kullanılan kemer usulüdür. Kemer pencere üstündeki ağırlığı taşımak içindir, süs için değil.
Bazı mimarlar “fazla süs cinayettir” derler. Süs ancak estetik ve ihtiyaç arasında makul bir dengeye dayanırsa anlamlı olabilir. Genel olarak İslami süsleme sanatları kendi içinde çeşitlenmiş, geometrik ve organik formların kullanıldığı zengin bir kültürü barındırır. Abartı süs arayışları mimari derinliğe aykırıdır. Günümüz camilerinin bazılarının içine bilgisayar marifeti ile alınmış şablonlar ile süsleme yapmak sırf mimari açıdan değil, hat ve tezhip sanatları açısından da yüzeysel denemelerdir. Örneğin: İstanbul Karacaahmet’teki Şakirin Camii’nin iç mekân süslemelerini, dünyanın ilk kadın cami mimarı olduğu söylenen -onlarca röportajda bu başlığa itiraz etmeyen- iç mimarımız, süs öğelerini arka arkaya fütursuzca yerleştirmiştir. Gerçekte bu süs yoğunluğunun anlamlı olduğunu düşünen belki de çok azdır. Ayrıca caminin ve iç mimarın bu kadar reklamı yapılmamalıdır.
Cami formu hakkında yerleşik kanaatlerimiz var: “Caminin muhakkak kubbesi olmalı”, “Caminin minareleri şöyle olmalı hatta ne kadar çok şerefe olursa, o kadar iyi”. Hâlbuki temel sorunumuz şudur: Günümüzde içinde yaşadığımız dünyanın doğasına uygun geçmişle de uyum içinde ortaya koyacağımız yeni cami modeli nedir? Cami mimarisi konusundaki tutuculuğumuz yeni ve çağa uygun cami formları ortaya koymamıza engel mi olmaktadır?
İşbu yazı, kubbe, minare ve diğer türlü miras öğeleri kullanılmasın denmiyor. Müslüman’ın namaz kılması için üstü örtülü ve temiz bir yerin olması gibi bir “alçak gönüllülüğü” kullanabilen saflıkta ve düşünsel tasarımsal değerlerinin yollarını aramak, iyi tasarımcılar, hoşgörülü cemaat mensuplarını birleştirip sürdürülebilir, övünülebilir ve kimlikli camiler yapmayı dert ediniyor.
Modern cami yapacağız diye, ayrı bir “uçma-kaçma” fikirleri ve cami farklı olsun diye, olmayacak şeylerin çıkması tehlikesi de var. O cephede de kazanılmış bir şey yok. Modern cami yapacağız fikri, o kadar tartışılıyor, örseleniyor ki, cesaret edenler bazen o kadar cahil cesareti gösteriyorlar ki, örnekler “Olacaksa Mimar Sinan Camii taklidi olsa bu kadar kötü olmazdı.” dedirtiyor. Yine geldiğimiz yere geri dönüyoruz.
Mimarların kendilerine sık sık sorduğu bir soru vardır: “Mimar Sinan bugün yaşasa idi, elinde bu kadar ileri yapım teknolojileri varken, camilerde kubbe ve minare yapar mıydı?” Bu soruya “Hayır yapmazdı bugünün ruhunu uygun bir model geliştirirdi.” cevabı verilebilir. Mimar Sinan, zamanının kullanılan bütün ileri inşaat teknolojilerini kullanmıştır. Kubbe, o dönemin teknolojisinde büyük açıklıkları geçmek için kullanılan yegâne yöntem olduğu için Sinan’a göre muteberdir.
Bir de ecdadımızın, Ayasofya’nın kubbe açıklığını geçip geçmediği sorgulanır durur. Mimar Sinan o kadar büyük bir dehadır ki, kubbe açıklığı ile caminin kudretinin ilişkili olmadığını anlamıştır. Ayasofya’nın kubbesinin ve hatta bütününün ayakta durması için öyle usta dokunuşlar ve düzeltmeler yapmıştır ki, Ayasofya onun sayesinde ayaktadır. Kubbe açıklığını geçmeyi bırakınız, eğer onarmasaydı şimdi ortalıkta Ayasofya bile olmazdı. Bir de üzerine, hassa mimarı ecdadımızı, 1930’larda mezarını açıp kafatası ölçmüşler -onun Türk olup olmadığını anlayacaklar ya- sonra yerine koymamışlar, kısaca “kayıp”. Kısaca bizde “Mimar Sinan Kafası” yoktur.
Bütün bu sorunları aşmak için bazı çözüm önerileri getirilebilir. İlki en azından büyük şehirlerimizdeki cami inşaatlarının mimari proje yarışmalarıyla yapılmasıdır. Yarışma, bir binanın kendine ait kimliğinin oluşması için çok önemli bir yöntemdir. Yarışmasız, ısmarlama, hatta standart tip projelerle cami yapılmasına engel olunmalıdır. Daha küçük yerlerde ise kalfaya ya da tanıdıklara başvurmak yerine oluşturulacak mimar ve cami tasarımı havuzlarından yeniden cemaatle beraber çalışacak onlarla kaynaşacak -belki de o derneğe üye olacak- mimarlarla çalışılmalıdır. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’na büyük görev düşmektedir.
İkinci öneri, cami ve sosyal yapı arasındaki bağlam ilişkisinin önemsenmesidir. Bir sanayi sitesindeki cami ile bir şehir merkezindeki cami farklı düşünülmelidir. “Bu camiye cemaat nereden geliyor?” sorusu mimari ve kültürel kimliklendirme açısından önemlidir. Her bir cami, yapıldığı sosyal dokuya uygun olarak tasarlanmalıdır.
500 nüfuslu bir köye 1500 kişilik cami yapılmasının yakın ve uzak vadede getirileri götürüleri düşünülmelidir. Camiler birer enerji tüketim merkezleri olmamalıdır. Camilerin nasıl ısıtılıp, soğutulacağı önemli bir ön karardır. Sürdürülebilme masrafları vardır. Caminin birden fazla minare ve her birinden ikişer, üçer şerefesi olması kararı vermek, kimin hakkıdır.
Cami, yapımı, korunması ve yenilenmesi o kadar önemli bir konudur ki, bunları dikkate almamak elimizdeki kutsal mekânların, toplam değerini yok etmek anlamına gelir. Gün gelir ki, bir de bakmışız Mimar Sinan camilerini hesaba katsak bile toplam değeri koruyamama tehlikesi kapıya dayanıverir.