Şehir ile medeniyet arasında birbirini vareden kopmaz bir ilişki var. Biz bu ilişkiyi büyük ölçüde Batı uygarlığı üzerinden kurmayı pek seviyoruz!
Oysa şehir-medeniyet irtibatı, kadîm medeniyetler için geçerlidir esas itibariyle. Bu ülkenin metamorfoz yemiş entelijansiyası, bu ilişkiyi, Batı uygarlığı üzerinden kurmaya pek hevesli; ama Batı uygarlığı, ne medeniyettir, ne de şehir medeniyeti! Aksine, -modern- Batı uygarlığı, hem kadîm medeniyetlerde gözlemlediğimiz, insanı vareden, hayatı yeşerten ve yaşanılır kılan bir şehir fikrinden yoksundur; hem de şehri yok etmiştir.
Batı’daki bütün şehir ve medeniyet tarihçilerinin temel ilgi alanlarından biri bu yakıcı gerçektir. Dahası, Batı’da ‘şehir’ üzerine düşünmeyen, yazmayan düşünür handiyse yok gibidir. Bu düşünürlerin başında Paul Virilio gelir. Virilio, modern kent’in ölü mezarlıkları andırdığına dikkat çekerek, Batı’da kentin ölümünü ilan etmiştir çoktan.
Burada sorulması gereken hayatî sorular var: Öncelikle, biz medeniyeti, yalnızca şehir’le veya kent’le birlikte düşünüyoruz; insanı, tabiatı, kozmos’u ve Yaratıcı’yı aklımızın köşesinden bile geçirmiyoruz!
Bu ülkedeki İslâmî entelijansiya da bu zihin moduyla düşünüyor medeniyet’i! ‘Şehir, medeniyet demektir’; ya da ‘bütün medeniyetler, kentlerde kurulmuştur’ vesaire gibi klişe cümleler kuruyorlar. Oysa bu, ‘şehir’ deyince de, ‘medeniyet’ deyince de zihninde yalnızca Batı uygarlığı canlanan, her şeyin içini boşaltan bir çağ körleşmesinin yol açtığı zihnî çoraklaşmanın yansımasından başka bir şey değil.
Medeniyet üzerinde düşünürken, medeniyetin şehirlerde kurulduğunu söylemek, boş bir lâftır. Şehir tasavvurunuz, bir insan tasavvuruna, bir âlem tasavvuruna, bir Yaratıcı tasavvuruna dayanmıyorsa, yalnızca çağın ağlarıyla ve bağlarıyla, bağlamlarıyla ve kavramlarıyla düşünüyor ve boş konuşuyorsunuz demektir.
Oysa Mısır’dan Maverâünnehir’e, Çin’den Maya’lara ve İslâm medeniyetine -hatta kadîm Grek tecrübesine- kadar bütün medeniyetlerde karşımıza çıkan üç şehir arketipi vardı/r: Merkez şehirler, kare şehirler ve daire şehirler.
Bu üç şehir tipolojisinde de, İnsan, Kâinât ve Tanrı birlikte düşünülüyordu ve şehir, ilâhî kozmos’un, insan tarafından bu dünyadaki kutsal bir modeli, bir sûreti, bir izdüşümü olarak tahayyül ediliyor, bu ilke’den yola çıkılarak inşa ediliyordu.
Çin’den Maya’lara kadar bütün insanlığın ortak şehir modeliydi bu. İşte modern Batı uygarlığı’yla birlikte, Tanrı, Kâinât ve İnsan’dan oluşan büyük varlık zinciri ekseninde idrak edilerek hayata geçirilen bu kozmos şehir modeli, yerle bir oldu; tarihe karıştı: Modernlik, insanın Tanrı’yla ve Tabiat’la irtibatını kopartmıştı çünkü.
Sonuçta modernlikle ve postmodernlikle birlikte, üç tür seküler kent modeli çıktı ortaya: Önce Roma, Londra ve Paris’te gözlemlediğimiz taş’ın, cetvel kullanılarak kenti kesip biçtiği ve parçalayarak kuşattığı, Namık Kemal’in dış görünüşüne bakarak hayran kaldığı ama Rimbaud’nun, Engels’in ve Baudelaire’in ‘cehennem’ metaforuyla ağıt yaktıkları ruhsuz, karanlık taş kentler; ardından ilk örneğini Birinci Sanayi Devrimi’nde Londra’da, gelişmiş örneğini ise İkinci Sanayi Devrimi’nde Chicago’da gördüğümüz insanı kentten kovan insansız, kurşûnî demir-çelik kentler; son olarak da en gelişmiş örneğini Los Angeles’ta gözlemlediğimiz, başta Hollywood olmak üzere dünyanın film, müzik ve eğlence endüstrileri aracılığıyla dalga dalga dünyaya yayılan yanıp-sönen neonların ve ayartıcı kırmızı ışıkların sembolize ettiği yalnızca gece kaçış mekânları olarak uğranılan ten kentleri kente art arda ölümcül darbeyi vurdular.
Teknolojik ve maddî gelişmişlikle insanın insanlığını geliştirmesi, hayatı, bütün boyutlarıyla duyarak, soluyarak yaşaması ve hayatın anlamını daha derinden kavrayarak sürdürmesi arasında ters orantılı bir ilişki var. Her büyük teknolojik ve maddî adım, insanın insanlığını koruyabilme sürecinde birer geri adımla sonuçlanıyor aslında: Her tür teknolojik ve maddî atılım, insanı kuşatıyor ve insandan, insanın insanlığından, insanı insan yapan ve hayatına anlam katan ruhundan sürgit bir şeyler ç/alıyor.
Teknolojik ve maddî ilerlemenin faturası çok pahalıya patlıyor insana: Demek ki, Heidegger, teknoloji’yi, ‘başıboş canavar’ diye tarif ederken, boşuna konuşmuyordu.
İnsanlık, insanlaşma sürecinde, her geçen gün mevzî kaybediyor ve geriye doğru gidiyor.
Kentlerden de sürüldü çünkü insan; sürgününü yaşıyor kentlerden kaçarak…
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Diyalog Gazetecilik A.Ş. ‘ye aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan köşe yazısı/habere aktif link verilerek kullanılabilir.