Akademideki mimarlık eğitiminin ilk yıllarında, genellikle varlıklı ailelerin kimi "fantezi" düşkünü çocuklarının hocalardan yedikleri fırçaları asla unutamam...
Örneğin bir arkadaşımız, galiba bina bilgisi dersi için odalarla eşyaları dengeleme amaçlı ev tefrişi çalışmaları yaparken, yatak odasındaki iki kişilik yatağı baş tarafından duvara dayamak yerine tutup odanın tam ortasına koyuvermişti… Atölye hocası, cana yakın ve esprili hocamız Prof. Gündüz Gökçe’nin değerlendirmesi, bugün bile sınıf arkadaşları buluşmalarımızın klasik anıları arasındadır:
-Sen yatakla güreş ringini birbirine karıştırmışsın!
Kardeşimiz kızardı mı bozardı mı anımsamıyorum ama 40 yıldır unutamadığımıza göre, olağanüstü bir mimarlık dersi değil miydi?..
Bir diğerimiz de amuda kalkmış insan figürünü soyutlayan bir bina formu tasarlamıştı. Hepimiz merakla ne deneceğini bekliyorduk. Bu kez hocamız galiba Prof. Ahsen Yapanar’dı… Baktı, baktı, baktı ve dedi ki;
-Mimarlık amuda kalkmaz, çünkü geçici değil kalıcıdır.
Son günlerde medyadaki “tango yapan” çiftlerin hareketlerine benzetilmiş “konut kuleleri” reklamlarına baktıkça anımsadım bunları… Kızla oğlan, erotik tutunmalarla döndükçe kuleye dönüşüyorlar. Aslında hoş ve çekici… Hele o kırmızı elbise!
Ne var ki bendeniz her şeyden önce “kule”lerin içinde “ev”lerin üst üste yığılmasına zaten öteden beri gıcığım. Sadece ben değil, dünya da gıcık olmalı ki artık “kulede konut” devri çoktan kapandı.
Ama bizde hâlâ yükseklik tutkulu “müşteri”si olduğu için ve imar koşullarında da “ayrıcalık” sağlanmaya devam ettiğinden, binaları satabilmek için tango bile yaptırılıyor… Yakında göbek atarak “çiftetelli” oynayan kuleler de tasarlanırsa şaşmayalım.
Reklamı görünce, okuldaki fantezilere yediğimiz fırçaların ardından şunları düşündüm… Mimari ile dans arasında ille de bir ilişki kurulacak ise; bizim Anadolu konut geleneğimizdeki yapı dokusu, “tango”yu değil, “halay”ı anımsatır.
Bakın Kastamonu’ya, Mardin’e, Muğla’ya, Siirt’e, Beypazarı’na, Safranbolu’ya, Eski Foça’ya, Odunpazarı’na, Taraklı’ya, Trabzon’a, Akçaabat’a, Bursa’ya, Cumalıkızık’a Erzurum’un eski evlerine, hatta İstanbul’un Zeyrek, Süleymaniye, Kasımpaşa, Tarlabaşı’na… Ve her yere, her yerimize…
Tüm o geleneksel ve kimlikli evler, sanki halay tutar gibi el ele, kol kola değiller midir? Hangisi tek başına vardır; tümü birlikte, yan yana, “omuz omuza”dır…
Geleneksel evlerimizin her biri kullanıcısına göre farklı kişiliklere sahiptir ama kent dokusunu örerken halay kurar, aynı ritmi, aynı karakteri, aynı heyecanı taşırlar…
Ben tangoyu da çok severim. Rahmetli babam, annem bir dans yarışmasında tango ile birinci olmuşlardı; düğünlerimizde de gelinle damadın ilk dansı “La Comparsita” değil miydi?
Ama konutlarımıza, evlerimize, kimlik ve “bizden”lik katan, bulundukları kent dokusu içinde adeta “halay” tutmalarıdır. Var mısınız tüm tek ve bireyci konutların sıralandığı kendilerini kente karşı koruyan sitelerden artık vazgeçelim; sokaklar boyunca kentle kucaklaşarak halay tutan mahallelerimizi yeniden kuralım.
“Muhafaza”kârlık da budur; “devrimci”lik de…