Çok sıkıcı. Rembrandt sergisini görüp de yazası gelenlerin hepsi söze ışık ve gölgeyle başlıyor.
(Zaten müzenin iletişim şirketinden gelen bütün bültenler de doğal olarak “ışık ve gölge”den söz ediyordu. Gez sergiyi, oku bülteni, döktür yazıyı yöntemi.)
Dutch School ressamları söz konusuysa, ışıktan söz edilmesi beklenir bir şey elbet; çünkü Rembrandt başta olmak üzere bu ekolün ressamları ışığı yeniden keşfetmişler adeta.
İnsan eliyle ışığı yeniden yaratmışlar.
Evet.. Rembrandt, ışığın içinde yürümüş bir ressamdır; karanlıkları terk ederek, yepyeni bir aydınlık titreşimi yaratarak adeta sanatıyla ışığı özgürleştirmiştir. Ve onun ışığı, göz alıcı hatta sert görünse bile; aslında insani, sıcak ve kadifemsidir bana göre. Gerçekliği olmayan bir ışıktır bu; sadece ve sadece bir “Rembrandt ışığı”dır.
Rembrandt ve çağdaşlarının eserlerindeki “ışık ve gölge” 350 yıldır konuşuluyor ve yazılıyor herhalde. Bugün artık bu konuda tek bir yazı okumak, üstüne bir de sergiyi gezmek, insana bir ömür yetebilir gibi geliyor.
Peki, Rembrandt ve çağdaşlarının tablolarında yok mudur başka özellikler “ışık ve gölge”den gayrı?
Olmaz mı hiç, bakmak isterseniz, görülür ânında.
Işığın, karanlığın, rengin, kompozisyonun, mekânın ve detayın olağanüstü bir ustalıkla yansıtıldığı bu eserlerde insanın dikkatini daha çok portreler çekiyor.
Ve bu portrelerin pek çoğunda Hollanda’nın 17. yüzyılının insanları yer alıyor; ancak, bakarsanız, bu şahısların sosyal, sınıfsal konumları hayli üst düzey; tablolarda, o dönemin tüccarları, üst düzey komutanları, kilisenin ve toplumun yöneticileri, akademisyenler ve bunların aileleri betimlenmiş daha çok. Bu portreler o kadar güçlü ki, ifadelerinden, duruşlarından, kıyafetlerinden ve mücevherlerinden zenginlik, güç ve gurur fışkırıyor adeta.
Ama, yine bakarsanız:
Bu sınıfın dışında yer alan insanların, halkın ise (İstanbul’daki sergide de gözlemleneceği gibi) bu değerli ressamlar tarafından yapılmış portreleri yoktur pek; onlar –yani hizmet eden sınıf– daha çok işlerinin başında resmedilmişlerdir.
Hollanda sanatının altın çağı olarak adlandırılan bu dönemin resim sanatında sınıfsal fark oldukça nettir aslında bana göre. Yani bu altın çağ, o dönemin burjuvazisinin (ön burjuvazi demek daha doğru) altın çağıdır aslında. Fırın işçisi yine fırın işçisidir, balıkhanedeki balıkçı ve mekânındaki terzi de öyle, onlar öyle resmedilirler bu yüzden.. altın çağ onlara pek dokunmamıştır.
Rembrandt ve çağdaşları, Hollanda’nın ticaretinin, biliminin en zengin olduğu zamanda, resim sanatında bir devrim yaratmış oldular. Dünyanın zenginliklerini ele geçirmiş az sayıda ülkeden biriydi o zamanın Hollanda’sı. Egemen sınıfı (ön burjuvazi) eğitimli ve sanata düşkündü. Bu sınıf, bilime yaptığı yatırımın yanısıra, sanata da (özellikle resim sanatına) önemli bir destek verdi.
Rembrandt ve çağdaşları zamanında, Avrupa’nın sanatta gelişmiş diğer ülkelerinde Barok dönem yaşanıyordu. Ne var ki, Rembrandt ve diğer ressamlar (bazı görüşler, Barok’tan etkilendiklerini ileri sürse de), bu büyük dalgadan çok da fazla etkilenmemişler; Barok akımın, hayatı betimlerken oluşturduğu idealizasyona itibar etmeyerek, kendi coğrafyalarının realist geleneğini miras olarak kabul etmişler ve primitif Flaman sanatından yola çıkarak, kendilerine ait bir kültürel değeri referans almışlar bana göre.
Rembrandt’ın kompozisyonlarında yer alan kalabalık sahnelerde (örneğin en önemli eserlerinden biri sayılan Anatomi Dersi –gerçi sergide yok ya–) gerçeklik, son derece yoğun ve canlı bir betimlemeye sahiptir. Bu da Dutch resim ekolünün ne kadar gerçekçi olduğunu gösterir zaten.
Ayrıca Rembrandt’ın günlük hayatla ilgili resimlerini de hatırlayabiliriz bu anlamda. Ancak bu gerçekçilik, bu ekolün ifade biçimi içinde bir mana gizliliği saklar bana göre. Öyle ki, bu gizlilik, düşünceyle, hayal edilenin tam da sınırında yer alır; ikili bir durum söz konusudur anlayacağınız; görünenin yansımasıyla, görünmeyenin görüntülenmiş ifşası. Yani, o karmaşık iç dünyanın deşifrasyonu.
Rembrandt ve Çağdaşlarının resimlerindeki o eşsiz ışığa gelince…
Bu ressamlar ışığı nasıl yeniden yaratmışlar böyle?
İnsanın ruhuna gerçekten nüfuz edildiğinde, bu ruhun ışığı yakalanır ve sanat marifetiyle yeni bir ışık olarak örneğin tuvale yansıtılır. Artık sanatçının duygusundan ve becerisinden filtre edilmiş, öznel bir ışıktır bu; ancak esere dönüştüğünde ise artık estetik bir hâl almıştır. Gerçekliği, resmedilen şahsın iç âleminin somutlaştırılarak (biçimlendirilerek) dışarı yansıtılmasıyla estetikleştirilmiş bir gerçekliktir. Bu da çok az sanatçıda ortaya çıkabilen yaratıcı ve derin bir deha ürünüdür.
Kuruluşunun 10. yılını kutlayan Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin “Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde… Rembrandt ve Çağdaşları – Hollanda Sanatının Altın Çağı” sergisinde (ki, Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılı vesilesiyle hazırlanmıştır)Rembrandt’ın yanı sıra Johannes Vermeer, Frans Hals, Jan Steen, Jacob van Ruisdael gibi pek çok büyük ismin bulunduğu 59 ressama ait 73 tablo, 19 desen, 18 obje sergileniyor.
Rembrandt ve Çağdaşları Sergisi, 10 hazirana kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde. Rembrandt’ın –beklenen– o çok ünlü tabloları yok sergide ve Johannes Vermeer’den ise sadece Aşk Mektubu adlı o küçük muhteşem tablo var. Ki, bence sadece onu görmek için bile gitmeye değer bu sergiye.