MOmentum oluşumu "Mimarlar Odasında MOmentum" başlıklı manifestosunu açıkladı.
Açıklama ise şu şekilde:
“Mimarlar Odasında MOmentum:
Mimarlar Odası ortamında devinim arayışıdır. Seçimden seçime de olsa bir araya gelişin potansiyelini, bu sefer sürdürülebilir bir enerjiye dönüştürme çabasıdır. Yeni ve devingen ilkesel ortaklaşmaların itici gücünü, isimlerin ve etiketlerin durağanlığına tercih etmektir. Kişileri yönetici seçtirmenin değil, başka türlü olabilirliklerin sürekli arayışını beslemenin örgütlenişidir.
Nerede durursak duralım, hepimize yakışan Özgürlük, Eşitlik ve Demokrasinin durduğumuz yerin ötesinde olduğunun, kişi kişi bir araya geldiğimizde ne kadar güçlü olsak da hep eksik olduğumuzun farkında olarak
Harekete Geçme Çağrısıdır.
Her gün milyonlarca kent yeniden yapılıyor. Her yapım süreci büyük bir yıkımı da beraberinde getiriyor. Bu yıkım çağının dünya ölçeğindeki gelişmelerine baktığımızda; büyük bir uygarlık projesi olarak sunulan modern yaşam kendisini muazzam bir yıkım politikası üzerine inşa ediyor. Seri üretime dayalı kapitalist yaşam, büyümeye dayalı bir strateji üzerinden bu yıkımı sürekli görünmez kılmaya çalışıyor.
Son kırk yılda mekândan ve zamandan koptuğunu iddia eden, dünya üzerinde büyümeye dayalı üretimini yaygınlaştıran bu devasa sistem, gelecek kaygısını sürekli üreterek var oluyor ve hepimiz bu yok oluşun mağduru haline geliyoruz. Dünya üzerinde ulaşılabilecek tüm mekânlar ve tüm zamanlara egemenliğini kuran kapitalist üretim tarzı, mekânı ve zamanı ele geçirdiği ve belirleyebildiği oranda bize ait olan, kendimizi yeniden var etme olanaklarımızı da elimizden alıyor. Büyük bir fırtınanın içinden geçtiğimizin farkındayız.
Hergün binlercemiz yeryüzü denilen evimizi yeniden yapmaya çalışıyoruz. Proje masalarında, şantiyelerde, evrakların arasında gidip gelen dünyamız, daha iyi bir yaşam kurmak hayalinin eskizleri haline dönüşüyor, ürettiğimiz bu dünyanın mekânı ve zamanı ise elimizin altından kayıp gidiyor. Göreceğimiz resmin boyutu büyürken daha küçük bir resme dikkat kesilmemiz bekleniyor. Parça başı çalışmanın erdemi bize övgü dolu sözlerle belletilmek isteniyor. Tahayyül duygumuzun sınırlarında yaşarken, ellerimizin altından akıp giden mekânın nasıl örgütlendiği üzerine söz dahi söyleyemez hale geliyoruz.
Kapitalist üretim, dünyanın tüm dehlizlerinde dolanıyor, yeryüzünde girmediği kapı, sızmadığı beden bırakmıyor. Anlatılan hikâyenin aksine, mekândan ve zamandan kopartılan tam da bu dünyanın belleğini ozalitlere çeken yapıcılar oluyor. Mekândan kopuş ideolojisi, bu kopuşun sanki tüm dünya üzerinde bizi özgür kıldığı ve her yerde iş yapabildiğimiz yanılsamasını üretiyor. Oysa, şimdi ve burada dünyayı yeniden kurmanın yeri ve zamanıdır.
Dünyanın her yerinde özgürlüğün yapılarını kurmak tam da bu yabancılaştırıcı iş süreçlerinden kopuşla mümkün hale gelecek. Bunun olanakları üzerine düşünmeyen ve bunu eylemeyen herhangi bir pratik ise verili sistemin yeniden üretilmesinden öte bir anlam taşımıyor.
Küresel yıkım politikası, “Oda” bürokratlarının buyurduğu gibi “çocuk”ça bir güzellemeyle geçiştirilemez. Onların despotik yaşam alışkanlıklarına mahkum olduğumuz düşünülmesin. Eski dünya billurlaşıp tel tel gözümüzün önünde dökülüyor. Bu yıkım tablosunun altında muazzam bir enerji ve coşku ile binlercemiz iyi bir dünyanın var olabileceğini biliyoruz. Emeğimizin karşılığını alabileceğimiz, doğa ile birlikte insanca yaşayabileceğimiz bir dünyanın kapısı aralanmışken, kapıdan içeri girip girmemek bir cüret meselesi olarak beliriyor. Verili hayatın idare-i maslahatçıları olmaktansa, bu yıkımın içindeki yabancılaşmamızı aşmak için yola çıkıyoruz.
Krizin mimarlığı üzerine kurulu ideolojiler, tüm yaratıcılığımızı ellerimizden alıyor. Bu üretim biçimi, krizin mimarlığını şekillendirirken diğer yandan da uzun süredir bize mimarlığın krizinden dem vuruyor. Yıkım siyasetini örgütleyen sürekli büyüme ideolojisi ve sermayenin acımasız hareketliliğine dayalı dönüşüm, yaşanılır bir dünya kurulmamasının sorumluluğunu da modern yaşamın kültürüne yıkıyor. Bu ideoloji, modern olanı yeniden üreten ve her daim insanca bir duygu için harekete geçen mimarlık kültürünü, özcü bir tarzda, yıkıcı bir etkinlik olarak fişliyor. Mimarların belirlendiği ve gerçek bir şiddete maruz kaldığı piyasaya dayalı yaşam biçimi ise hiçbir zaman sorgulanmıyor.
Mimarlığın kendisini özcü bir tarzda yıkıcı bir edim olarak fişleyen kapitalist ideoloji ve onların farklı veçheleri eninde sonunda mimarın da toplumsal olarak bu mutlak kötüyü yeniden üretecek bir yıkım mimarı olduğunu her defasında kulağımıza fısıldıyor. Bu ima ve Brecht’in gerçeğin taklidinin yeniden imal edilmesi olarak vurguladığı ideolojik yanılsama, mimarın da piyasa koşullarının evrensel üreticisi ve mahkûmu olduğuna yönelik söylemin genel kabulüne zemin hazırlıyor. Modernist tarzda “mimarlığın yıkıcılığını” imal eden piyasa algısı, mimarların ontolojik ve epistemolojik olarak bir kopuşu örgütleyemeyecek bir iş yaptıklarını ve bu üretim biçiminin tutsağı olduklarını söylüyor. Oysa, mimarlığın krizini işaret edenin ve dünyayı tek tipleştirenin mimarlık kültürü ve modernlik algısı olmadığını görmemiz gerekiyor.
Yıkımın yeni iş olanakları ve mimarların geçimleri için bir zorunluluk olduğunu işaret edenler, aynı zamanda şiddete dayalı toplumsal formların da ortağı olduğumuzu ima ediyor. Oysa ki krizin mimarlığını üretenler, asla mimarlığın kovanlarını örenler değildir. Bizler bu yıkım sürecinin mağdurlarıyız, failleri değil. Mimarlığın krizi olarak imal edilen gerçeklik ise daha hızlı sürede daha çok kâr elde etmeye yüzü dönük olan piyasa koşullarının bizatihi kendisidir. Bu koşullar altında mimarlığın yaratıcı bir edim olarak ön plana çıkmasını, mimarların özgünlüğü yakalamasını, kendi tasarımlarını bir bütünlük ve ahenk içinde toplumsallaştırmasını beklemek, fildişinde kumdan kale yapmayı beklemeye benzer. Bugün tüm kentleri aynılaştıran, dünyadaki yapı süreçlerini tekeli altına alan ve mimarlıkları tek tipleştiren bir süreç işliyor. Bu küresel süreç içinde, geleneğinden kopartılmış bir mimarlık edimi yüceltiliyor. Kendi benini yitirmiş ve piyasanın “döküm ustası” olarak görülen mimarın, tarihle ve içinde var olduğu bilgi hafızasıyla birlikte muktedir olabileceği gerçeği unutturuluyor. Tek yapı içine gömülü bir zihnin, tüm dünyanın temsili olduğu ima ediliyor. Tekillikler üzerine kurulu ve geçmişle tüm bağlarını kopartmış bir tarih algısı üzerinden kendimizi inşa etmemiz bekleniyor.
Sürecin dışında duran, “ahlaki” olarak kendi ruhsal arınmalarını gerçekleştirdiğini sananlar, hiçbir şey yapmamanın verdiği “gönül rahatlığıyla” verili gerçekliği değiştiremezler.
Dünyayı koca bir yapı fabrikası haline getiren, birbirine benzer projeler ve planlarla parçacı bir dönüşüm sürecini tetikleyen tüketim kültürünün ve bu kültürün beslendiği üretim tarzının doğal sonuçlarını yaşıyoruz. Kapitalizmin krizine çare olarak görülen, yık yap kültürü ve yeniden birikime dayalı formasyon, eninde sonunda yaratıcılığı ile var olan mimarı, önce kendi yaptığı işe, sonra da kendisine ve varolduğu yaşama yabancılaştıracak süreci örgütlüyor. Bu süreç içinde, ahlaki tercihlerini ön plana çıkartarak kurtuluşu bir sorumluluk etiğiyle görmezden gelenler, piyasa değerlerinin yarattığı tek tip mimarlık kriziyle baş etme gayreti içine giremeyecek olanlardır. Çoğul bir mimarlık pratiği ve dilinin yeniden yaratılabilmesi için küresel kapitalizmin tek tipleşmeye dayalı ekonomi politiğini eleştirmek kadar, bu eleştiri üzerinden toplumsal formlar üretmek de gerekli ve zorunludur.
Mimarlık pratikleri içinde yer alan binlercemiz, yaşanır bir dünya hayalimizi, yaratıcılığımızı sergileyerek gerçekleştirmek niyetindeyiz. Eteklerimizde duran taşların döküleceği mecrayı doğru değerlendirdiğimizde, kriz üzerinden yaşamlarımızı işgal edenlerin safında değil, mimarlığın krizini aşacak bir yaratıcı pratik içinde olduğumuzu göreceğiz. Bu nedenle gelecek bizim için bir kurma eylemidir.
Esnekleştirmeye ve mekânsızlaştırmaya dayalı kapitalist üretim tarzının mimarlık üretim süreci üzerinde yarattığı yeni ilişki tarzları, mimarı sadece kendi işine yabancılaştırmadı. Aynı zamanda mimarın kendi varlığını ifade eden işi nasıl yapabileceği bilgisini ve örgütlenme tarzını da onun elinden söktü, aldı. Piyasanın bir “yapı teknisyenine” indirgediği mimarın bu esnekleştirme karşısında yaratıcılığını yeniden sergileyebilmesinin ilk yolu, yaptığı işin nasıl yapılacağını belirleyebilme yetisini kazanmasından geçmektedir. Bu nedenle de mimarların, sadece mesleğin yapılış biçimi üzerinde değil, bizatihi üretim süreci üzerinde söz ve karar yetkisinin sahibi olmasıyla bu yaratıcılığın kapısı aralanacaktır. Ancak mimarlık pratiğini bir tür kent yapıcılığına indirgeyen bakış açısı/açıları, mimarlığı, verili toplumsal yaşamın yaralarının pansuman edilmesinde bir araç olarak gördü. Mimarlığa bu araçsalcı bakış açısı, tam da bu nedenle, piyasanın belirleyiciliğini verili ve değiştirilemez bir gerçeklik olarak kabul etti. Bu gerçeklik üzerinden de kendisini tanımladığı bir sivil toplum düzleminde, devlet karşısında oyun havuzunun bekçiliğini üstlendi. Mimarların, yaptıkları işi ve iş yapma zeminini belirleyebileceklerine dair iddiayı yitirenler, kendilerini koruma altına aldıkları “kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu” şemsiyesi altında, devlete karşı sivil toplumculuk oynadılar. Kendi kurallarını koymak, piyasanın yıkıcılığı üzerine eylem üretmek, mesleğin yaratıcı zeminlerini geliştirmek yerine, neoliberalizm üzerinden üretilen devlet ve sivil toplum çelişkisinin bir kanadında kendilerini konumlandırdılar. Bu süreçte meslek odası bürokrasisini elinde bulunduranların görmezden geldiği gerçek ise, meslek odalarının her geçen gün giderek daha hızlı ve yoğun bir biçimde piyasa tarafından belirlendiği gerçeğiydi. Buna karşın, mimarlık camiasının fikri kendinden menkul fiili önderlikleri, yıllarca kendi pozisyonlarını koruyacak bir sivil toplum camiasının elit bir bileşeni olmanın kontenjanından yararlandılar. Ancak tam da bu sivil toplum zemini ya da piyasa, şimdi bu bürokrasinin verili statükosunu tarumar edecek sürecin koşullarını örgütledi.
Düne kadar, devlete karşı sivil toplumculuk oynayan ama diğer yandan da kamu kurumu kimliğinin verdiği yetkiyle Oda üyelerine devlet gibi davranan bu bürokratlar grubu, tüm bu yıkım sürecini de meslek odalarının gelirlerinin merkezi otorite tarafından ele geçirilmesi olarak okumakta ısrar ediyor. Mimarların mesleki haklarını, mimarlık üretim sürecinin tanımlanmasını, mimarın çoğul mimarlık pratiklerini bir tür sivil toplumcu baskı grubu olma siyasetine ikame edenler, sıra kendilerine geldiğinde de, yetkilerinin alınmasından dem vurarak, birden kamu kurumu olduklarını ve devletin bir parçası olduklarını hatırladılar. Son Kanun Hükmünde Kararnameler süreciyle, Oda elitlerinin, mimarlık mesleğinin nasıl tanımlanması, işin nasıl yapılması gerektiğini, yapı üretim süreci üzerinde mimarlığı üretenlerin karar ve yetkilerinin ne olacağını dillendirmekten imtina etmelerinin sebebi de budur. Verili konumlarını yeniden üretecek ve para akışlarını kontrol edecek bir bürokratik hayalin bekçiliği ile devlete kendilerini hatırlatmanın çırpınışı içinde kulaç atıyorlar. Oysa ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Verili neoliberal siyaset ve piyasa ekonomisi, eninde sonunda belli düzeylerde merkezileşme, yoğunlaşma gerektiriyor. Bu gereklilik de, daha az karar vericinin daha hızlı bir biçimde üretim süreçlerini belirleyeceği bir sistemi evrenselleştirmeye çalışıyor. Bu gerçeği görmezden gelen, sadece “alan siyaseti” yaparak kendi varlığını sürdürmeye endeksli bir eleştiri, mimarların toplumsal süreçlerde söz sahibi olmasına yeterli olmayacaktır. Bu gerçeklikten kaçarak, Mimarlar Odası’na veya diğer meslek kuruluşlarına devletin ya da piyasanın ihtiyaç duymadığı gibi bir yanılsama ve korku siyasetini örmek ise, mimarların geleceğine dair hiçbir söz söylememek demektir. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, mimarlık örgütlülüğünün kendi işini yaparken, mimarların varlık koşullarını karar altına alabilecekleri bir sürecin nasıl örgütleneceği üzerine düşünmektir. Bugün doğru soru, mimarların daralan siyaset arenasının sınırlarını nasıl aşacakları; kendilerini ve mesleklerini yönetebilir kılacakları dayanışma, birlikte üretme ve yönetme pratiklerinin örgütlülüklerini nasıl kuracaklarıdır. Oda fetişizmine hapsolmadan bu soruyu sormak, verili piyasa kültürünün ürettiği muhafazakârlıktan da bir çıkış noktasıdır. Bu fetişizm ve muhafazakarlık ikiliğini aşarak, biz bu soruyu soruyoruz. Mimarlar, kendi gelecekleri üzerinde söz söyleyebilecekleri, kendi gelecekleri hakkında karar verebilecekleri, üretimin öznesi olabilecekleri, yapı sürecinin bir teknisyenine dönüştürülmeden temel hak ve özgürlüklerini geliştirecekleri, tek tipleşmemiş bir mimarlık için ne yapmalıdır? Neoliberal siyaset tarzından çıkmak için bu soruya yanıt vermek gerekiyor. İktidarın şurasında ya da burasında durarak, mimarlığı ekonomizmin sınırlarında irdeleyerek neoliberalizmle mücadele edilemez. Mimarlık, siyasal bir eylem ve pratik olarak aynı zamanda neoliberal toplumsallaşmaya karşı siyasal bir müdahale biçimi haline gelmelidir. Bunun için de neoliberalizmin ilga ettiği, siyasal katılım tarzlarını etkinleştirmek ve temel hak ve özgürlükleri geliştirmek gerekir.
Muktedirlerin sofrasından demokrasicilik talep edenlerin yönettiği bir azınlıklar kümesi, mimarlığın yoksunlaştırılmasına karşı ortak bir yaşam siyaseti örgütlemekten sarfı nazar ediyor. Seçimlerden seçime endekslenmiş bir katılım politikası bugün mimarlığın en son tercih edeceği siyasal kültürdür. Mimarlar bugün, içinde varoldukları her türlü örgütlülük temelinde doğrudan demokrasi araçlarını işletecek ve geliştirecek bir örgütlü kültürün var olması için harekete geçiyor. Bu doğrudan demokrasi kültürü, yönetenlerin yönetilen karşısında kendini devlet gibi konumlandırmadığı, mimarları oy ve mali destek aracı olarak görmediği bir siyasallaşma biçimine tekabül ediyor. Mimarlar, mesleki ve toplumsal dayanışma biçimlerinin tarumar olduğu zeminlerin yeniden inşası için, her düzeyde örgütlü ilişkiye sahip çıkıyor.
Yukardan belirlenmiş, demokrasicilik lafzıyla boyanmış bir yönetim algısı, ne devlet karşısında örgütlü gücünü inşa edebilir, ne de yıkıcı piyasa koşullarını aşacak bir üretim için ileriye dönük adımlar atabilir. En temel siyasal hak olarak görülen yönetime katılma, kendi geleceği hakkında karar verebilme ve aynı zamanda yönetenlerin her daim denetlenmesi, aldıkları kararların mimarların meşru zeminleri tarafından bilinir kılınmasını ve gerektiğinde yönetenlerin geri çağrılmasını gerektirmektedir. Kapalı kapılar ardında mimarlık siyaseti üretilemez. Bu siyasal tarz, mimarlığı yıkan toplumsal formlara karşı dönüştürücü bir politika üretemez. Mimarların temel hak ve özgürlükleri ile toplumun temel hak ve özgürlükleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kendi üyesinin geleceğini belirleyebilmesinin olanağını açamayan bir mimarlık yönetim biçimi, toplumun geleceği hakkında da benzer despotik tarzları yeniden üretecektir.
Bu nedenle, mimarların kendi kendilerini yönetebilmesine olanak sağlayacak, farklı ve kademeli örgütlenmeler arasında bir rekabet veya öncelik sonralık ilişkisi gözetmeyecek, sosyal, ekonomik ve hukuki süreçlerde belirleyici olacak bir mimarlık örgütlülüğüne acil ihtiyaç vardır. Bu acil ihtiyacın Mimarlar Odası özelindeki anlamı, üyelerin mimarlık mesleğini nasıl yürütecekleri ile ilgili sınırlı bir belge onaylatma merci olmamalıdır.
Mimarların ortak geleceği ile ilgili kararları ürettiği, bu kararları bir hukuk haline getirdiği, birlikte süreci yönettiği bir örgüt olarak Oda süreçlerinin yeniden üretilmesi gerekmektedir. Bu nedenle ortak bir dayanışma ve yönetime katılma biçiminin aracı olan Mimarlar Odası, sadece meslektaşlarının kayıtlarını tutan, kamu kurumu olmanın verdiği ayrıcalıkla zorunlu üyelik sistemine dayalı kuralları dikte eden bir dışsal yapı olarak var olduğu sürece mimarlardan ve mimarlıktan uzaklaşmaktadır. Mimarların, kendi gelecekleri üzerinde karar verecekleri zeminlerden birisi olarak görülmesi gereken Oda üyeliği gönüllü bir birliktelik olarak toplumsallaştırılmalıdır. Mimarların fikri ürünlerinin korunması, geliştirilmesi ve tek tipleşmeye karşı yapı süreçlerinin dışında bütünlüklü bir mimarlık algısının doğması için örgütlülükler mimarlar nazarında bir zorunluluk olarak değil, mesleki aidiyet üzerinden açığa çıkartılmalıdır.
İş güvenliğinden, güvencesizleştirmeye, fikri haklardan, toplumsal dayanışma biçimlerine kadar kişiyi kendi benliğinin parçaları ile buluşturacak olanakların yaratılması için “mimarlık politikası” doğrudan demokrasiye dayalı bir karar alma sürecini işletmek zorundadır. Bu konuda ısrar etmek bir zorunluluk bir ödev olarak görülen “Odacılık”tan kopuşun adımı olacaktır.
Mimarlar için birlikte yönetmek bir hak ve özgürlük anlamına gelecektir. Eşitliğin mimarlığı yolunda, özyönetime dayalı bir oda için;
MOMENTUM
ÖZGÜRLÜK | EŞİTLİK | DEMOKRASİ”