Yağma Hasan’ın böreği ya da Manzara Hakkı!

Manzaranın keşfi dediğimiz estetik ve görsel sürecin tarihi 17. yüzyıla kadar gidiyor.

Bu keşifle doğanın “kendi” başına estetik bir temsilini ve seyir konusu haline gelmesini anlatmak istiyorum en başta; ya da dinsel ya da mit ile anlamlandırılan “gizemli” veya Hristiyanlık’ın “doğuştan günah” ve cezanın çekildiği toprak parçasının sekülerleşmesi insanileşmesi de denilebilir. Doğanın insanileşmesi aynı zamanda kontrol edilebilir, hâkimiyet altına alınabilir, ölçülebilir bir doğaydı; natürmort (ölü doğa) bir sunumda insan aklının fetih edilebilir nesnesiydi aynı zamanda. Fakat 18. yüzyıl sonu Romantik devrimle birlikte doğa ve manzara, üretilen araçlarla beraber (panoromalar, dioromalar, özel gözlükler) sınıfsallaşan “cehennem” kentin alternatifi olarak “pastoral” bir kaçışın ve insani duygulanımların (yalnızlık, sessizlik, huzur, masumiyet, derinlik) alanı kasvetli bir Hıristiyan evrenden sıyrılacaklardı. 19. yüzyıl modernizmiyle beraber sadece yeşil, huzurlu kırlar, yalçın yamaçlar, yüce doruklar değil, döküntüleriyle, rutubetli sokaklarıyla ve şaşaasıyla kentin kendisi manzaraya dönüşüyordu… Fransız Devrimi Louvre Müzesi’ni baldırı çıplaklara, yoksul gözün kendisini bugüne kadar görünmeyen bir imgeler dünyasına açıyordu birden bire! Endüstrinin getirdiği vitrin, mağazalar, geceyi ortadan kaldıran hava gazı lambaları, mimari tasarım, yeni yeni açılan cafeler, aristokrasinin süslü mekanlarının bürokratik mekanlar olsa bile kamuya açılması, hatta demir kafes Eiffel Kulesi bile modern kenti modern bir manzaraya dönüştürüyordu artık… Kent, tarihi yapıları, geniş bulvarları, demir at trenleri, garları, mağaza vitrinleri, oluşturulan “meta toksinlenmesine” rağmen geniş ve “umutlu”perspektifiyle bir manzaraya dönüşüyordu. Sahte, geçici bir eşitlik ve özgürlük duygusu verse de, göz kendisinin parya olduğunu hatırlatan ya da gizleyen, süslü, heybetli bir kenti seyredebiliyordu. Mülkiyeti kendinde olmasa bile, gözünü suç ortaklıkları ve iktidarla sarmalanmış güzel yüzeylerde dinlendirebiliyor; mağdur olduğu bir tarihselliği izleyebiliyordu; bazen kıskançlık ve hasetle…. 19. yüzyıl edebiyatı birazda Niteliksiz Yeraltı Adamları’nın eşitsiz bu mekanının diliydi bugün klasik olarak evcilleştirsek de; kocaman ışıltılı bir bulvarda atılan aristokratik bir omuz darbesinin olamayacak bir rövanş düşüydü; roman mekânsal incinmenin diliydi, Balzac’ın salonlarından, Orhan Kemal’in kömür kokulu evlerinden Gogol’ün Nevski Bulvarı’na ya da Cadde-i Kebir ve istiklâl’e kadar…

GÖZLERİMİZDEN ÇALINAN KENT

İşte bu değişiyor… 19. ve 20. yüzyılın demokratik mücadeleleri ve devrimleriyle ayaktakımının gözüne sunulan manzara ve kent çalınıyor artık hızla. Kentsel dönüşüm ya da soylulaşma diyelim, ne sıfat koyarsak koyalım, liberalizm için bile, mülkiyetin yanındaki kutsal temel haklardan biri daha gasp ediliyor; seyretme hakkı! Liberal hukuk, kapitalizm ve normatif liberallerin saftirik argümanları eşliğinde liberalizme, kendine bile tahammül edemiyor artık. Örneğin kıyı şeridi, ya da sahanlığı, hatta bir kıta bitiyorsa orada (Asya ve Avrupa’ya hoş geldiniz!) senin gözünü engelleyen, iyotlu kokusunu çekingen aralıklarda sunan kaçamaklara dönüşüverir birden… Beltur’un çakma özgürlüklerinin bile telafi edemeyeceği manzarasızlık ve mülkiyetsizlik acısına evrilir usulca ve kıskançlıkla diyelim tam olsun. Adı kentsel dönüşüm, TOKi ya da ne olursa olsun, yaşadığımız şu aslında: Kent merkezinden, tarihi dokudan istenmiyoruz artık. Yoksul çocuklarının okudukları tarihi, görkemli binalar alınıp otel yapılıyor, ucuz kireç boyalı kübik TOKi binalarına karşılık… Kirli gözlerimiz ya da 19. yüzyıl kentinin en büyük şairi Baudlaire ya da bizden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın imgeleriyle olsun “Yoksulların Gözleri” istenmiyor, (hatta geleneksel orta sınıfların gözleri bile)tarihi siluetlerde rahatsız edici izler bırakan. Son 10 yıldır kentsel dönüşüm ya da Soylulaştırma adı altında yürütülen bu işte tam anlamıyla, insanlığın ve o kutsanan liberalizmin Manzara Hakkını çalmak… Kapitalizm bırak mülkün paylaştırılmasını, manzaranın paylaştırılmasına bile tahammül edemiyor artık. 1990’ların başında sakin ve güvenli kent dışına sitelere çekilen üst sınıflar, aç bir kültürelcilik ve sanat sevdasıyla dönüyorlar artık kentin tarihi merkezlerine. Haydarpaşa’ya, Kandilli’ye ve de Sulukule’ye. Daha önce yoksullara, öğrencilere ve cebi delik sanat bohemine bırakmayı seve seve kabul ettikleri mekânları geri istiyorlar; rezidans, konut, hostel ve sanat merkezi olarak. Babaları gibi püriten cimriliklerinin yırtık çoraplı anıları kesmiyor yeni kuşak burjuvaziyi, tarihi manzarayı da istiyorlar artık; yıllanmış şarap ve peynirli kokteyllere meze yapmak için. Kültürlenmiş aç kurtlar gibi kente iniyorlar şimdi, Barok, Rokoko ve Art Nouveu tınılarıyla ve de sanat sevicilikleriyle…

YAĞMAYA KAHRAMAN GÜZELLEME

Bütün bunlar olurken, ingilizce bilenlerin azlığında kendini Marksist ve avangard olarak pazarlayan bazı kel kafalı çakma Fukolar, muhafazakârlar istanbul’u koruyor cümleleri yazabiliyor utanmadan. işte bunlardan biri, büyük Türk düşünürü, en kahraman aydın Hasan Bülent Kahraman dün Sabah’taki köşesinden şöyle cümleler kuruyor ansızın: “Zaman alacak olsa da istanbul’u kurtarma faaliyeti başladı. Elbette bazı ‘kiç’ kazalar olacaktır, nahoş görüntüler çıkabilecektir ama her şeyin yerli yerinde kalacağı bir dönem doğuyor.” Evet kazalar ha…. Ve utanmadan devam ediyor Kahraman Aydıncık, bırakın mülkiyeti, manzara hakkını çalan rantçı operasyonu güzelleyerek: “istanbul’un siluetinin bugüne kadar kemirilmesinden sonra şimdi korunmak istenmesinin altında yatan asıl dinamik budur. Nitekim, daha önce ‘muhafazakarlık kurtaracak istanbul’u’ demiştim bu köşede yazdığım yazılarda. işte o muhafazakarlık kendisini göstermiştir, bendenizin kehaneti doğrulanmıştır; zaman alacak olsa da ‘kurtarma faaliyetleri’ başlamıştır Dileyenlere bir örnek olarak Beyoğlu Belediyesi’ni göstereyim. Onu da yazmıştım daha önce. Safiyane bir biçimde, ‘içkiyi yasaklıyorlar’ falan denirken, Beyoğlu Belediyesi, çok akıllıca, çok zarif bir çalımla, Beyoğlu’nu dolduran, 25 kuruşa bira içen lümpen kitleyi oradan sürüp çıkarıyor; bölgeyi mutenalaştırıyor. Artık kim diyemez, Beyoğlu’nun kurtuluşu asıl şimdi başladı diye?” 25 kuruşa içen lümpenlerde neymiş ki o mekanı ve manzarayı hakketmeyen… Kel kafalı Fukomuz emaneten kullandığı, bütün samimiyetsizliğiyle kafamıza boca ettiği referansları ve süslü French Teory’yi bile hak edemiyor ve biz acıyoruz bütün haklılığımızla. Ne diyelim… Sadece şunu söyleyelim; o 25 kuruşa bira içen lümpenler o manzarayı geri alacaklar bir gün, kahraman aydınlar ise tarihin arkeolojisinde iğreti bir fosil olarak kalacaklar; sınıfsal belleğin bir hatırası olarak.

Etiketler

Bir yanıt yazın