Van ve diğer depremlerde yaşananlar, temel yaşam tarzımızdan ve insan hayatına verdiğimiz değerin nispetinden kaynaklanıyor.
Hepimizin bildiği gibi; Van’da elim ama sonuçları itibariyle hepimizin alışık olduğu, hatta neredeyse kanıksadığı bir deprem yaşadık ve hâlâ yaşıyoruz. Bu sefer depremin yıkıcı sonuçları sadece yıkılan binalarla sınırlı kalmadı. Deprem bölgesinde süren ağır kış şartlarının da yarattığı olumsuz koşullar Van halkının hayatını iyice zorlaştırıyor ve hatta dayanılmaz hale getiriyor. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından gelen yardımların şartları iyileştirmeye yetmediğini ve insanların çaresizlikten kenti terk etmeye başladığını haberlerden ve Van’da yakınları olan insanlardan öğreniyoruz.
Van’da yaşanan depremi, şimdiye kadar yaşanan diğer depremlerden ayıran ve bir doğal afeti bir felakete çeviren özelliği ise, henüz yaşanmış bir depremin sonuçları bütün çıplaklığı ve vahametiyle ortada dururken yaşanan, kimine göre artçı, kimine göre ise yeni ve nispeten büyüklüğü küçük depremin olası sonuçlarından korunulmamış olmasından kaynaklanan yıkımlar ve can kayıplarıdır. Ve ne yazık ki; bu ikinci depremde Vanlı depremzedelere yardım etmeye giden kimi insanlar da can kaybına uğramıştır.
Ve bizler yine; her depremden sonra yaşanan kısır ve neredeyse kelimeleri dahi aynı olan tartışmalar, yöneticilerin, klasikleşen ve her felaketten sonra tekrarlanan standart tavır ve söylemleri ile artık bundan sonraki depremlerde bu sonuçların yaşanmaması için gerekli tedbirlerin alınacağına dair boş vaatlerine maruz kaldık. Aslında yaşananların, ülke olarak temel yaşam tarzımızdan ve insan hayatına verdiğimiz değerin nispetinden kaynaklandığını açıkça bildiğimiz halde, yine her tarafta sorumlu, daha doğrusu günah keçisi aramaya başladık. İşin ehli olan ve olmayan herkes birilerini suçlamaya başladı. Bu suçlu aramalarda genellikle herkesin aklına ilk gelen müteahhitler, ilgili devlet kurumlarının görevlileri ve kontrollük görevi yürüten mühendisler oluyor. Bir de işin içerisinde olanlardan, bazen, mevzuatla ilgili şikâyetler de duyuluyor. Binanın durumuna göre dile getirilen kişi ve kurumların sorumlulukları olduğu bir gerçek ancak depremlerde yıkılan yapıların çoğunluğunu oluşturan özel binaların sahiplerinin sorumluluğundan neredeyse kimse bahsetmiyor. Oysa özel binaların yapım sürecinde, bina sahibinin önemli, yönlendirici ve binanın kalitesini doğrudan etkileyen bir yeri vardır.
Şöyle ki;
Özel bir binanın yapım sürecinde birden çok kişi ve kurum yer alır. Bunları fiili karar yetkisine dayalı bir hiyerarşi içerisinde sıralayacak olursak (ilgili mevzuata göre öyle olmasa da) en başa bina sahibini koymamız gerekecek. Ancak bundan sonra idari olarak ilgili kurumu, teknik olarak da ilgili fenni mesul mühendisi veya şimdiki uygulamasıyla yapı denetçisi mühendisi koyabiliriz. Hatta ve hatta çoğunlukla, bina sahibinin beklenti ve çıkarları ile uyuşması halinde ustanın söylediklerine dahi mühendislerden daha çok itibar edilir. Dolayısıyla bu hiyerarşiye bir de ustayı ilave etmek gerekiyor. Burada inşaat işinde çalışan ustaların genel bir özelliğinden bahsetmek gerekiyor. Ben on altı yıllık meslek hayatım boyunca gördüğüm, tanıdığım hiçbir inşaat ustasının, bina yapmakla ilgili kendisine danışan insanları bir mühendise yönlendirdiğine rastlamadım. Genellikle her usta kendisince çok iyi bir mimar ve mühendistir. Onlara göre; birileri sorduğunda bulunsun diye veya ruhsat almak için proje gerekiyor. Hatta yetkisi ve bilgisi olmadığı halde, yapılan projelere olumsuz yorumlar yapıp (“Ne gerek var bu kadar demire. Bu demir değil beş kat, otuz katın temeline bile atılmaz.” gibi…) bina sahibini yanlış yönlendiren ve böylece bina yapımında birçok hataya sebebiyet veren çok ustaya rastladım. Oysa ben eczacıların (üniversitede mesleki eğitim aldıkları halde) kendilerine danışan hastalara, reçetesi olmadan veya bir doktorun muayenesi olmadan kendilerince ilaç verdiğine veya doktor tarafından verilen ilaçları değiştirdiğine rastlamadım (istisnalar kaideyi bozmaz).
Binanın yapım yani yatırım kararı, hangi malzemelerin kullanılacağı, kaç kat olacağı, kaç m2 olacağı hep bina sahibi tarafından belirlenir. Ve bina sahibi bu kararları verirken sadece ticari değerlendirmeler yapar. Alınan bu kararlar çoğunlukla da imar kurallarını, mimari ve mühendislik kurallarını zorlar ve hatta aşar. Bina sahibi yapacağı yatırımın beklentilerini (ki bu beklenti genellikle maddidir) karşılayabilmesi için her türlü kural ve kaideyi zorlamakta ve hatta bunun dışına çıkmakta beis görmez. Ve her zaman da işi kitabına uydurup (projeyi imara uygun hazırlayıp sonradan kaçak kat yapmak gibi) binasını kendi bildiği şekilde yapmanın bir yolunu bulur.
Özel bina sahipleri, binalarının yapım işlerini genellikle kendileri organize eder. Usta ve işçileri kendisi bulur, malzemeleri kendisi alır. Yapımını kendisi yönetir. Ve ne kadar ilginçtir ki; bina yapmaya karar veren kişi ilk önce ustaya danışır. Ancak ne zaman ki; ilgili idare inşaatı görür ruhsat sorarsa veya genellikle mimari kaygılarla ve kendi kafasında veya ustanın verdiği bilgilerle! tasarladığı yapıyı çoğunlukla mimara dikte ettirerek bir proje yaptırmaya çalışır. İşin mühendislik kısmı ise ruhsat gereğidir. Nasılsa usta binayı nasıl yapacağını çok iyi biliyor! Aslında biz ülke olarak hepimiz inşaat işinden çok iyi anlıyoruz! Gerisi formalitedir. Bina sahibi, yapacağı binası için gerekli plan ve projeye önem vermediği gibi, ciddi miktarlarda para, emek ve zaman gerektiren yapım işi için hiçbir metraj, maliyet, bütçe ve program çalışması da yapmaz. Bunu sonucu olarak çoğunlukla, kafasında tasarladığı binayı bitireceğini düşündüğü parası, işin yarısında suyunu çekmeye başlar. Bundan sonra da tasarruf! yapmaya çalışır. Tabii bu tasarrufun ona nelere mal olacağını düşünmeden veya önemsemeden.
Meslek hayatım boyunca bana gelen onlarca proje talebinde, bilinçli olarak, yapacağı bina için bir mühendislik hizmeti almak amacıyla proje isteyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bunların içerisinde de yapılan projelere göre gereken malzeme miktarları beklentisini aştığından sonradan proje yaptırdığına pişman olanları da var. Proje dışına çıkması ve kendi söylediği şekilde binasını yapması için ustalarını yönlendiren ve hatta buna zorlayan çok bina sahibi gördük. Hal böyle olunca ne yapılan projelerin bir kıymeti kalıyor ne de yapılan kontrollerin veya çıkarılan kanunların. İnsanlara kanun zoruyla ne kadar sağlam bina yaptırılabilir ki… Dolayısıyla ha bire yeni kanunlar, yönetmelikler çıkarmak yerine ilk önce insanlara bina yapmanın usta işi değil, bir mimarlık-mühendislik işi olduğunu öğretmemiz veya buna ikna etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde her çıkarılan yeni kanun ve yönetmelik, fiili durum ve sosyal gerçeklik karşısında hiçbir yaptırımı olmayan ilgili kurum ve kuruluşların sorumluluğunu arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Yapılması gereken şey; bina yapmayı düşünen her kesin isteyerek, ilk önce bir mimara gidip yapılacak binayı ortaya çıkardıktan sonra, mimarın koordinasyonunda gerekli betonarme, mekanik ve elektrik tesisatı projelerini yaptırmaktır. Ondan sonra yürürlükteki mevzuata göre bir yapı denetim firması ile sözleşme imzalayıp, projelerini bu firmaya ve ilgili meslek odasına kontrol ettirdikten sonra, ruhsat için ilgili belediyeye müracaat etmektir. Gerekli izinler alındıktan sonra da projesine ve ilgili standart ve şartnamelere harfiyen uyarak, mühendisin kontrolü altında binasını yapmasıdır. Bunların tamamı ancak gönüllü olarak ve gerekliliğine inanarak yapıldığında sonuç alınabilir.
Açıkçası insanlığın, her konuda olduğu gibi inşaat ve deprem konusunda edindiği bilgi birikimi ve yapı teknolojisinde gelinen durumu göz önünde bulundurduğumuzda, hâlâ orta sayılabilecek büyüklüklerdeki depremlerde dahi binaların yıkıldığını ve çok sayıda insanın bu yıkıntıların altında kalarak can verdiğini, Van örneğinde olduğu gibi nerdeyse koskoca bir şehrin kaderini değiştirdiğini görmek acı veriyor.