Andrew Finkel'in Hasankeyf üzerine köşe yazısı...
Şöyle bir hayal edin. Televizyon izliyorsunuz. Ama farz edin ki, 100 saat izledikten sonra, evinizden çıkarılıp başka bir yere götürüleceğiniz söylendi size. Bir sonraki evde de 100 saat geçene kadar oturabilirsiniz ama sonra yeniden taşınmanız gerek. Yine de bir futbol maçının başına oturabilir ya da Muhteşem Yüzyıl’ın son bölümünü izleyebilirsiniz elbette, ama sanıyorum birçok insan ekran karşısında harcadığı vakit konusunda daha dikkatli olacaktır. Ya da birilerinin AVM açtığı her durumda bir yasanın kabul edildiğini ve aynı zamanda 16. yüzyıla ait bir caminin yıkıldığını düşünün. Bölge halkı yeni bir AVM’nin dünyadaki en önemli şey olup olmadığı üzerine uzun uzun düşünecektir. Ya da arabayla kat ettiğiniz her 10 kilometre için bir kitap yakmak zorunda olduğunuzu farz edin.
Absürd olduğunun farkındayım ama güneydoğuda olan tam da buna benzer bir şey. Ülkenin batısındaki insanlar rahat rahat televizyon izleyebilsinler, pazar öğleden sonralarını AVM’lerde geçirebilsinler, sonra eve dönebilmek için yoğun trafiğe göğüs gerebilsinler diye, doğudaki insanları evlerinden çıkarmak istiyorlar. Güç kullanmayı reddetmediği için BDP’yi eleştiriyorlar, ama kendilerinin de insanların hayatlarını altını üstüne getirdiklerinin bilincinde değiller.
Kısa bir süre önce Batman’daydım ve Ilısu Barajı havzasının sularına gömülmeden önce Hasankeyf’e gideyim dedim. İtiraf ediyorum yıllar boyu barajın yapılması konusunda kararsızdım. Benim mantığıma göre bir maliyet-kazanç analizi yapılması gerekiyordu. Evet, Ortaçağ’dan kalma bir Arap kasabası suyun dibine gömülebilirdi, ama üretilecek hidroelektrik miktarı düşünüldüğünde, kurtarmak da bir o kadar önemli olur muydu? Bu sorunun cevabını asıl verecek olanlar, Hasankeyf çevresinde yaşayan insanlar sanırım. Yeni barajın sağlayacağı istihdam ile yöre sakinlerine verilecek tazminat, doğal ve tarihsel tahribatı karşılamaya yetecek mi?
Son ziyaretimden sonra, bu kadar uzun süre tarafsız kalmış olmaktan rahatsız oldum. Her ne kadar yöreyi etkileyici bulmuş olsam da, fikrimi değiştiren onun muhteşemliği değil, hâlâ bir karar verilmesi gerektiğini düşünebiliyor olmamdı. Biz, (özellikle de bu gazete) modernite anlayışını topluma tepeden inme bir şekilde kabul ettirme küstahlığına karşıyız. Ama alın size benzer bir küstah modernite anlayışı örneği. Hangisi daha kötü? Evlerinde, okullarında insanlara Kürtçe konuşmalarını yasaklamak mı, yoksa İstanbul’da bir AVM daha yapabilesiniz diye insanları yaşadıkları evden etmek mi?
“Biz keçi değiliz. Orada yaşamak istemiyoruz” diye anlatıyor bir Hasankeyf yerlisi, köyün tepesine dikilen çirkin TOKİ evlerini göstererek. Taşınmak isteyen insanlar olsa dahi, Hasankeyf’in antik tabiatının sulara gömülmesinin ahlaki muhasebesini, kararlarını, doğal olarak alacakları ödenek ölçüsünde belirleyecek olan Türkiye’nin en yoksul bölgesinde yaşayan insanlara bırakmak doğru olur mu? Şehirde şöyle rivayetler dolanıyor; baraj sularından kurtulacaklar ve bu zorla tahliye kararı Sulukule ve Tarlabaşı tarzı bir kentsel tasfiye planına bahane olacak ve başka birileri onların evlerini ele geçirecek.
Ilısu’daki çalışmalar hâlihazırda devam ettiği için bunun bir tür inkâr mekanizması olduğu söylenebilir. Ama bu, yöre halkının kendi kaderini tayin etmesi için danışılmaya değer görülmediğine işaret eden bir küstahlık hâlâ.
Ilısu Barajı’yla birlikte sadece Hasankeyf yok olmayacak elbette. Arkeolojik öneme sahip 500-600 kadar alan var. Hepsi kazı yapılmayı gerektiren yerler olmayabilir ama bu sadece yüzde 10’u oluşturuyordur. Bunlar, mermer yapıları sele dayanıklı Roma şehirleri değil. Dicle’nin Garzan Çayı havzasındaki Gre Amer Höyüğü gibi olanlar geç Bronz Çağı’na ait ve içerdikleri kerpiç sırlar çamura dönüşecek.