Kimi kayıpların ağırlığını daha fazla hissediyor insan. Son yolculuğa uğurlamak acıyı hafifletmiyor; kimi zaman bir yazıyla gidene veda etmek döngüyü kapatmaya yarıyor bir nebze. Fuat Şahinler’in aramızdan ayrılması da böyle işte. Büyük olasılıkla pek çoğunuzun tanımadığı bu özel mimarı anacağım bugün.
Gerçek bir mimarlık gerillası olarak tanımlayabileceğimiz çok özel bir kişilik ve zekaya sahipti Fuat. Babası Orhan Şahinler kadar tanınmış değildi kuşkusuz. Eşine az rastlanır bir meslek tutkusu ve birikimine sahip olduğu halde, onu kullanma biçimini de dilediği şekilde yönlendiren atipik bir mimardı.
90’ların başında bir süre İTÜ’de akademik dünyaya da katılarak pek çok genç mimara dokunmuştu. Analitik bakışı, empati becerisi, mimarlık sorunlarını alışılagelmiş klişelerden farklı biçimde ele almasıyla dikkat çekerdi. Mimarlığın önündeki en büyük engelin şartnameler olduğunu düşündüğü için doktorasını imar hukuku ile tasarım ilişkisi üzerinde yapmaya başlamıştı. Bazı mimarların imar hukukuna tâbi olmadan özgürce inşa etme hakları olması gerektiğini öngören asi fikirleri vardı. Bugün görsel çevremizin çoğunluğunu oluşturan tuhaf geometrilerdeki parsellerde blok nizam ile inşa edilmiş ve saçak konsol ilişkilerinden doğan çirkin çatı morfolojilerine bakınca konu seçiminde de ne kadar ileri görüşlü olduğunu anlayabiliriz.
Ender bir çizim yeteneğine sahip olmasına rağmen bunu kural ve geleneklere bağlı bir disiplin içinde kullanmayı tercih etmezdi. Çoğunluk mimarın yaptığı gibi resmî projeler, uygulama setleri gibi dokümanlar hazırlamazdı. Hatta tercihinin kaçak inşaat olduğu konusunda latife ederdi. Yerinde inşa etmeyi severdi. Çizim onun mimarlıkla ilişkisini düşünsel platformda örgütleyen bir araçtı. Düşüncelerini uygulamaya aktarmak için çizimden faydalanmaz, bir bölü bir maket tekniğiyle yerinde inşa ederdi. Şantiyeye gider, çayını alıp sandalyeye oturduktan sonra mekânı tüm netliği ile hissederek, orada kararlar alarak ilerlerdi. Tasarım yapar ve düşünürken çizer, sonra şantiyede kuma bir çubukla, duvara kurşun kalemle, MDF’ye neyle bulursa çizerek kusursuz iş çıkartabilirdi. Büyük ölçekli projeler, kurumsal yapılar, yönetilmesi gereken ilişki ağları onun meslek pratiğinde yer almazdı. O, mimar, işveren ve kalfa üçgeninde bir konfor düzeni kurmuş ve kendine her projede koyduğu bir hedefi, bir “engel”i aşmaya gayret ederdi.
En değerli yeteneği ise verdiği kararları meşru bir düşünce zeminine oturtma becerisiydi. Bir karar verince ya da değiştirince onu, kafasında çok analitik bir formülle açıklanabilir hale getirerek ikna edici şekilde, her daim sakin ses tonu ve tavrıyla açıklar, tepkileri dikkatlice tartardı. Mesleki hırsı yoktu ama inanılmaz bir aşkı ve tutkusu vardı.
Çok erken yakalandığı ve hayat kalitesini çok ciddi etkileyen ağır hastalıkla 20 yıl mücadele ederken, en verimli yıllarını kendi deyimiyle ıskalamamak için kalemi elinden bırakmadı. Zor duyulan sesi ve titreyen parmaklarıyla her gün yeni fikirler bulup, projeler üretmeye devam etti. Bazılarını uyguladı, birçoğu kağıt üzerinde kaldı. Ancak kesinlikle bir “paper architect” değildi. Yapısal refleksini hep korudu. Her projeyi çocuksu coşkusu ile can-ı gönülden ele aldı.
Yakın zamanda açılan Galataport’un denizle şehir arasında yarattığı duvar etkisine baktığımızda, İstanbul’da özel kullanımda olan kıyılarının kamusal alan olarak birleştirilmesi ve Topkapı Sarayı’ndan Ortaköy meydanına doğru akan alanın tamamının kesintisiz bir yaya aksı olarak çalışması için geliştirdiği projenin ne derece doğru olduğunu bir kez daha görüyoruz.
Mimarlık kariyerime başladığım yıllardan beri tanıdığım, birlikte çalışma ayrıcalığını da yaşadığım, bu süreçte de gerek mimarlık pratiği hakkında, gerekse inşa etmek hakkında çok şey öğrendiğim bu pırıl pırıl zihni büyük bir üzüntü, bir o kadar da minnetle uğurluyorum.