Görüşlerine çok değer verdiğim Fehmi Koru, zahmet edip bu sayfada yayınlanan "AK Parti'nin sanat anlayışı bu mu?" başlıklı yazımı değerlendiren bir köşe yazısı yazmış...
Yazımın Türkiye’nin önde gelen bir köşe yazarı tarafından eleştirilmesinin önce benim için onurlandırıcı bir durum olduğunu söylemeliyim, içeriği ne olursa olsun. Bu yazıya da cevap vermeyi düşünmezdim açıkçası. Eğer Koru her zaman izlemekten büyük bir keyif aldığım zekasıyla bu yazıyı okumuş ve değerlendirmiş olsaydı. Ancak öyle olmamış, Koru bu yazısıyla tam da benim bu yazıda eleştirdiğim zihniyeti bana mal etmiş. Bu yüzden bu “yanlış anlama”yı düzeltmek için ona cevap vermem zorunlu oldu. Her ne kadar onun gibi biriyle “aşık atacak” çapta olmadığımın bilincinde olsam da. Önce “yanlış anlama” nereden kaynaklanıyor, bir cevap arayalım: Deneyimli olanlar hep derler, “iyi bir gazeteci haberi başlıkta verir.” Çünkü yazıları okumaya zamanı olmayan insanlar başlıklara bakarlar ve ona göre fikir sahibi olurlar. Koru da öyle yapmış. Başlık, evet “Ak Parti’nin sanat anlayışı”nı eleştirdiğim izlenimini yaratıyor. Bu yüzden Koru da başlık tarafından koşullandırılmış bir şekilde benim “içinde yer aldığım çevrenin tek seçici olduğu” bir düzen hayal ettiğime hükmediyor. Ben Koru gibi deneyimli bir gazeteci olmadığım için yazının da okunacağını varsaymışım. Ama eğer zahmet edip devamına da bakabilseydi, yazıda güncel sanat ve mimarlığın özel alana izole olmasının tartışıldığını görebilirdi. Yazıda sorun ettiğim, Ak Parti’nin de (tıpkı tepeden inmeci modernleşme anlayışı gibi) sanatta devletçi bir zihniyete saplanıp kalmasıydı. Ak Parti’den daha farklı bir şey istediğimi bu yazıyı okuyanlar anlar. Eğer yazının başlığı buna neden olduysa (Ak Parti’nin sanat anlayışı) böyle bir hata yapmasına neden olduğum için kendisinden özür dilerim. Ama deneyimli bir yazarın okumadığı bir yazı üzerinde yorum yapmasına ne demeli?
Şimdi gelelim yorumlarına:
1. “İKSV’ciler başka zevklere sahip insanları aralarına aldılar mı?”
İKSV hakkında konuşmak bana düşmez ama bu yazıda bu kuruluşa da haksızlık yapıldığını düşünüyorum. O zaman bizim de ne kadar vakıf, dernek varsa hepsine bu soruyu sormamız gerekmez mi? Koru’nun İKSV’yi bir kamu kuruluşuyla karşılaştırması, aynı teraziye koymasının çok da isabetli olmadığını düşünüyorum. Kamunun sanat alanında özgürlük tanıması onun kamusal niteliğinin bir zorunluluğu. Ama yıllardır İstanbul’da son derece başarılı işlere imza atan İKSV gibi bir kuruluşun yöneticilerinin (siyasal veya başka amaçlarla) sanatçılara müdahale etmesini beklemek büyük bir gaf yapmaktan başka ne anlama gelebilir? Çok şükür ki İKSV sırf dengeleri gözetmek (ve basit çıkarlar adına) sanatı feda etmiyor. Bildiğim kadarıyla bağımsız seçici kurullarla Bienal’i yönetiyor ve sanatçıların işlerine karışmıyor.
2. “İçinde yer aldığı çevreyi ‘sanat’ konusunda tek-seçici olarak görüyor.”
Ben şahsen devletin kendi hoşlandığım müzik türünü, mimarlığı empoze etmesini de istemem. Çünkü o zaman benim öznelliğim anonim bir kalıp altında dayatılan bir biçime dönüşür. Bundan da en başta halk zarar görür. Koru’nun beni eleştirirken önerdiği “demokratik” model ise sanatta “bir bizden, bir onlardan” modeli. Bu model zaten neden kamu sahasında sanatçılar neden bağımsız iş yapamıyor sorusunun bir örneği. Olması gereken öznellikleri içerebilecek bir kamu anlayışı, anonimliği dayatan bir kamu değil. Benim bu yazıda ifade etmeye çalıştığım, anonim kalıplar arkasında gizlenmiş öznelliklerin dayatılmasıdır. İstisnanın kural olarak gösterilmesidir. Daha açık söylemem gerekiyorsa, “Osmanlı Mahallesi” tasarladığını iddia eden bir mimar örneğin hangi geçmişi örnek alacak? 20. yüzyıl başı mı, 16 yüzyıl mı?
Balkanlardaki mi, Kuzey Afrika’daki mi, Arabistan’daki mi? Bu tip anonim kalıplar düşünsel enerjinin karşısında bir engeldir. Bunun arkasında seçkinci bir şiddet bulunur. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme projesinde olduğu gibi. Bu yazdığımı en iyi anlayacak kişilerden birinin Değerli Fehmi Koru olacağını tahmin etmiştim. Çünkü kendisini de bu sorun üzerinde kafa yoran kişilerden biri olarak görüyorum. Eğer sanatı da, sanatçıları da zihniyetlerine göre ideolojik gruplara sınıflandırıp, sözüm ona kamu desteklerini onlar arasında denge sağlamak için güya hakça paylaştırırsak, sanat bağımsızlığını yitirir. Bundan da doğrudan halk zarar görür. Zaten sorun bu değil mi?
3. “Ak Parti’yi eleştiren bu mimar Avrupa Kültür Başkenti programında da yer aldı.”
Koru başlatıcısı olduğum, yaklaşık on sene üzerinde çalıştığım ve sonuna kadar da içinde yer aldığım İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti projesine atıfta bulunuyor, Ak Parti’nin farklı görüşlere ne kadar açık olduğunu göstermek için. Ancak söylemek zorundayım ki bu program daha ilk başta Koru’nun (yukarıdaki) paylaşımcı model önerisi gibi uygulandığı için amacına ulaşamadı. Amaç kent ölçeğinde kültür alanında çok aktörlü bir yapı oluşturmaktı. Koru’nun olumladığı “Neoklasik” modele saplanıp kalındı, üzerinde çalıştığımız birkaç başarılı proje dışında program bir kaynak paylaşımı meselesi gibi algılandı, kültür stratejik bir alan halinde tanımlanamadı.
4. “Bu mimar Turgut Cansever, Mimar Kemalettin gibi hangi esere imza atmış?”
Tıpkı kendisi gibi eline su dökmeyi bile hayaledemeyeceğim, çok sevdiğim ve yanında bulunma fırsatı bulduğum rahmetli Turgut Cansever’in gönüllü danışmanı olduğu kamu kurumlarını nasıl acımasızca eleştirdiğini bilirim. Bu nedenle, bağımsız olduğu için, belediyeden çok teklif etmelerine rağmen bir adet proje işi dahi almamıştır, karşı ideolojideki mimarlar (önemli bir Ak Partili yöneticinin söylediği gibi susturulmak amacıyla) yüzlercesini aldığı halde. Vatandaşın doğru dürüst proje hizmeti alamamasının, kamu kültür kurumlarının kötü yönetilmesinin nedeni de bu çıkar paylaşımı temelli model değil mi? Yaptığı atıf nedeniyle bunu da bir ayrıntı olarak belirteyim.
5. “Sanatçılar kelebekler gibi özgür olmalı.”
Ama nasıl? Kültür Bakanlığı’nın bütçesi ve kaynakları paylaştırma biçimi yeterli değil. Yazının can alıcı bölümlerine gelince, bu açıdan beni mazur görsün, yazının en önemli bölümünü de ıskaladığını düşünüyorum. Örneğin yazının sonunda değindiğim Sayın Günay’ın sözleri. “Radikal’de Cem Erciyes’le yaptığı söyleşide Sayın Günay devletin kültür ve sanat işlerine karışmamasını, kamu kültür kurumlarının sivil toplum kuruluşlarına devredilmesi gerektiğini söylüyor. Ona göre bu model devlet aracılığıyla toplumu modernleştirme gayretlerinin bir kalıntısı. Buna ben de katılıyorum. Şunu soruyordum:
“Bu sözlerden devletin kültür ve sanat için daha yarışmacı ve katılımcı bir kamu alanı düzenlemesi yapmasını mı anlamalıyız? Yoksa sermaye destekli kuruluşlara mı devredilmesini mi? Bu ikisi arasında fark var. Seçimlerle iktidara gelen siyasetçilerin halk adına kültür ve sanat alanında yönlendirdiği kamusal imkanları, belirlediği politikalar çerçevesinde geliştirdiği enerjiyi yalnızca piyasa ilişkilerine ve sermayeye yaslanan bir kültür ve sanat üretimi ile cevaplandırmak mümkün mü? AB ülkelerinden örnek olarak gösterilen sanat kuruluşları yalnızca sponsorlarla değil, kamu destekleri ile faaliyette bulunurlar. Giderlerinin bir bölümü kamu bütçelerinden karşılanır.” Bu sayede ticari değeri olmayan ancak kamu yararı gözetilen arkeolojik araştırmalar, sanat ve mimarlık projeleri, bienaller, deneysel çalışmalar kamu bütçeleri ile desteklenir. Hatta kamunun kültür politikaları da bu kuruluşlarla birlikte oluşturulur ve gözden geçirilir.
Yalnızca bir savaş uçağı için yüzmilyonlarca lirayı bütçesine koyabilen bir devlet onun yarısı kadar bir kaynağı neden AKM için ayıramıyor? Ya da boş duran bir kültür merkezi inşaatı için bunun beş katını harcayan kent yönetimi neden AKM’yi restore edemiyor? AKM’ye kaynak ayıramayan devlet nasıl olacak da sivil toplum kuruluşlarına bunun birkaç katını ayıracak? Kültür ve sanatın gelişmesi için hayırseverlik mekanizmalarına ihtiyaç duyulurken “kamu”dan ne anlaşıldığına, önceliklerin nasıl belirlendiğine da bir dönüp bakmakta yarar var. Popülist bir sanat rejimi ile oluşan resmi alan ve piyasa mantığı arasında bölüşülen kültür ve sanatın kamusallığından nasıl söz edilebilir? Bence asıl mesele burada düğümleniyor. Bu nedenle Koru’nun Bakan’ın da sözlerini dikkate alarak tartışmaya İKSV üzerinden değil, Kültür Bakanlığı ve kent yönetimlerinden başlamasını öneriyorum: Örneğin bir kamu tekeli olarak belediye reklam gelirlerinden ve ihalelerden elde ettiği yüzmilyonlarca liralık bütçesi ile övünen Kültür AŞ’den başlamaya ne dersiniz?