Mimari tarih, geçmişi kronolojik olarak açıklamak değildir. Aksine insanın inşa eyleminin tarihini "nasıl" ve "niçin" yapıldığını sorgulayarak anlamı açığa çıkarmaktır.
İnsanoğlunun asırlar boyunca var olduğu bu yeryüzünde farklı inanç sistemlerini, hayat görüşlerini, dünya tasavvurlarını takip eden farklı medeniyetler hep kendini göstermiştir. Eski Mısır, Mezopotamya, Yunan-Helenistik, İran, Hint, Türkistan, Çin, İslam medeniyeti ve günümüzde hâkim olan Batı Avrupa medeniyeti bu medeniyetlerden bazılarıdır. Evrimsel bir bakış açısıyla tek anlamlı medeniyet tarifinden ilhamla her bir medeniyetin birbirinin devamı olduğu ve en son, en zirve medeniyetin günümüz Batı Avrupa medeniyeti olduğunu ifade eden yanlış görüşten ziyade günümüzde gittikçe açıklığa kavuşan çok anlamlı medeniyet yelpazesinden bahsetmek gerekir.
Çatalhöyük modeli New York şehri
Her bir medeniyetin kendisini var eden inanç sistemi, hayat görüşü ve bir dünya tasavvuru vardır ve bu ilkeler neticesinde kendisini var eden ve anlam bulan, felsefi bir altyapı edinen akletme tarzları mevcuttur. Vuku bulan bu akletme tarz’ları bilime, felsefeye, eylemlere, dolayısıyla şehre ve hayatın bütün veçhelerine etki eder. Misal verecek olursak Çatalhöyük’ü var eden medeniyetle, New York’u var eden medeniyetin barındırdığı farklı akletme tarz’larının neticesinde farklı biçimde şehirler ortaya çıkmıştır. Çünkü akletme tarz’larının etkide bulunduğu bilim-felsefe anlayışları inşa eylemine, mimariye dolayısıyla şehre o nispette etkide bulunmuştur.
Bu meseleyi ülkemiz üzerinden konuşmaya devam edersek Jamel Ragep ve Rüşdi Raşid gibi bilginlerin 20. asrın başına kadar devam ettiğini belirttiği İslam medeniyeti dâhilinde var olan bilme tarzından söz edebiliriz. 18. Asırdan itibaren gerilemeye, ardından çöküşe giden ve bu süreçte neredeyse sürekli mağlup durumda olan İslam medeniyetinin müdafii Osmanlı Devleti, Tanzimat’la birlikte çözümü Batı Avrupa medeniyetini, teknolojinin haricinde kültürel anlamda da örnek almakta bulmuştur. İbn Haldun’un ifade ettiği üzere: “Çocuğun, babasının kemaline inanarak ona benzemeye çalışması gibi, mağluplar da kemaline inanarak galipleri örnek alırlar.” Galip örnek alınarak birçok alanda reforma gidilmiş, kaldırılan müesseseler kendi medeniyet potasında eritilemediğinden uygulamalar mutlak bir taklide duçar olmuştur. Yine İbn Haldun’un ifadesiyle bu durum şöyle açıklanabilir: “Mağlup, galibin başarısını gücüne değil adetlerinin kemaline bağlar, bu nedenle galibi taklit eder, ona benzemeye çalışır.”
20. asırda tamamen çözülen İslam medeniyetinin yerini Batı Avrupa medeniyeti almıştır. Ortak aklın-ortak dilin üretiminde önemli rol oynayan eğitim sisteminin değişmesiyle birlikte de yeni/farklı bir ortak akıl-ortak dil oluşturulmaya çalışılmıştır. Tüm çabalar neticesinde asrın başında var olan bilme/ akletme tarzı’nın neredeyse tamamen değiştiği ülkemizde Batı Avrupa medeniyetinin yeni bir numunesi meydana gelmiştir. Konuyu açmak ve asıl meselemiz olan mimariye gelebilmek adına birkaç soruyla devam edebiliriz. Mevzubahis Batı Avrupa medeniyeti nasıl meydana gelmiştir? Batı Avrupa medeniyetinin kendine has bilme/akletme tarzı’nın özellikleri nedir? Pekâlâ, tüm bu olayların mimariye etkisi ne derecededir?
Günümüzde hâkim olan Batı Avrupa medeniyeti esasında ilk defa sanayi devriminin etkileriyle görünür olmaya başlamıştır. İhsan Fazlıoğlu’nun ifade ettiği gibi, “bu devrimin sonundadır ki, ilk defa bilgi İngiltere’de emperyal bir form kazandı ve Karl Marx’ın işaret ettiği gibi ekonomi-politik’in bir parçası haline geldi. Niyet, yapılan eyleme biçimini verdiğine göre bilgi de kadim medeniyetlerde olduğu gibi ‘eşyanın hakikatini bilmek ve bu bilgiye uygun davranmak, kendini olgunlaştırmak, saadeti elde edip neticede insan-ı kâmil olmak’ hedefinden çok ‘maddi dünyayı, doğayı açıklayarak ona hâkim olma’yı amaçladı.” Bilim, içinde felsefeyi de barındıran teorik bilgiden manayı yitirmiş teknik bilgiye dönüşmüştür. Kadimde bir arada olan felsefe-bilim olgusu içinden felsefeyi atarak yeni bir bilme/akletme tarzı oluşturmuştur.
Her medeniyetin kendine has bilme/akletme tarzı olduğu gibi bu bilme/akletme tarzı’nın etkide bulunduğu bilim-felsefenin belirlediği kendine has inşa tarzı da vardır. Türklerin İslam medeniyetine girerken sahip oldukları iki temel niteliği vardı. Bunlardan birincisi hesaplayıcı, çözümleyici ve düzenleyici bir akletme tarz’ına sahip olmaları, ikincisi düzene ve sürekliliğe verdikleri önem. İslam Medeniyeti, Türklerden önce akılda, bilgide, siyasette tam bir parçalanmışlık içindeydi. Selçuklularla birlikte bu parçalanmışlık yerini birliğe, düzene bıraktı. Medreselerle birlikte de ortak aklın ve ortak dilin sürekliliği sağlanmış oldu. Bahsedilen bu parçalanmışlık kanımızca tabii olarak mimariye de yansımıştır. Devletin nizamından/düzeninden sorumlu olan Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk’ün kuruluşunda öncülük ettiği Nizamiye medreseleriyle birlikte mimaride var olan parçalanmışlık bir anlamda yerini düzene bırakmıştır. Anadolu’da ki medreselere baktığımızda ise genel olarak aynı kriterler çerçevesinde tasarlandıkları görülmektedir. Bu, düzene, standartlar dünyasının biçime yansıyışının ifadesidir. Mimarideki bu düzen Osmanlı’da daha bir üst boyuta taşınmıştır. Loncalar, Hassa Mimarlar Ocağı gibi teşkilatlarla örgütlenmeye gidilmiş, teşkilatlar içinde geliştirilen standartlarla birlikte tüm ülke aynı inşa tarz’ında birleşmiştir. Şehirler, aynı dilin, üslubun birer tezahürüdür. 19. asrın ikinci çeyreğine kadar devam eden bu teşkilatlar, kurumların bozulması neticesinde kapatılmıştır. Yerine yerleştirilen kurumlar da istenilen neticeyi verememiştir. Bu süreçte, ülkede esen Batı Avrupa medeniyetinin rüzgârıyla inşa tarzı üst perdeden değişmeye başlamıştır. İlk defa 1883’de kurulan Sanayi Nefise mektebiyle birlikte yeni inşa tarzı düzenli bir şekilde okutulmaya başlanmıştır. Cumhuriyetle birlikte özellikle 1930’lardan itibaren tam manasıyla değişime uğramıştır.
Bu minvalde ülkemizin son 1 asırdır yoğun olarak dâhil olduğu veya olmak istediği bu medeniyetin bu inşa tarzı’nın özelliklerine de kısaca değinebiliriz. Sanayi devrimiyle birlikte gelişen teknolojiye müteakip birçok yeni malzeme, yeni yapı türleri ortaya çıkmıştır. Yeni medeniyetin sahip olduğu yeni akletme tarzı mimariye de yansımış, yeni akımlar türemiştir. Doğan Hasol’un “Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğünde” modern mimari kavramı, “19.yy sonlarından itibaren eski üsluplar, geleneksel yapım yöntemlerinden farklı olarak fonksiyonalist, rasyonalist yaklaşımları ve güncel yapım yöntemlerini kullanan çeşitli tarzdaki yapıları tanımlamakta kullanılmıştır.” Teknolojinin izin verdiği ölçüde yeni bir malzeme türü olan çelikle geniş açıklıklar geçilmeye başlanmış, yüksek katlı yapılar birbirleriyle yarışır hale gelmiştir. Camın artık daha yoğun kullanımıyla birlikte yapılarda şeffaflık ön plana çıkmıştır. Büyükşehirlerde gelişen sanayiyle birlikte köyden kente göçler yoğunlaşmış, ihtiyacı karşılamak adına toplu konut projeleri devreye sokulmuştur. Seri üretim anlayışında hızlı ve tek düze konutlar üretilmeye başlanmıştır. Şehir dokuları medeniyetin teknik bilgisinin el verdiği nispette organik dokudan uzaklaştırılmaya çalışılmış, medeniyetin en bariz örneği olan “insana ve doğaya hâkim olma” düsturuyla yeniden düzenlenmiştir. Kısaca 20. asır kadimde teorik bilimin-felsefe’nin belirlediği mimariden, felsefeden koparılmış teknik bilim’in belirlediği mimariye geçişin yüzyılı olmuştur.
Günümüzde var olan mimari ortam, dâhilinde bulunduğumuz Batı Avrupa medeniyetinin akletme tarz’ına müteakip neredeyse tamamen felsefeden kopuk bir biçimde varlığını sürdürmektedir. Türkiye’de 2017 yılında 1 milyon 323 bin konuta ruhsat verilmiştir. Yani dakikada 2,51 adet binaya ruhsat verilmiştir. Bu kadar hızlı bir üretimin olduğu ortamda üstelik herhangi bir felsefi altyapının neredeyse hiç olmadığı konutların “insani yaşam” anlamında başarısı ne olabilir ki? Esasında bu üretim biçimi post-modern toplumda asli özelliklerini muhafaza ederek tüm dünyada devam etmektedir.
Tüm bu bahisler üzerine “mimarlık tarih”i üzerine birkaç kelam edilebilir. İhsan Fazlıoğlu’nun “Kayıp Halka” kitabında bahsettiği üzere “bilim tarihi” ifadesi, Alman Tarih Okulunun tespitleri ve öne sürdüğü tezler sonucu anlamdan/felsefeden kopmuş olan bilimin insani bir ilim olan tarih ile buluşturulması sonucu bir tamlama olarak açığa çıkmıştır. Kısaca bilim tarihi, “bilimin(yani açıklamanın) tarihini(yani anlamını ve değerini) incelemektir.” O halde bugün anlamdan/felsefeden kopmuş, endüstriye indirgenmiş olan mimari, anlamını bulmak konusunda “bilim tarihi”ni örnek alabilir. Tarih bu inşa eylemi’nin anlamını açıklamak için büyük bir hazinedir. Günümüzde var olan “mimarlık tarihi” tek anlamlı medeniyetin tek anlamlı akletme tarzı’nın bir ürünü olarak okullarda anlatılmaktadır. Oysa mimari tarih (mimar’lık tarihi demiyorum. Çünkü “-lık” eki ölü, sabit, donuk bir anlamı ifade eder, oysa tarih organiktir, günümüze sürekli etki eder.) geçmişi kronolojik olarak açıklamak değildir. Aksine insanın inşa eylemi’nin tarihini “nasıl” ve “niçin” yapıldığını sorgulayarak anlamı açığa çıkarmaktır. Bu minval üzere çalışılan dönemin akletme tarzı dogrultusunda anlamı/felsefeyi açığa çıkaran, çok yönlü okumalara tabi tutulan, anakronizm* ve vigizme** düşmeden mimari tarih anlatımı yapılmalıdır.
*anakronizm: Bugünün kavramlarını geçmişe taşımak
**vigizm: Geçmişi, bugünü verecek biçimde inşa etmek, örgütlemek
Kapak görseli: Mimar Sinan’ın Mostar Köprüsü için çizdiği ve uygulaması için Bosna’daki “Üstat”ı, Mimar Hayr-üd-Din’e yolladığı plan.” Kaynak: twitter.com/arkeoloji_sanat