ÖDÜLLER, ALMALAR, VERMELER: Starların Dünyasında Kol Gezen Adalet

Alkışların ötesinde "Yapıt nedir?", "Ödül nedir?", "Yarışmak nedir?" soruları üzerine tanık olduğum ve akıldan geçen ve beni derin derin düşündüren anekdotlar bunlar.

Bu yazının orijinalini dört yıl önce 26 kasım 2010 tarihli Arkitera.com’un eski köşe yazıları bölümünde o serinin son yazısı olarak yazmıştım. Daha sonra yazı yerli yabancı başka yayınlarda da yer buldu. Bu yılın son günlerinde medyaya yansıyan ödül dağıtımları ve bu konudaki irili ufaklı, yerli yabancı organizasyonlar arasında konu yeniden oldukça güncelleşti. Bunu yıllarca yapan, ödüller dağıtan kuruluşların yanında, para ile katılımı sağlanan bazı tanınmış yabancı organizasyonlardan, bu işin giderek adeta ticarete döndürülmesinden ve bu yolla alınan ödüllerden bile söz ediliyor, mesleki kültürümüz içinde bunun etik tarafları doğruları, yanlışları tartışılıyor. Bütün bu herşeyin en iyileri, en iyileri seçen jürileri ve alkışlarla dağıtılan ödüller arasında tasarım okyanusundaki kendi köşelerinde biribirinden habersiz başka yolculuklar çıkanların hikayesi, uzaktan uzağa biribirleriyle diyalogları aşağıdaki yazıda yer alıyor… İşte yine bir yılbaşına doğru, işte yine noel melodileri etrafta çalıp dururken, yine yılbaşı ışıkları yeri göğü sanki süslemişken, yine en iyiler, jüriler, alkışlar, ödüller manşetlerde gözler önündeyken, akla gelenler… Evet alkışların ötesinde kısacası “Yapıt nedir?”, “Ödül nedir?”, “Yarışmak nedir?” soruları üzerine tanık olduğum ve akıldan geçen ve beni derin derin düşündüren anekdotlar bunlar.

Kiliseye yaklaşırken yol kenarındaki buzlanmış pistte hokey oynayan küçük çocuklar gördüm. Ellerinde uçları dönük sopaları ve özel giysileri ve patenleri ile tel örgüleri ile çevrilmiş, köşeleri yumuşatılmış buz pistinde dönüp duruyorlardı. Yanlarından geçerken, ilerideki kiliseyi daha önce resminde gördüğüm çan kulesinden tanıdım. Yaklaştıkça duvarların mimarisi daha da belirginleşti. Kilise etrafını saran duvarları ile yavaş yavaş söze başlıyor ve sesini yükselttikçe yükseltiyordu. İnip çıkmalar, boşluklar doluluklar, volüm oyunları projeyi uzaktan özetliyordu. Girişleri, avluları, eski kilisesi, ek binaları ile modern bir külliye gibiydi. Sanki birisi yatayda, köşedeki kutuları üstten tutup yukarı doğru çekmiş uzatmıştı. Her yer brüt betondan yapılmıştı.

Eğimin düşük seviyesindeki otoparkın önünde yer alan merdivenlerle çıkılan alt girişler, uzun duvarın tarafındaydı. Her ikisi de beraberce açıldıkları ortak bir avluya gelenleri alıyor, sol taraftaki oditoryum benzeri dik açısal, biribirleriyle çakışan merdivenlerle ana girişin önüne çıkartıyordu. Bu kapılardan girip hemen herşeyi bulmak, anlamak istemedim. Uzun duvarın alçaldığı yerin yanındaki eğimli yoldan, dikdörtgen arsanın kısa kenarından yukarı yürüdüm. Ortada 1940 yılında inşa edilen şimdi cemaatin holü olarak kullanılan eski kilise binası diktörtgen arsanın bir köşesinde duvarlardan biraz uzakta yaklaşık 30 derecelik açı ile uzanmıştı. Bahçenin ortasında hafifçe dönüyordu. Duvarlar, arsada yer alan binaların etrafını ya boşta giderek ya da volümlerin yan parçası olarak çevirmiş, aşağı yukarı hareketlenerek ilerliyordu. Üst kota çıktığımda uzun duvarın yaklaşık ortasında aşağı doğru, kilisenin ana kapısına doğru yönelen merdivenler vardı. Kilisedekiler cumartesi servisini bitirmiş birer ikişer dışarı çıkıyorlardı. Yoluma devam edip aşağı inmeden önce duvarları izlemeye devam ettim. Birisi kalın çizgilerle etrafı üç boyutlu çizmişti sanki. Hemen karşımdaki kilisenin alçak duvarının önünde köşeye doğru bir haç yalnız başına duruyordu. Dikdörtgen arsanın diğer kısa kenarındaki bayır aşağı eğimi takip ettiğimde ise duvarların kilise olarak adeta şaha kalktığı çan kulesiyle noktalanan köşeye varmıştım.

Kilise kompleksinin ana mekanı köşeye yerleştirilmişti. Bütün yerleşmeyi bir melodi, bir müzik parçası olarak düşünürsek, burası notaların yükseldikçe yükseldiği, vurmalı çalgıların sesleriyle doruğa çıktığı, orkestranın coştuğu final kısmı gibi idi. Güneşin çan kulesine vuruşu, gölgeler, çizgili ama saf ve sade beton, çanların metal dönüşleri ve içi boşaltılmış çan kulesinin hemen altındaki köşenin tadını biraz daha çıkarttım. Biraz ileri gitsem başladığım yerdeki kapılara varacaktım. Her yeri kaplayan karın üzerinde, eğimli kilise duvarının yanında, birkaç çocuk kızaklarıyla bayır aşağı kayıp giderken geri dönüp yukarıdaki ana merdivenlerden kilisenin fuayesine indim. Altara ters bir U çizerek girme sürprizini farketmeden önce fuayede solda saklı servislerin arkasında özel bir toplantı odası olduğunu anladım. Sağda ışığın geldiği yere yönlendiğimde girişin hemen solunda siluetler gördüm. Ahşaptan, ağırbaşlı renklere boyanmış, beş altı tane insan figürlü heykeller arka arkaya sıralananmıştı. Daha önce hayatını kaybedenleri sembolize ediyordu. Gelenleri karşılıyor, gidenleri uğurluyorlardı. Fuayeden sonraki girişten, kilisenin loş arka mekanından görüntüsü sanki uzun sinemaskop bir perde de olduğu gibiydi. Yan duvarlarından kopmasına karşın, üst katın basmasıyla arka mekan daha da alçalmıştı. Önümde, ileride ana mekandaki altar aksı, solda rahibin konuşma yeri sağda koro ve büyük orgun olduğu taraf uzunlamasına sıralanmıştı. Ana koridor iki yanlı ahşap oturma sıralarının arasında, mekanın eksenindeydi. Yukarıdan ışıklar yan duvarlara, yerlere vuruyordu.

Planda, salondaki ana aksa dik yatırılmış iki kollu merdivenlerden yukarı çıktığımda, tam üzerimde, kalın bir taşıyıcıyı farkettim. Mekanın üzerinde, yarıktan gelen ışıkla birlikte bir baştan bir başa adeta uçuyordu. Merdivenin ortada bir kutuya bağlandığını anladım. Kutunun dikdörtgen volümü yukarı doğru çekilerek abartılıyordu.. Üzerine de havada giden, uçan bir kiriş oturtulmuştu. Bir yandan da üst katı taşımaya yardım ediyordu. Üstte aynen iki ahşabın birleşmesi gibi görünüyordu. Merdivenin kendisi de daha alçak beton bir kutu idi zaten. Yukarıdan bakınca, altarın sağında, bizdeki cami hocasının çıkıp konuştuğu yere benzer yine bir volüm vardı. Mekanda yüzen bu kutu şeklindeki beton prizmaya birkaç basamakla çıkılıyordu. Vaziyet planındaki kutuların oynamaları iç mekanda da bir tema olarak devam ediyordu. Betonun hemen altında, beton mekanın özelliğini bozmayan sade hatlarıyla tavandan biraz ayrık büyük ahşap tavan tasarlanmıştı. Grid örgünün her karesinin merkezinde de nokta ışıklar yer alıyordu. Bütünlüğü bozmayan ahşap tavan beton volüme takılmış bir yüzeydi, oturma sıraları ise döşeme üzerindeki etkili ahşap çizgilerdi. Erkki Elomaa kutuları yan yana sadece planda değil üç boyutlu kompozisyonda da sürprizli ışık oyunları yaratarak yan yana, üst üste getirmişti. Ama Elomaa’nın yaklaşık kırk iki önce sahnelediği büyük ödülü kazanan yarışma projesindeki bu basit oyun, vaziyet planında ağır başlı ve dingin bir kareoğafi üzerine kurulmuştu. Her volümün kendisi de bu kareoğrafinin bir parçasıydı.

Hafif hardalımsı, turuncumsu seramiklerle kaplanmış kilisenin döşemesi üzerindeki koridorlarda pütikareli olmalarına karşın, çok göze batmayan uzun halılar vardı. Törene katılanlar usulca gittiler. Ayak sesleri ortadan çekilmişti. Kilisenin ortasında rahibe Anne Blomqvist ile karşılaştım. Tanıştık, konuşmaya başladık. Blomqvist Helsinki Üniversitesi İlahiyat Bölümü’nü bitirmiş, master yapmış. Üzerinde hafif sarıya çalan ama beyaz denilebilecek ketenden elbisesi ile boynunda uzun kırmızı, şarap renginde atkısı vardı. Ayak üstü sohbetimizde bu mekanın kendisine ne demek istediğini ya da ne mesaj verdiğini sordum. Bir anlamda binayı burada yaşayan onu kullanan bir kişi olarak tanımlamasını istemiştim. Önce ben bir mimar değilim diye başladı ama sonra düşüncelerini, hissettiklerini büyük bir içtenlikle sıraladı. Bu beton kutuyu “Burası boş bir mekandır” diyerek tanımladı. “Bu mekanda sözler uçuşur gider” dedi. Bu sözlerin farklı günlerde değiştiğini, vurguladı. Gerçekten de burası sözleri saran bir boş mekan, bir boş kutuydu. “Kelimeler resimlerden daha çok önemlidir” dedi. Şarkıların ilahilerin burada söylendiğini, bazı günlerde de orkestranın verdiği konserlerin bu mekanı doldurduğu ekledi. Bu abartılı boş beton mekanın iç duvarlarında, kilise altarında yer alan yerel bir sanatçı tarafından yapılan İsa’nın çarmıha gerili ahşap kabartma heykeli – ki Elomaa bunu çok sevmemişti – ile ayetlerin numaralandığı, izleyicilerin rahatça görmesi için alt alta sıralandığı, siyaha boyalı sökülüp takılabilen rakamlar dışında resim ya da sembol bulmak zordu. Sonra Protestanlığın bir dalı olan kendi mezhepleri Lutheryanlık üzerine ve bu inançtan gelen süssüzlük, resimsizlik ve sadelik gibi kavramlardan, Finliler’in genelde belki de derinlerdeki dini inanıştan ötürü yaşamın bir çok alanına giren sadeliği benimsemelerinden konuştuk. O hafta sonu hayatını, daha önce kaybedenleri hatırlama günüydü. Blomqvist üzerindeki uzun atkının kırmızı renginin farklı anma ve kutlamalara göre değişik takılmasından beyaz, siyah, yeşil, mor ve maviye dönüşmesinden söz etti.

İç bahçeden geçip, oditoryum benzeri kademelenmelerden aşağı doğru inerken, binaya ilk yaklaştığımda gördüğüm ama girmediğim avlu kapılarından birinden çıktığımda, beyaz karın üzerindeki izlerden dışarı doğru yürüdüm. Yatık gelen güneşin vurduğu uzun gölgeleriyle hızla dönerek buz hokeyi oynayan çocuklar hala ilerideydiler. Ben de hala rahibe Anna Blomqvist’in tanımladığı, gizemli boş mekanı, sözlerle hayat bulan boş mekanı düşünüyordum. Deneysel bir mekan gibi idi. Sanki kalabalıklara, aktivitelere hazır, granit taşlı boş Fin meydanları, apartmanların yüksek duvarlı boş arka bahçeleri gibiydi. Hala Erkki Elomaa’nın Fin Mimarisi’nin oldukça uzak bir köşesinde kalmış resmi Fin Mimarlık Medyası’nda özellikle de Fin Mimarlığının kalp atışlarını her sayısında adeta periodik olarak yayınlayan Arkkitehti de son zamanlara dek yeterince yer bulamamış, 1960 ların sonlarına doğru tamamlanan Järvenpää Kilisesi’ni, yaptığı birkaç proje sonrası daha 36 yaşındayken pratik olarak mimarlık yapmaktan neden vazgeçtiğini düşünüyordum.

Aklıma gelen başka bir şey de bu yanlız binanın hikayesi ile belki de dünyadaki tüm zamanların en yanlız melodilerinden birinin hikayesindeki benzerlikti. Johann Pachelbel’in Re majör Canon’u ve Erkki Elomaa’nın meçhul kilisesi yan yana geldi. Belki de bu kilise, yaklaşık 316 yıl önce, 1694 yılında Johann Christoph Bach’ın düğünü için bestelendiği söylenilen başka bir baş yapıtla bir anlamda aynı kaderi paylaşıyordu. Re majör Canon yüzyıllarca unutulmuştu. 20.yy da tekrar keşfedildi, 1919 da ilk defa tekrar basıldı. 1940 da ilk defa kayda alındı. Günümüzde ise tekrar popülerleşti. Sadece müzisyenler arasında değil sıradan dinleyiciler tarafından da beğenilen bu melodi, klasik müzik dünyasının diğer klasikleri ile birlikte, belki de klasik müzik dünyasında şimdiye dek bestenen en popüler parçalardan biri oldu. Ama yüzyıllardır yapayalnızdı, tek başınaydı, ustasının tek eseriydi devlerin arasında. Diğerinin yani Jarvänpää kilisesinin ise yapıldığı döneme göre çok önemli bir yapıt olmasına karşın kendi ülkesinde bile, hatta ülkesinin mimari çevrelerinde bile şaşılacak derecede az biliniyordu. Bir nedenle ustasıyla birlikte bir kenarda kaldı, ya da bir şekilde kenarda bırakıldı. O da yapayalnızdı.

Bu yanlız yapıtlar, aslında Elomaa’nın* ve Johann Pachelbel’in** görünen, tek yapıtlarıydı. Buz dağının, su üstünde görünen yüzleri gibiydi. Her iki yapıtta, bilerek ya da bilmeyerek yaratıcılarının kariyerlerinde yaptıkları altın vuruşlar olmuştu. Ama starlar dünyasında kol gezen adalet, ünvanlarını her ikisi için de çok farklı şekilde dağıttı. Bir sürü kaynakta Pachelbel tek parçası ile Barok müziğin üstatları arasında, Bach, Hendel, Vivaldi, Teleman gibi tüm zamanların en büyük müzisyenleriyle birlikte yer bulup, onlarla aynı sahneyi paylaşırken, Erkki Elomaa ise bırakalım uluslararası arenada Pachelbel’in bulduğu şansı bulmayı, Fin Mimarlık Dünyasında bile gereken değerini bulamadı.

Bu rastlantı, Elomaa ve Pachelbel’in iki farklı kaderinden, iki farklı yaşamından, adeta bugünlere yansıyan anlamlı bir duettir. Bu örneklere bakarak, belki de gerçekten tek ödül yapıttır. Onlarca yüzlerce değil, zamanı geldiğinde, eğer gelirse yapılabilecek belki de sadece tek bir yapıttır. Hatta yüzlerce, birkaç tane ya da tek bir tane yapılabilse bile. Hatta hiç yapılamasa, buna fırsat bulunamasa bile. Peki, diğer yanda ödül nedir ? Alkış, şan, şöhret, kabul görme, ünvan, tanınma ya da para. Bu yazılanlardan bazılarının Pachelbel’i yüzyıllar önce bestelediği tek bir melodiyle yüzyılların derinliğinden çıkarıp günümüze getirmesi, hala taptaze gözümüzün önünde tutması gibi. Ya da Elomaa örneğinde olduğu gibi yukarıdakilerden çoğunun gerek onun yapıtını ve gerekse de kendisini özellikle günümüzde şu ana dek bulmaması hatta neredeyse unutulup gitmesi gibi. Ama her şeye karşın, sonuçta belki de önemli olan yapıt için, kendi tariflediğimiz yapıt için çalışmaktır, onun için çaba göstermektir ve onun için hazır olmaktır ama kendi koyduğumuz kurallarla, kendi gideceğimiz yolda olmaktır. Yarıştıran bir sistemin istedikleri arasında, durmadan yarıştıran bir dünyanın hızlı temposu içinde olsak da, sadece kendi hızımızla yarışmaktır, yaşamaktır. Daha da önemlisi yapıtı yaratanın kendisinin bu işten keyif almasıdır. Onun kimsenin araya giremiyeceği özgürlüğünü yaşamasıdır. Kısacası, kendi gerçeklerimizle, kendi özel köşelerimizde olanlardır, sanat adına yaptıklarımız, yapmaya çalıştıklarımızdır. Yoksa öte tarafı hesabı yapılmayacak, yapılamayacak başka bir hikayedir. Belki de hem Elomaa ‘nın hem de Pachelbel’in bir anlamda farklı seviyelerde, farklı ülkelerde, farklı alt yapılarıyla, farklı meslek dallarında, farklı yüzyıllarda, farklı ortamlarda yaptıkları gibi. Sonra da, sanki yapıtlarını kıyılarını, adalarını hiç bilmedikleri, uçsuz bucaksız bir okyanusun ellerine bırakıp gitmeleri gibi.

Dinlediğim bir çok orkestranın Re Majör Canon yorumları arasında Herbert Von Karajan’ın yönettiği Berlin Flarmoni Orkestrasının çaldığı versiyonu ayrı bir yer tutuyor.*** Yıllardır orada burada, bir yerlerde karşıma çıkan yukarıda sözü geçen melodiyi, tekrar, bu defa sanki ilk defa duymuşcasına, dinliyorum ve onunla birlikte sanki Järvänpää’daki meçhul Kiliseye tekrar bir kez daha dönüyorum. Melodi, çellonun hassas darbeleri ve fonda çembelonun ona tempo veren çekmeleri ile başlıyor usul usul ve hemen arkasından, ilk mezürden sonra keman da tempoya uyup aralarına katılıyor. Biraz ilerisi sanki nefes alıp verme gibi. Kısa, tekrar eden bir bas figürün üzerinde inşa edilmiş 28 çeşitlemesinin seri olarak yan yana gelmesinden oluştuğu söylenen bu melodi, işte genel temasının ilerideki ipuçlarını vermeye başlıyor bile. Eskizle beyaz kağıdın üzerinde, her birinin nüansları farklı çizgiler ardarda çizilmiş gibi. İnişler ve çıkışlar belirginleşiyor her adımda.

Tekrar, tekrar yine tekrar. İşte aralarına alto kemanda katılıyor. Notalar kıvrımlı bir yolda gidercesine sağa sola devriliyor ve sonra yine aynı çizgiye geliyorlar hep birlikte. Melodi yükseliyor, alçalıyor, etrafında ne bulduysa, önüne ne kattıysa bir rüzgarın esmesi gibi yavaş yavaş, hassas bir şekilde. Herşeyi bir aşağı bir yukarı çekiyor ama hep aynı ritim tekrar ediyor. Bir ayin havasında, bir meditasyon havasında dinleyeni hipnotize eder gibi notalar tekrar eden tekerlemenin içine batıp çıkıyorlar, her tekrarlarında farklı nüansları, renkleri olan bir tekerleme içinde. İşte şimdi tempo daha da hızlanmaya başlıyor sanki tepelere doğru çıkarmışcasına, çıktıkça çıkarmışçasına. Orkestra, notalar, renkler, kısacası herşey, şimdi daha da keskin. Ve sanki taşlar aşağı yuvarlanmaya başlıyor bu defa. Melodinin parçaları bir bir, sanki düzenli bir şekilde bir yerlere akıyor. Suların sereserpe yerlere dökülmesi gibi. Elomaa’nın kendi ülkesinde bile pek neredeyse bilinmeyen meçhul kilisesinin efsanevi yan duvarını izliyorum uzaktan uzun uzun. Yine Re majör Canon beni bir yerlerden yakalıyor. Aşağıdaki yolun yanına yatmış, bahçeyi dış dünyadan ayıran alçak bir duvar, boşluklarıyla tek bir çizgide gittikçe gidiyor melodideki gibi. Yükselmeye başlıyor, çıktıkça çıkıyor. Şimdi finale girme zamanı ve Berlin Flarmonisini yanına sanki Londra Senfoni Orkestrasının nefeslileri de ekleniyor. Ana kütleye geliyoruz. İşte çan kulesi. Çan kulesi orada nesi varsa, çalmaya başlıyor hep bir ağızdan nefeslilerle birlikte. Uzun duvarda başka bir lezzet buluyorum. Steven Holl’in mimarisinde, hep kullandığı boşluk ve dolulukların dik açısal düzende, simetriyi bozarak yaptığı özgün detaylarının büyütülmüş, sanki dev bir boyuta aktarılmış hali canlanıyor gözümde, melodi yavaş yavaş biterken, betonlar arasında ağır ağır gözden kaybolurken… Melodi tekrar başa dönüyor ve tekrar o sessiz, sabırlı tekrarlamalarının arasında her şey yeniden başlıyor… Yüzyılların ötesinden, Elomaa’nın gururla, dimdik ayakta duran yapıtına, kilisesine saygıyla…****

* Erkki Elomaa (1936 -1989), yakın sınıf arkadaşı Fin Dünyasının çok önemli mimarlarından bir olan Juha Leiviskä’nın onun üzerine yazdığı makalede verdiği bilgilere göre (Juha Leiviskä, Erkki Elomaa’nın Ardından, Betonart Magazine, sayfa 64-66, Kış sayısı, no 13, 2007) kendisi için örnek birisidir. Yetiştiği Otaniemideki mimarlık okulunda döneminin en yeteneklisidir. Özgün tasarım ve çizim yeteneği ile birlikte yanılmaz da bir gözü vardır. Bu makalede sözü geçen 1963 – 1968 arasında yapılan Järvenpää Kilise’si ve 1964 -1965 deki Heinola İmar Planı Yarışmasında (Veikko Heino ve Antero Raivola ile birlikte) birincilik ile Rauma Kent merkezi yarışmasında da ikincilikler almıştır. Ayrıca daha başka birkaç konut ve imar planı projeleri yapmıştır. 1970 lerin başında bu tarihten 20 -30 yıl önce yapılan ayrık düzendeki arsaları tamamlayan korumalı bir bahçe mekanı oluşturan konutları tasarlamıştır. Daha sonra da 1972 de Espoo Belediyesi İmar Müdürlüğünün hizmetine girmiş ve yavaş yavaş pratik mimarlık yaşamını bitirerek özel proje yapmaya son vermiştir. Son yıllarında ise Espoo’daki değerli manzaraların olduğu doğal mekanların ve bütünlüklerin korunması üzerine çalışmıştır. Leiviskä’ya göre Elomaa’nın çalışmaları zamanın akımlarını izlememiştir. Järvenpää Kilise’si Elomaa’nın mimari yaklaşımlarını yansıtan, onları özetleyen bir yapıttır. Erkki Elomaa, 53 yaşında hayata gözlerini yummuştur.

** Johann Pachelbel (1706 -1653) ise Barok bir besteci, organist ve hocadır. Protestandır. Güney Alman Org Geleneği’ni zirveye çıkaran bir müzisyendir. Yüzlerce parçasını daha çok dinsel (sacret) ve secular müzik alanında bestemiştir. Müziğe kattıkları ile Orta Barok’un en önemli bestecilerinden biri olarak tanınmıştır. Geç Barok müziğe katkıları olmadığını ya da dolaylı etkisi olabileceği hala tartışılmaktadır. Yaşadığı dönemde Erkki Elomaa’nın aksine çok kabul görmüş, öğrencilerınden kendisini takip eden, kendisinden etkilenen çok olmuştur. Ama ilginç olanı, bir düğün için yazıldığı söylenen en bilinen meşhur melodisi, onun genel kariyeri içindeki genel eğiliminden farklı eğilimde bir melodidir. Yaptığı, denediği tek canondur. Bu parça, bestecisinin kariyerindeki özellikleri özetlemekten ya da onları yansıtmaktan uzaktır. Ama kendisine büyük ün kazandırmıştır. Pachelbel’de, garip bir raslantı, aynen Elomaa gibi aynı yaşta, 53 yaşında yaşamını yitirmiştir.

*** Sözü geçen melodinin üç farklı versiyonu şöyle
http://www.youtube.com/watch?v=C49V8w3irEk
https://www.youtube.com/watch?v=XguqZ2WvckM
https://www.youtube.com/watch?v=JvNQLJ1_HQ0

**** Bu makalenin bir versiyonu, 2007 tarihinde, BETONART Dergisinin 13. Kış sayısında “Sözlerin Uçuştuğu Mekan” başlığı ile ayrıca Fin Mimarlık Dergisi ARK (Finnish Architectural Review) 2011/2 sayısında ve yazarın yine aynı yılın başında Helsinki de, Parvs Yayınevi tarafından Fin Dilinde basılan MUOTOKUVIA (PORTRELER: Fin Mimarlık ve Sanatından Eskizler) adlı kitabındaki 11 makaleden biri olarak yayınlanmıştır.

Fotoğraflar: Simo Rista, Fin Mimarlık Müzesi Arşivi

Etiketler

2 yorum

  • tuna-han says:

    Çok keyifli ve ufuk açan bir yazı olmuş, ellerinize sağlık. Yazının eğildiği noktayı dikkate alınca gözlerim Margaret Mitchell’i aradı. Hayatı boyunca tek kitap yazmış ve o da okyanusa bırakıp çekilmiş. Yanlış hatırlamıyorsam Enis Batur , çok fazla kitap yazan Balzac ve tek kitap yazan Margaret Mitchell’in karşılaştırması üzerinden bir deneme yazmıştı. Bu konuya mimarlığı ve müziği de dahil ettiğiniz için teşekkürler 🙂

  • huseyin-yanar says:

    Selamlar Tuna Han Koc. Cok tesekkur ediyorum bu degerli yorum icin. Hem Enis Batur’un o yazisini hem de sozunu ettiginiz Margeret Mitchell’in kitabini bulmak ve her ikisini de okumak cok isterim. Siz de bazi baglantilar varsa, makalenin ve kitabin adi gibi, elde edebilirsem sevinirim. Ben de onlari uzaklardan arayacagim. Tekrar sagolun anlamli ve cesaretlendirici mesaj icin. Yine bembeyaz bir kuzey gunuden sevgiler…

Bir yanıt yazın