Başlangıçtı, hiçbir şey yoktu ve âniden, “Evvela ışık oldu!“
Kutsal Kitapların ilki Ahd-i Atik’in 1.Bâbı’nda, ilk satırda denildiği gibiydi; ortalık parladı, aydınlandı. Galiba Güneş açmıştı! Sonra dünyada bitkiler, hatta kırmızı elma ağacı bile yetişti. Fakat burada bir karışıklık var! Cennette yaşayan biri erkek ötekisi dişi iki fâninin elma ağacına uzandığı söyleniyor ya, demek ki Güneş oraya daha evvel ışığını göndermiştir; ruhanîlere sormalı, karışık iş vesselam.
Elmayı merak eden ilk dişi Havva, tadına bakmadan duramayacaktı; kadın, o günden beri zaten yemişlere hep meraklıdır.
Âdem Babamız, sırf bu yüzden Havva’ya kırgındır; onu suçlar.
Havva yüzünden rahat minderine raptiye konmuş gibi, huzursuz kaldı; Cennet’ten kovuldu.
Elmayı yemeselerdi sindirim sistemleri çalışmayacaktı; ama, bir kez çalıştı; hâlâ o günden beri insanlık kanalizasyon dolduruyor.
Aslına bakılırsa, Âdem’in Tanrı Babayla bir geçimsizliği yoktu, pekâla güzel güzel anlaşıyorlardı. Âdem, kendisine güvenip Cennet’in tapusunu onlara âdeta teslim etmiş bulunan Tanrı’nın kalbini kırmış, yasak elmayı Havva hatırına hatur hutur yemiştir.
Burada Âdem’e kızmamalı, nihayetinde erkektir, canfes kadın bedenine yanılabilir.
Zira şehvet ve ihtiras, baldan tatlıdır, insanı tâmah ettirir.
Mevlana, Mesnevi’sinin 2694.beyitinde “Tâmah eden, alçalır!” diyorsa, boşuna değildir.
Çerkeslerde buna benzer bir söz bulunur, “Aklı apış arasında olanın başı öne eğik olurmuş; hep orayı düşündüğü için yahut yaptığından utandığı için…“
Gelelim Havva’ya! Bu suçlamanın altında kalmadı, elma ağacına sarılmış bir yılanın kendisini bu işe sürüklediğini iddia edip kabahati yılana yükledi.
Yılanın dili habire dışarıda olduğundan bu suçlamaya cevap verecek hâlde değildi; yılan bir şey söylemedi, tııssladı…
Âdem ve Havva arasındaki elmaya dair iftira, suçlama, töhmet, gıyâben konuşma, dedikodu, itiş kakış hâlen sürüyor:
Biz, bugünün güyâ modern insanları, her şeyi suçlayıp kendimizi temize çekiyoruz amma ve lakin, asıl kabahatin Havva’da olduğunu söylüyoruz. Havva’dan sonra Vahile de kabahatlidir!
Nuh Peygamberin karısı Vahile, Tûfanın çıkışından sorumludur. Vahile, kocasının peygamberliğine inanmadığı için ardından dolap çevirir, onun meczup olduğunu söyler, kadına kızan Tanrı, sonunda sular seller gibi gâzaba gelir.
Kabahatin ne olduğu artık silikleşip önemsizleşmiştir, kabahat nesnelleşmiş, elma yenile yenile anlamını da yitirmiştir, sel baskınları küresel ısınmaya bağlı olarak artış göstermiştir.
Elma lezzetlidir, gül ağacı ailesinin uzaktan kuzenidir; siz elmayı yeyince aslında gülün meyvesini yersiniz.
Gülün dikeni, Kutsal Kitaplara göre, elma vaziyetinde ortaya çıkıp tüm insanlığın rahat minderine çoktan batmıştır. Şimdi herkes herkesi suçlamaktadır.
Mesela, Karl Marks, insanlığa dair sıkıntıların tüm kabahatini kapitalist sisteme yükler; Charles Darwin ise bütün dinlerin başa bela olduğunu söyler; aklı fikri erkeğin penisiyle kadının vajinasında bulunan Dr.Freud ise seks ilişkisini töhmet altına alır, seksüel fantazilerin günahkâr olduğunu söyler; ünlü diyet uzmanı Dr.Atkins, İncil’de adı geçmediği için patatesi Şeytanî bir yiyecek diye suçlayıp sakın yemeyiniz ikazıyla bize hatırlatır. Bunları sıralamaya kalkarsak yazımızı kısa kesemeyiz; kimse üstüne almaz, o hâlde geçelim.
Zaten, Nasreddin Hoca fıkrasında söylendiği gibi, “Kabahat samur kürk olmuş, ancak kimse üstüne almamıştır.“
Hasılı, suçlayan suçlayanadır…
Ben, mesela, falancayı suçlarım…
‘O falanca var ya, böyle yapmasaydı öyle olmazdı,’ derim.
Bazı yakınlarım da beni suçlar, kapitalizmin bütün kabahatini bana yükler, vazgeçme maliyeti diye bilinen iktisat teorisi gereğince benim yazarlığa ayırdığım vakitlerden piyasada olsaydım kazanmam mümkün bulunan, ancak görüldüğü gibi benim Menkul Kıymetler Borsası’nda bulunmadığım için muhtemel-piyasamdan çalınmış ve başkalarının cüzdanına girmiş paraların, papellerin ve banknotların, çil çil altınların cebime girmediğini sık sık bana hatırlatırlar…
Tarih denilen kısacık tik-taklı zaman dilimi baştan aşağıya hep suçlamayla doludur; neresinden başlasak ne ortasını, ne de sonunu getiririz.
Lakin bütün bütün ümidi kesmemelidir; Vicdanlardaki yükü azaltmak için Günah Keçisi ne güne duruyor?
Suçlamaların, ihsas ettirmelerin, töhmet ve kabahat altında tutmanın tamamını Günâh Keçisine yükleyip kurtulması güzeldir, ferahlatıcıdır, rahatlık verir.
Günâh Keçisi, zavallım, Yahudiler tarafından çöle, kaderine bırakılan ve orada ölüme terk edilince, güyâ geride kalanların bütün kabahatlerini üstlenip yok eden biçâredir.
Aslında, Günâh Keçisi, Tevrat’ın kıvrık köşelerinde unutulmuş, asırlar boyunca gözden kaçmıştı; eh, keçi bu, kâh kayaya tırmanır kâh uçurumda kaybolur.
Bilirsiniz, Hıristiyanlar akıllıdır, duruma göre İncil’i arada bir torna tezgâhında yontar gibi, orasından burasından değiştiriverirler, fazlasını alıp cila atarlar. İncil’in değiştirildiği zamanlardan birinde, yani 1530’da, keçi ortaya çıkıverdi.
O güne dek bilinmiyordu. İngiliz papaz William Tyndale editörlüğündeki din adamları yayın kurulu eşliğinde hazırlanmış tıpkı basım İncil’de, ilk kez yer aldı. İşte o zamandan beri günâh keçisi benzetmesi, yani Latincesiyle Caper Emissarius, kabahati başkasına yüklemek üzere kullanılır.
Falso vermeden anlatalım ki, Boccacio‘nun DECAMERON adlı eserindeki [5.kitap, 1.kısım] ‘… fıkrasını yüzüne gözüne bulaştıran beceriksiz şövalye‘ gibi adımız kötüye düşmesin:
MÖ.600 yıllarında yaşamış Romalı tarihçi Leviticus‘un, Ortadoğu’daki İbranilerin, bütün yıl boyu birikmiş ve artık küf tutmaya başlamış günâhlarını af ettirmek üzere keçi kurban ettiğine dair yazdıkları yüzyıllar sonra ele geçmişti.
Leviticus diyor ki, Yahudiler iki besili keçi alıyorlar, bunlardan ilki hemen Kötülükler Tanrısı Azazel‘e kurban ediliyor, öteki keçi ise insanların günâhını yüklenip çöle salınıyor.
İbranî kavmi erken zamanlarında henüz tek tanrıya değil, birçok tanrıya tapınır; tıpkı Yunan Mitolojisindeki tanrı bolluğuna sahiptir, bunu da not etmek gerekir.
Günâh Keçisini sanatta pek göremiyoruz, nedense!
Salt, İngiliz ressam William Hunt‘un 1854 tarihli resmi var; şimdi Liverpool Müzesinde…
Çöle bırakılmış keçinin başındaki kırmızı kurdelaya dikkat ediniz. Anadolu’da kurbanlık koçların başına sürülen kınanın benzeridir.
Bu bir işaret midir, yoksa Tanrılar katında kabul görsün diye süslenip püslenmesi midir, çıkartamadım.
Mesela, Yunan döneminde kurbanlık insanların boynuna çiçek demeti asıyorlardı; bununla bağlantısı var mıdır? Sorup öğrenmeli…
Antik Yunan’da tanrılara kurban etme geleneği ‘Pharmakos‘ diye anılıyordu. Latincenin Pharmacia kelimesi, ‘eczacılık‘ olarak tüm dillere yerleşti.
Antik çağlarda kurban edilen hayvan ve insanların eti, kemiği, derisi, kanı, saçı, artık ne kalırsa geriye tümü hem zehir, hem de ilaç olarak kullanılırdı. Kurbandan alınan bu malzemelere Pharmakon deniyordu. Kurbanlar sakat, dilenci veya ağır hastalar, suçlu veya afaroz görmüşler arasından seçiliyordu. Eski çağların günâh keçileriydiler, günümüz eczacılığına isim babası oldular.
Tyndale’in İncili, Gutenberg’in matbaa makinasını bulduğu tarihlere denk düşer; hemen dizgiye verilir. O günün okur yazarına kıyasen dikkat ediniz ki, 16 bin adet basılır, Avrupa’da dağıtılır. Böylece günâh keçisi kavramı Batı Edebiyatı ve Sanatına yerleşecektir. İşte o İncil’in 18.yüzyılda yapılmış bir baskısındaki taş basma gravürlerde ilk kez günâh keçisine rast gelinir, ressamı ise bilinmez-laedri‘dir. Gravürde gördüğümüz keçi, zavallıcık, Musaoğullarının tüm günâhları için çöle, ölüme zıplaya hoplaya gitmektedir.
Ahasverus adlı meşhur mu meşhur Yahudinin günâhına ise keçi bulunamamıştır, bunu da kaydedelim. İsa’nın çarmıha gerilip Golgotha tepeliğine kadar yürütüldüğü sıra, elindeki değnekle onu dürtüp eziyet eden Ahasverus, Hıristiyanlığın peygamberi tekrar dünyaya geleceği güne kadar çölde yürümeye mahkûm edilmişti. O günden beri yürür babam yürür. Bitmez tükenmez lanetli yürüyüşü, 19.yüzyılda resmeden Gustave Dore‘nin komik figürlü eseri, Ahasverus’un trajik hikâyesini komediye çevirir; ben pek sever, bu komiği arşivimde saklarım.
Tarih boyunca iktidarda olanla, ona yakın bulunan ve sırtını dönen arasında günâh keçisi hep dolaştı. Şimdi, ‘Sırala bakalım, ey denemeci!‘ diyorsunuz da benim cebim yeterince kırıntıyla doludur, hemen ortaya döküveririm.
Alınız, mesela, Ronald Reagan‘ın karısı Nancy’nin astroloji ve falcılık merakıyla sabah akşam kocasının baş etini yediği söylenir, Başkanın tüm kararlarında etkilidir. O hâlde, Reagan’ın günâh keçisi karısıdır.
Hitler’in özel sekreteri faşistin faşisti Martin Bormann da bir günâh keçisidir. Onun yüzünden Hitler oraya buraya saldırmıştır. Zira Hitler’in kanına giren, tarihçilere bakılırsa, işte ta kendisidir. Dilediği bilgiyi iletmiş, kimilerini çarpıtıp öyle sunmuştur Führer’e…
Che Guevara için de, Fidel Castro’nun günâh keçisi, derler. Güyâ, başlangıçta, Fidel’i aşırı Stalinci-baskıcı bir rejim kursun diye çok etkilemiştir, durduk yere Fidel’i sıkıntıya sokmuştur. Fidel usturlabı bozmayınca, Küba’yı terk etmiş, sonra Bolivya’da hayatını sonlandırmıştır.
George Orwell 1984 başlıklı distopik romanında Emanuel Goldstein adlı bir karakter yaratmıştı. Güyâ diktatöryal rejime karşı görünüyor, zaten var olduğu bile kuşkulu olan bu adam sadece ekranlarda izleniyor, fakat aslında ‘Hakikat Bakanlığı‘ tarafından kullanılan bir ajan olduğu bizce, biz roman okurlarınca biliniyordu. Goldstein – soyadı bile Yahudi ismidir!- günâh keçilerinin en keçi sakallısıydı.
Sakallı deyince, akla bir başka günâh keçisi olan Leon Troçki geliverir. Meksika’ya kadar sürgün yediği ve orada siyasî bir suikastla hayatını tamamlayacağı yılların bir kısmını, Kadıköyü’ne nâzır bir köşk içindeki Büyükada’da geçirip, sonra bıyıklı ve bitişik kaşlı ressam, Sinyora Frida Kohlo‘nun evine girip evli kadınla aşk yaşayacak kadar Şeytanî bu adam, Rus Bolşevik Devriminin günâh keçilerinden biridir; devrimin bütün eksik gediğini O’na vakfederler. Ne o, güya tek ülkede sosyalizm olmazmış; olur efendim, bal gibi olur! Stalin yapınca olmaz mı!
Burada, eskiyi karıştırma, kutuyu açtırıp kötüyü söyletme demek gerekiyor.
Kutuyu genellikle kadınlar açar, galiba hediye-çeyiz-yüz görümlüğü gibi şeyleri açmakta mâharetleri olsa gerek, hep onlar açar! Pandora’nın, kötülüğü insanların arasına saldığı mitolojik öyküye bakarsanız, günâh keçisi aslında bellidir. Romalı şair Hesiod, Yunan yarı-tanrıçalarından Pandora’ya lafın çengelli iğnesini batırarak der ki, “Nihayetinde kadın kutuyu açtı ve bütün kötülükler erkeklerin arasına sıçradı!“
Hesiod’dan daha çetin ceviz çıkan Romalı Arap Quintus Septimius Tertullian ise bütün bütün misojeniktir, kadın dediniz mi köşe bucak kaçar ve anası dahil tüm kadınları günâh keçisi yapar:
“Siz şeytanın yolundasınız, siz yasak ağacı bize sunuyor, siz Tanrının varlığına ait izleri siliyorsunuz!“
Bu lakırdıyı ettiğinde tarihler Milattan Sonra ikinci asrı gösterir.
Kadınların bütün felaketlerin nedeni olduğunu savunanları geçelim, sadece Mevlana’dan söz edelim. Mevlana da bana kalırsa sıkı bir misojinisttir!
Mesnevi’sindeki sayfa 195’i açanlar, 237.sayfaya kadar kadınlara denmediği bırakılmamış zannederler ki, yanılırlar; devamı binlerce sayfada sürer.
Fakat insana ait tüm mücadeleden kadın sonunda galip çıkar.
Kadının fendi erkeği yendi, sözü boşuna söylenmez.
Mevlana, kitabının 2395.beyitinde, “Kadın zoru görünce titiz ve hiddetli bir ağlayış tutturdu, karşısındaki yumuşadı. Zaten ağlamak kadının tuzağıdır,” der, biz not ederiz. Galiba Mevlana için günâh keçisi kadındır.
Günâh keçisinin ilk sahibi Yahudiler ise, tarih boyunca hep günâh keçisi olmuştur. Bırakın Nazi soykırımını, sadece Kara Veba, Avrupa’yı 1342’den 1351 yılına kadar kasıp kavurup, bugünkü bilgilere göre 25 milyon insanı telef edince günâh keçisi Yahudilerin üzerine yıkılacaktır.
Katolik Kilisesi Yahudiliği vebayı bulaştırmakla suçlar. Bu kadarıyla da yetinmez ve Kuzey Afrika kıyılarındaki kolonilerde yaşayan Müslümanları da suçlar; ayrıca cüzamlılar, eşcinseller, dilenciler ve nihayet Çingeneler vebaya günâh keçisi tutulur.
Ardından Ortaçağ Engizisyon mahkemeleri gelir. Engizisyonun kadın düşmanlığı Malleus Maleficarum başlıklı bir kitapla resmen kilise tarafından onaylanacaktır, günâh keçisi bulunmuştur ve ardından Cadı Avı başlatılır. Linç, asil insanlığın kutsal eylemi olarak bir daha görülecektir.
Linç, asıp kesmek kutsallaştığı zaman insanın zavallılığı ortaya çıkar.
Birbirlerini fışfışlayıp kışkışlayan insanlığın bu aczini şu resimde izlemesi, ne kadar iç burkucudur. Çağdaş Amerikalı ressam Troy Terpstra‘nın ‘Scapegoat’ adlı yağlıboya resminde suçlu yakalanmış, elinde bıçağı olan cellata teslim edilmiş, yargılayıcı ise eliyle kurbânı işaret edip, ‘Bu muydu suçlu, evet buydu, keselim o zaman!‘ demektedir. Bir küçük çocuk, Günter Grass‘ın Teneke Trampet romanını çağrıştıran figüratifiyle bu tabloyu tamamlar. Herkes çok uzun boyludur, dar bedenli ve sıskadır. Bu sürrealist gösteri tarih boyunca tekrarlanır, merak etmeyin gelecekte de tekrarlanacaktır.
Biz kendi işimize bakalım da, Osmanlı’ya bir göz atalım isteriz. Ne var ki, günâh keçileri nerede otluyor diye aramaya pek gelmez, zira Osmanlı’nın Şamarı belli olmaz.
Osmanlı’da şamar oğlanı, günâh keçisinin ta kendisidir. Saraylara, konaklara, yalılara alınmış yetimlerin, paşazade torunları yerine tokatı yediğini biliriz.
Aynı gelenek Alman kontluklarında da vardı, merak etmeyiniz: Prügelknabe diye adlandırılıyor, dövülemeyen prensler, efendiden adamlar yerine onlar dayak yiyordu.
İngiliz asilzâdesi de tokat yemeyi sevmez, kendi yerine Whipping Boy diye birini el altında tutar, kötek zamanı gelince onu kullanırdı; alın size bir başka günâh keçisi daha…
Keçi inadı gösterip yazdığım, keçiye versen yemez bunca şeyden sonra keçileri kaçırmadan müsaade istemeliyim.
Zira daha fazlasını ortaya faş edersem, bu kez, günâh keçisi ben olacağım.
Ne demişler, keçi ölür kuyruğu dik kalır!
Kuyruğu dik tutmalıdır…
Bir de anlatırlar ki, Karaman’ın yağlı kuyruklu koyunu dereyi zıplayıp geçerken kuyruğu havalanmış, mahrem yeri görünmüş, orada otlayan keçi buna gülmüş, “Kıçın göründü, kıçın göründü!” diye alay edesi gelmiş.
Koyunun çelebilik zamanıdır:
“Ne var!” demiş koyun, “Benim kırk yılda bir göründü, senin hep görünüyor ya!“
Demek ki, koyuna bakarsanız, kıçı her daim görünen keçinin günâhı sürgit kepazeliktir; koyununki bir defaya mahsustur, görmezden gelinir, affolunur.
Bana sorarsanız, asıl günâh keçisi hayatın ta kendisidir.
Şair Esra Zeynep, Attilâ İlhan etkisi görülen şiirlerinden birinde der ki, “Asıl suçlu hayat, vurma örtmenim…“
Bunca lakırdı döküntüsünü sabırla okuyan Okur, Latincede Partiriunt montes nascetur ridiculus mus, denildiği gibi dağlar fare doğurdu, dese haklıdır.
Unutmayalım ki, en iyi bozulunca en kötüsü bundan çıkar: Corrupto optimi pessima!