Görüşemiyoruz Yahu!

Görüşmek ısrarıyla yanıp tutuşan insanlar, kendilerinden köşe bucak kaçanlar için vakitli vakitsiz hastayı yakalayan Sıtma gibidir.
“Sıtma geliyor, sulfatoyu hazırla!” diye evvelden tedbir alsanız dahi, onlar bir yolunu bulup yakanıza yapışır.
Dünya nüfusunu ortadan ikiye bölsek, terazinin bir tarafı ağır basacaktır: Kefenin bir yanında kof oturup küf bağlayan fuzûli lakırdı sahibi kalabalık vardır, öte yanda kendisiyle baş başa kalıp iç huzuru arayan bir azınlık…
Kaçan kovalanır biçimindeki söylemeye tam da uyacak biçimde, bu insanlar, kendilerinden uzak durmak isteyenlere rahat yüzü vermez. Eski dilde, buna, Tasdî Etmek denirdi; sizi tasdî ederler…
Kapı eşiğinde gezinip, içeri girerlerse kalkmak bilmedikleri gibi siftinip kalırlar.
Onlarla uzlaşması epeyi zordur. Açık açık konuşana kadar ihsas etmeye, kibarca hissettirmeye çalışırsınız ama karşınızdaki vurdumduymazdır; kös dinler.
O, ısrarla sizi takibe almıştır, arar, sorar, görüşemiyoruz diye söylenir, çekiştirir, hatta azıcık öfkeyle kızar. Görüşmek ısrarında olan bu insanlarla kötü olmaya da gelmez, düşmanlaşıverirler hemencecik!
Fransızların pek severek söylediği gibi, “Bir güvercini dahi kendine düşman etme” şiarına uyarak, herkesle iyi geçinmeye çalışanların vay hâline!
Bu görüşmek delisi kesilmiş acar insanlar, hır gür etmeyi sevmeyen kendi hâlindeki ezilenlerin peşine avının kokusunu uzaktan almış gibi bir tazı gibi takılır. Kendisi çat kapı birkaç zaman ortada görünmese dahi, ha geldi ha gelecek diye hop oturup hop kalkar yahut onlar aramadan siz arayıp Er’at tekmili vermek mecburiyetinde kalırsınız.
Bu ne büyük bir derttir, çeken bilir!


“Biz geldiiik!”

Şuncacık hayat tecrübemizle anladık ki, dünyada insanları iki sınıfa ayırmalıdır: Görüşmek delisi olan portmanto düşkünü adamlar, bunlardan kaçıp sükûnet arayan ötekiler…

Ben, öteden beri, onları pek Abdiâciz görürüm.

Kedi gibi sırtını kabartıp, baştan, pantolon paçasına sürünerek yılışırlar; yüz bulunca portmantoya ceketi asıverir hemencecik…

Fare deliğine girsen, yine bu kedinin pençesine çatarsın, alimallah…

Mevlana‘nın 592 numaralı beyitinde dediğine kulak kabartırsak, “Kurtulmaya hiçbir çaresi olmayan bu Dünya Zindanında ayakbastı parası alınmayan, hapishane dayağı atılmayan bir bucak yoktur“, ki işte, görüşmek üzere başınıza tebelleş kesilip sizi tarassut altında tutanlar da söz birliği etmişçesine sizi köşeye sıkıştırır; kaçamazsınız…

Zaten, eşeğin sevmediği ot, burnunun dibine bitermiş!

Anadolu’da bir köylü sözü vardır: İti an, çomağı hazırla!

Her ân kapınızı çalıp sellemehüsselam [selamsız sabahsız] ve davetsiz misafir olmaya gönüllüdürler…

Cep telefonu sahibi olmak, günün her saatinde müsait olmaklığın eş anlamıdır ya, sizi aradıklarında bulamayınca epeyi kızarlar…
Birader, sabahtan beri çaldırıyorum, cebini niye açmıyorsun?

Azarlamaya başlamıştır…

Hesap vermek mecburiyetiniz var! Haydi bakalım, anlatın derdinizi…

Bir kere görüşmek ısrarındaki dostunuz sizi aramış ve siz telefonunuzu cevaplamamışsınızdır; ne ayıp!

Telefon mükâlemesinden pek hâz etmem, a efendim!” deseniz, öteki tuzak sizi bekliyor, “Eh madem öyle, işte geldik, haydi sohbet edelim…” diyecektir.

Yahu, Ahmet’ciğim, daha dün gece meyhanede beraberdik, yedik içtik, sohbet ettik… Bugün azıcık kafamı dinleyeyim…

Hayır, olmaz! Buna hakkınız yoktur, ötekisi ısrarla konuşur: “Görüşemiyoruz yahu!”

Sohbetler ise artık dibi tutmuş tencerede, temcit pilavına dönmüştür.

Aynı mevzuları evire çevire anlatır, sıkılmaz, yeni bir şey yoktur hayatında, hep eskiyi aktarır; dinlersiniz…

Bir küfe dolusu pazar artığı çürük kelime içinde ayıklaya ayıklaya, işinize yarayacak birkaçını bulursanız, ne âlâ…

Zira cahil, bir şeyin ifradına kaçan insandır.

Bütün bunlardan kaçmanız imkânsızdır, ta ki gözünüzü karartıp karşınızdakini reddedene kadar; o vakit de siz kötü olursunuz!

Her yanı boş küp gibi tın tın öten bu insanları reddetmeye de gelmez, guguğunu hemen hazırlar!

Demek öyle! Dostluğumun kıymetini bilmedin, gözyaşımı silmedin, ben sana ne ettim, gelip iki çift söz edelim istedim…” biçiminde, şekerleme kâğıdına manî diye yazılacak tarzda sahte gözyaşı döker.
Onlardan uzak durmaya çalışmanız cesaret işidir, yalnızlığı göze almaya bedeldir.

Alman Romantizminin kurucularından, 18.yüzyıl sonlarında Sanayi Devrimiyle ortaya çıkacak kalabalıkların, kitlelerin farkına varmış şair Friedrich Schelling, bana kalırsa, “Odi Profanum Vulgus et Arces” demekle çok ayıp etmiştir: “İnsan sürüsünden uzak duruyorum...”

Schelling’in haklı olduğunu anlamak için, Ahmed Haşim’in O Belde şiirine ihtiyaç bulunur:
Melali anlamayan nesle âşina değiliz…

Batılı dillerden aktarırsak, “empati” dedikleri, karşısındakini anlamak ve kendisini onun yerine koymak, bir bakıma şairin Melal diye söylediği şeydir; ruhun yaralanması, kırılganlığı, hassasiyeti…

Yani insan olmak!

Bir vakitler, Devlet televizyonu TRT‘nin siyah beyaz yayınları başladığı yıllarda, Tele-Misafir deyişi ortaya çıkmıştı. Kentlerdeki orta-sınıfın durumu hâllice bulunan aileleri arasında televizyon sahibi olmuşların evine, apartmanın tüm komşusu yığılır, akşamın 7 haberlerinden gecenin İstiklal Marşı okunup program kapanana kadar evden dışarı çıkmazlar, topluca sinemaya gidilmiş gibi yayılıp bayılırlardı.


Tele misafirlik

Televizyon ekranında yağmur tanesi gibi noktacıkların yağdığı son âna kadar evden ayrılmayan komşuların hatırını kıramamış ev sahibi, artık sabır derecesine göre kâh esner, kâh uyuyor gibi yapar, bazen ertesi sabah erkenden kalkacağını açıkça söyler, ama bir kulaktan girip ötekinden çıkan bu sözlere aldırmayan komşular, uyuyor gibi yalancıktan horlayan ev sahibinin üstüne battaniye örtmek yüzsüzlüğüne kadar işi vardırırdı.

Tele-Misafir ne ise, görüşmek ısrarında olan belalılarımız aynısıdır.

Pek çabuk teklifsiz kesilen bu gürûhun girmediği kapı, açmadığı sandık odası yoktur. Hayatınız işgal altındadır, acı çekersiniz.

Sizin denetiminizde olmayan bir hayat, size ait değildir; onlar hayatın işgalcileridir.

Tek amaçları kendilerini eğlendirmek olsa gerek, nitekim Refik Halid Karay, 1944 yılında, bir gazete fıkra yazısında bundan bahsediyordu:
Bu görüşmek ısrarındaki insanlar, “ … zira oyalanmaları için her zaman bir veya birçok cinsdaşlarını vakitli vakitsiz meşgul etmek zorundadırlar. Bundan ötürü, öyleleri sırnaşık mahlûklardır. Yahut insan cinsinden sırnaşıklardır, ille bir başkasına tırmanırlar.
‘Nereden geliyorsunuz böyle? Köprüye iniyorsanız beraber yürüyelim. Bu akşam bize buyurun da iki laf atalım. Kulüpte görünmez oldunuz! Canım, kayıplara karıştınız!’ diyenlerin çoğu bahsettiğim kör fikirli cinsdaşlarımızdır ve o sözleri sevgi ve gerçek bir göreceği gelme tesiriyle değil, sizi eğlence yapmak, vakit geçirmek vasıtası yerine kullanmak için sarf ederler. Yalnız başına köprüye inmekten sıkılır, evde kalmaktan da… Evde belki kitap ve gazete okur, amma okuyuştan okuyuşa fark vardır, cümleleri ve mânaları kavramak yetişmez, buna basit şekilde anlayış deriz.” [RHK, s.101-102, Makiyajlı Kadın, Küçük Bilgiler fıkrası]

Tek sen üzülme, ben hatırın için iğne deliğinden geçerim,” diye bu insanlara katlanmanın elbette bir bedeli vardır. Bu bedel, karşısındakine zoraki gülümsemek çabasıdır; insanı riyakâr eder.

Riyakâr olmayacağım, diyen ise biz baştan söyleyelim ki, yalnız kalmaya hazırlanmalıdır.

Yalnızlık iyidir! İnsan dostunu yalnızken tanır:
Zira en iyi dost, insanın kendi kendisidir: Ego mihinet sum semper proximus!

Görüşmek ısrarıyla kapı eşiğinden ayrılmayanlara karşı direndiğiniz vakit, üstüne sırtında çarpı işaretiyle damgalanmış bir infaz giysisi olan Sanbenito giydirilmiş Orta Çağın [Kurûn-i Vusta zamanlarının] Engizisyon Mahkûmu gibi bu kocaman dünyada yalnız kalacağınızı biliniz; hazırlıklı olmalıdır.

Eğer yazar, sanatçı, edebiyat adamı cinsinden entelektüelseniz ne âlâ, oyalanacak birçok şeyiniz vardır; telaş göstermeyiniz… Zaten yazar denilen insan yalnız gezmeye hazırlanmış birisidir. Bir Arap atasözüne el atıyoruz, diyor ki, “Yalnız gezen biri, Şeytanın ta kendisidir!

Yazarlar evvel eski şeytanîdir.

Onlardan kaçınılmasının, çekinik durulmasının nedeni de bu olsa gerekir.

Bir yazar dostunuz varsa, zannederim, dostunuz hiç yoktur.

Bir yazar, edebiyat dünyasına yolculuk bileti kesmiş herhangi birisi hep yalnız kalmak ister.

Amerikalı siyahî yazar James Baldwin, bir vakitler, “… zannederim ki, bütün yazarlar doğdukları bu dünyada çevrelerini saran her şeyin, kendi yeteneklerini devşirmeyi engelleyen bir komplodan başka bir şey olmadığını düşünürler!” demişti de, yazar olursak bu lakırdı bize birgün lazım olur diye düşünenler bunu not aldı.

Yaşamaya yetecek kadar gıda almaya razı olan, kifaf-i nefis sahibi insanların tercihi, ortalığa en son çıkmaktır.

Dîvan Şairi Nevî’nin dediği gibi, “Âdet budur, en sonra gelir bezme ekâbir…” diye görüşmek ısrarında olanlara hatırlatmanız yetmez; anlamazlar…

Dedikodu Borsasında gezinen ve “Her yerim ağrıyor sendromu-Fibromiyalji” rahatsızlığını ruhunda, dilinde, kişiliğinde yaşayıp sık sık kapınızı çalan bu insanlara ağır ol, geç gel ve çabuk git demeniz de yetmez. Misafirliğin iyisi kısa sürendir, tarzında beylik lakırdılar da bunlara tesir etmezse, bir peygamber sözüne kulak vermelerini rica ediniz:

İslam Peygamberi Muhammed’in kendisini sık sık rahatsız eden bir sâhabesi vardı, adı El Huseyr idi.

Bir gün dayanamadı, şöyle dedi de sonra dediğine pişman olduğu dahi söylenir:
Ey, El Huseyr! Bana seyrek gel, bana seyrek gel ki, sana olan dostluğum ve muhabbetim artsın!

Bunu Bostan ve Gülistan adlı divanında yazmış Acem şairi Sâdi‘nin eserinden devşiriyor, bu kadar lakırdımızı belki haklı çıkartır diye allı pullu damgalayıp okurumuza postalıyoruz.

Peşinize takılmış bu ısrarlı kalabalığa, bunca lakırdıdan sonra hâlen bir şey anlamamışlarsa, bir vakitler İstanbul tramvaylarına asılıp bedavaya yolculuk etmeye kalkışanlara Vatman efendilerin söylediği gibi, “Asılma garaja gider!” demekte, galiba, bir mahzur yoktur.

Argo olsa bile çok şeyi ifade eder…

Etiketler

Bir yanıt yazın