Koruma, Sadece Tarihsel Değeri Olanı İyi Restore Etmekten İbaret Bir Alan Değil

Kapadokya gibi bir coğrafyada, bildik kavramlar ve jargonlarla plancılık ve mimarlık alanındaki ezberlerimizi unutmak gerekiyor.

Kapadokya, benim iş yapma bahanesiyle keşfettiğim bir yer. Bizler toplumsal anlamda, buranın ne değerde ve derinlikte bir havza olduğunun farkında değiliz. Korunmasına ve nitelikli gelişmesine ön ayak olması gereken kesim diye düşündüğüm teknik adamlar, sanatçılar, mimarlar, plancılar bu özel yerin hem farkında değil, hem de sorunlara müdahale etme konusunda gayretleri, yetkinlikleri ve yetkileri çok yetersiz. Üniversiteler, bölgede yapılanları sistematik olarak derleme, analiz etme, bilgiyi paylaşma konusunda çok ihmalkar.

Neye dokunduğumuzu bilmeden, çok kötü şeyler yapmışız bu olağanüstü coğrafyada.

Halbuki gerçekten çok özenli korunmayı hak eden bir yer Kapadokya. Tarihsel ve doğal olanın korunması kadar, yeni yapılanın da çok özenli olmasını gerektiren devasa bir alan ile karşı karşıyayız. Bu anlamda üzerimize düşen işi yapmayı becerememişiz, hala da becerdiğimiz söylenemez. Ama bölgede tazelenen bir duyarlılık ve hassasiyet olduğunu memnuniyetle söyleyebilirim.

Adı “plan” olan büyük hatalar ve siyasi kararlar, 70’lerde, 80’lerde Kapadokya’yı çok hırpalamış: Avanos’ta, Ortahisar’da, Ürgüp’te yapılan büyük otellerle, yeni tip konut alanlarıyla bölgenin dokularını harap etmişiz. Büyüsünü bozmuşuz. Modernizm adı altında tarihi kentlerin orta yerine çirkin, devasa otel binalarını kondurmuşuz. 60’lar ve öncesinde yapılanların hiç değilse bir ölçüde mimari kalitesi var ama sonradan yapılan otel ve konut yapılarında fena çuvallamışız. Yani eskiyi doğru dürüst koruyamamak ve topluma nasıl korunması gerektiğini anlatamamak bir yana, yeniyi de iyi yapmayı becerememişiz. Hiç değilse bundan sonrası için azami özenli davranmak şart!

Koruma, sadece tarihsel değeri olanı iyi restore etmekten ibaret bir alan değil.

Çeperlerde yapılaşan gelişme alanlarının da nitelikli olması gerekli. Yaygın eğilim hala “Tamam anladık. SİT alanını rahat bırakalım ama yakınına şöyle güzel bir apartmanlar silsilesi yapalım da Ankara, İstanbul konforuna (?) kavuşalım bari.” düzeyinde… Derdi “kentsel mekanda kalite” olan herkesin, bu anlayışı değiştirmek için, ama mutlaka elbirliğiyle uğraşması lazım. Gemisini kurtaran kaptanlarla olmuyor bu işler. Tarihi Kentler, Çekül çok gayret sarfediyor ama yeterli değil. Kamu alanını ve meslek örgütlenmelerini düzgün çalışır hale getirmek lazım.

Hala kurtarılabilecek şeyler var mı?

Var elbette. Neyse ki oldukça büyük miktarda alan, hala değerini koruyor. Popüler turizm yerleşimleri, en fazla hırpalanmış olanlar. Ama yine de, çevresi konut siteleriyle kuşatılmış olan Avanos, Ortahisar gibi kasabalarda mesela, ağırlıkla peyzaja yüklenerek, haddinden yoğun dokuları yeşille kamufle ederek, yapıların cephelerini düzelterek, yerel taşla kaplayarak vs. bu alanların bölgeye ayak uydurmasını sağlamak hala mümkün.


Ortahisar’ın eski dokusu ve yeni gelişme alanları

Yüksek katlı yapılaşmaları engellemek ve zaman içinde ayıklamak da mümkün diye ümitli olmak istiyorum. Ama mesela son 5 yılda, Ürgüp’ün güneyindeki yamaçlara 4 katlı TOKİ apartmanlarını “yığdık”. İnsan mesleğinden, meslektaşından, devletinden utanıyor görünce… Halbuki yeni konut ihtiyacının daha nitelikli bir çevre ile nasıl karşılanabileceğini göstermek için çok değerli bir fırsattı bu. Ama TOKİ zihniyeti ile olamıyor maalesef!

Hoş, TOKİ’nin dışında da insanların büyük paralar vererek yaptırdıkları, satın aldıkları büyük konutların, kentsel kalite açısından TOKİ binalarından pek farkı yok. Bölgenin turizme hizmet eden en görgülü, eğitimli toplum katmanları da, dip dibe apartman sitelerinde yaşamayı tercih ediyorlar. Belediyeler ve yap-sat sektörünün elele belirlediği yaşama ve kentsel dönüşüm zihniyeti, pekala kasabalılarımızın beklentilerine cevap veriyor. Her yerde olduğu gibi.

Ben misafirlerimi Nevşehir’in içinden geçirerek Kapadokya’ya getirdiğim zaman utanıyorum. En temel sorunun ne olduğunu Nevşehir, kentsel görüntüsüyle bağıra çağıra anlatıyor çünkü.

Kapadokya’da öncelikle farkında olunması gereken şey, yerin altındaki yaşam izlerinin, üstündekinden çok daha eski, karmaşık ve değerli olduğu. Çözümlenmeye muhtaç bir bilgi hazinesi barındırdığı. Dolayısıyla, yerin altının çok çok iyi korunması gerektiği…

Restorasyon süreçlerinde bu değerler, öncelikle rölövelerde kağıda dökülüyor ve resimlerle belgeleniyor. Ama uygulama sürecindeki kontrolsüzlük yüzünden özgün doku çoğu örnekte deforme ediliyor ve geri dönüşü imkansız bir tarih tahribatı gerçekleşiyor koruma adı altında. Kamu denetimi gerektiği gibi uygulanmayınca, mal sahipleri işleri kafalarına göre yapmakta özgür hissediyorlar kendilerini. Ve cehalet nedeniyle zannediyorlar ki, ellerindeki 16 m2‘lik “ahır odayı” 35 m2‘lik, kel alaka bezemeli bir odaya dönüştürürlerse turist daha mutlu olur ve daha fazla kazanırlar. Üstelik yaptıklarının değerli olduğuna, tarihi koruduklarına inanıyorlar bunu yaparken. Eğer biraz para da kazanmışlarsa bu yoldan, kendi üretimleri olan sahte yer altı ve yer üstü mekanları “çok değerli oldu” zannediyorlar. Esas değerin, “sahici” bir tarihi mekanı yaşatmak ve misafirlerine onun öykülerini anlatmak olduğunu anlayamıyorlar, bilmiyorlar. Ancak gerçek hikaye ile etkilenen turistin yeniden geleceğini, hep geleceğini kestiremiyorlar.

Bu toplumsal bilinç oluşturulmadığı ve bunu kontrol etmesi gereken mekanizmalar doğru çalışmadığı zaman, yer altında ya da üstünde bulunan özgün mekanı ve bilgiyi korumak çok mümkün olmuyor. Mesela Göreme’de artık özgün bir yer altı dokusu kalmadı. Restorasyonlar sonrasında köy bambaşka bir kimliğe büründü. Bugünün karelerini 30 yıl öncesiyle karşılaştırınca, farklı bir Göreme çıkıyor karşımıza. Fark elbette olacak ama eskiyi topyekün değiştirerek değil, olanı koruyarak, zamanın gerektirdiği eklemeleri de yaparak sürdürmek gerek korumayı. Oysa biz, olanı yok edip, yeni “çakma tarihi köyler” yaratıyoruz, olmuyor. Kapadokya’da mimari söz konusu olduğunda, araştırmacıların, tarihçilerin gerçek bilgiye ulaşabileceği kaynaklar çoğu kez rölöveler olmak durumunda artık.

Kapadokya’nın çok katmanlı kültür turizmi daha fazla sahteciliği kaldırmıyor. Eğer turizm yatırımcıları ve çalışanları bölgenin gerçek öykülerine yönelmezlerse, yatırımlarının getirisi uzun ömürlü ve onurlu olamayacak.

Hitit’e, Friglere kadar uzanan; erken-orta-geç dönem Hıristiyan tarihinin; Beylikler dönemin çok önemli izlerini barındıran bir yer burası. Bu kadar katmanlı bir tarihi “gerçek hikayesi” ile korumanın ve anlatmanın değerini özümsetebilmek lazım bu topluma. Bunu yapacak olanlar yine mimarlar. Bunun için de mimarların, okullar ve örgütlenmeler eliyle, farklı toplum katmanlarıyla doğru iletişim kurma yeteneklerini hayata geçirmeleri çok önemli.

Altı başka üstü başka dilden konuşan bir coğrafyada bildik kavramlar ve jargonlarla, plancılık ve mimarlık alanındaki ezberlerimizi de unutmak gerekiyor.

Kapadokya’da ne mülkiyet, ne topoğrafya, ne de tasarım, bildiğimiz standartlara uymuyor. Dolayısıyla korumaya endeksli mimarlık ve planlama anlayışlarının, kendini Kapadokya’ya göre formatlaması gerekiyor. “Yerinde yapmak”, yerin bu kadar karmaşık olduğu bir coğrafyada zorunluluk çünkü tasarım, uygulama sırasında sonuçlanıyor. Dolayısıyla mesela, buralarda koruma prensiplerinin olabildiğince esnek ve “çerçeveyi iyi tanımlar” nitelikte tasarlanması iyi sonuç veriyor.

Birkaç plan sürecinde yer aldıktan sonraki kanaatim, Kapadokya’da “önce plan, sonra uygulama” anlayışının pek de iyi sonuç vermediği yönünde: “Geçici dönem yapılanma koşulları” ile belirlenmiş prensiplerle, bölgede daha hızlı ve daha rahat uygulama yapılabiliyordu. Hem mimarlar, hem yatırımcılar, hem de kamu çalışanı denetçiler, daha mutluydular. O zaman da projelerin tamamı Koruma Kurulu’nun onayından geçiyordu.

Planların, denetim mekanizmalarını makulleştirici, bürokrasiyi kısaltıcı şablonlar üretmesi beklenir. Kapadokya’da da herşeyin kurulca değil, kısmen belediyelerce denetlendiği bir plan düzeni umuluyor. Ama belediyelerin yetkisinde öyle çok sorun yaşanıyor ki, tüm planlar denetim inisiyatifini Koruma Kurulu’na bırakmayı tercih ediyorlar haklı olarak. Bu durumda planın bir anlamı kalmıyor çünkü zaten Koruma Kurulu, her parsel için değerlendirme yapan tek merci oluyor. Bugünün sistemi içinde plan, imza adedinin, evrak miktarının, harcanan belge parasının ve sürenin artmasına aracı bir kavram olmaktan öteye gidemiyor.

Yasakçı koruma anlayışı, pek çok yerde olduğu gibi, Kapadokya’da da işe yaramadı. Kaldı ki doğru da değil. Göreme’de plan zoruyla, insanları kuşaklar boyu oturdukları peri bacaları içerisinden çıkarmak, daha iyi korumaya değil, bacaların parça parça yıkılmasına yol açtı.

“Yasak! Çivi çakılamaz!” kavramları, bizim toplumda koruma uygulamasına çok zarar verdi. Zaten aidiyet sorunları olan toplumumuzun hayatına bir de anlayamadıkları bu baskı uygulanınca, ortada sivil doku kalmadı. En varlıklılar bile rahat rahat yeniden yapabilmek için Boğaz yalılarını yaktılar.

Kapadokya’da da benzer durumlar çok yaygın. Eğer korumacılar, kamu çalışanıyla, mimarıyla, akademisyeni ile topluma neyin, neden ve nasıl korunması gerektiğini anlatamazsa, kullanıcılar / yatırımcılar ikna olmuyorlar ve ellerindekini bozuyorlar. Korumanın herkesin yararına, en çok da mal sahibinin yararına bir durum olabileceğini benimsetmek için, bıkmaksızın akıllı organizasyonlar yapmak gerekiyor. Olumlu örneklerin çok değerli ve hızlandırıcı bir etkisi oluyor ama olumsuz örnekler de – hele Kurul’dan onay alarak yapılmışlarsa – aynı hızda bir tahribata neden oluyorlar. “Eğer Kurul koruma adına buna izin veriyorsa, ben daha iyisini yaparım!” diyen başlıyor kayalara aklına eseni yapmaya…

Peri bacalarının yoğun olduğu alanların nasıl kullanıma açılabileceği, bölgenin en çetrefil konularından biri. Kurul mekanizmaları “bu halka güvenilmez” hissiyatı ile bacaların kullanımını topyekün yasaklama eğiliminde.

Bir miktar hak da vermiyor değilim: Çünkü Kapadokya’nın toplam 5 kentine, 3 mimar, 2 plancı ve 2 arkeolog ile hakim olmaya çalışıyorlar, yetişemiyorlar. Bu bölgeye, çok deneyimli ve kalabalık bir kadro gerekiyor. Ancak yasaklar sonuç vermiyor. Halkımız, turizmin kazanç noktalarını anında keşfedip, oraya tezgahını kuruveriyor. Hiçbir devlet organı, yasa vs de onları yerinden oynatamıyor. Sonunda devlet kadroları, kaçak uygulamalarla uzlaşmak ve daha zor çözümler aramak zorunda kalıyor durumu toparlamak için.

Oysa özgün durumu iyi belgeleyip, kullanıcıya zimmetleseler ve kullanım süreçlerini ciddiyetle denetleyebilseler; eğer korumaya aykırı bir işlem yapılmışsa, ağır şekilde cezalandırsalar, hem koruma sağlanır; hem de insanların dede evlerini turizm amaçlı kullanmaları mümkün olabilir. Denetim ve disiplin şart.

Peri bacaları, içine insan eli girip de kayayı bir yaşama alanına dönüştürdüğü andan itibaren, doğal varlık olmaktan çıkıyorlar, kültürel varlıklara dönüşüyorlar. Bunlar, içinde asırlardır yaşanan mekanlar, kullanıldıkça korunuyorlar.

Üzerinde biriken bitkiler, kökler temizleniyor, çatlaklardan sızan sular için önlemler alınıyor. İçinden insanı çıkardığınızda, bakım gerçekleşmiyor ve erozyon hızlanıyor. Dolayısıyla denetim mekanizmalarını rasyonelleştirmek gerekiyor. Yasakçı anlayışı bir kenara koymak, insanların buradaki katkılarına, katılımlarına güvenmek, olanak vermek ve onlarla birlikte buraların nasıl korunacağının yöntemlerini geliştirmek gerekiyor. “Devlet-i Ali bekçidir bütün vatandaşlar da tahripkardır” anlayışının ortadan kalkması gerekli.

Koruma Kurulu, yokluğunu düşünemediğim bir mekanizma. Varlığı ile bu haldeyiz, Kurul olmasa ne olurdu, düşünmek bile istemiyorum.

Ama Koruma Kurulu, çok sübjektif bir karar verme ortamı. Kuruldaki üyelerin kişisel yaklaşımları ve birbirleri arasındaki sinerji, o kurulun eylem ve kararlarını belirliyor. İnandığınız bir projeye kurulu ikna etmek, her seferinde çok meşakkatli bir işe dönüşüyor.

Bir önceki kurul kompozisyonu, bambaşka yaklaşımlarla, farklı süreçlere zemin hazırladı. Kendilerince “örnek” diye onayladıkları kimi projeler, uygulamada kamuoyunu ayağa kaldırdı. Yasal süreçler hala devam ediyor. Bir yandan çok cüretkar uygulamalar desteklenirken, diğer yandan daha nüans sayılabilecek uygulamalara yol verilmemesi de başka bir tepki nedeni oluşturdu. Bu süreç Kapadokya’da kurulların ve yöneticilerinin koruma yaklaşımlarını derinlemesine sorgulatan bir vesile oldu. Şimdi yeni bir kurul ile yeni bir geçiş sürecindeyiz. Daha tutucu, daha zor karar alınan bir dönemi yaşıyoruz. Ama yaşananları bilince, temkinli davranıyor oluşlarının nedenini anlamak mümkün.

Etiketler

Bir yanıt yazın