Türkiye’de “politik mekan” kavramının akademik bir çalışma içinde kullanıldığı ilk günlerde bu ifade, yoğun ilgiyle karşılanmış; sosyoloji ve siyaset yazınında olduğu gibi radyo ve TV programlarına da konu olmuştu. Bu kavramla, hakim düşüncede “terör örgütlerinin hazine arazisini yandaşlarına dağıtması” gibi küçümseyici bir dille anlatılan yakın tarihin önemli bir politik olgusu kentsel hareketler, politika ve mekan kavramları çerçevesinde yeniden ele alınıyordu. Gerek kurucu aktörlerin anlatıları ve gerekse dönemin politik yazını bu olgunun yeni bir kavramsal çerçeve içinde ele alınmasını en azından akademi dünyası için bir ihtiyaç haline getirmişti. Bu ihtiyacın karşılanmasında kuramsal kolaylığı ise kuşkusuz Lefébvre’nin (1991) yaklaşımı sağlamıştı.
Lefébvre’nin formüle ettiği gibi kentsel mekanın üretimi, sadece bir “fiziksel üretim” değil aynı zamanda “zihinsel ve “sosyal” boyutları da içeren bir yeniden üretimdi. Başka bir deyişle mekan, salt eylemin içinde gerçekleştiği bir ‘kap’ (container) değil, bilakis sosyal etkinliğin ve kimliğin kurgulayıcı öğesi olarak toplumsallığın kendisi olan dinamik bir yapıydı. Dolayısıyla mekanın kendisi siyasal çatışma ve mücadelelerin hem sahnesi hem de konusu olabilmekteydi.
Kentsel mekanın fiziksel ve toplumsal olarak yeniden üretimi yine Lefébvre’nin geliştirdiği “somut” ve “soyut” mekan kavramları çerçevesinde irdelendiğinde kapitalizmin mekanla ilişkisi hakkında daha spesifik bir bilgi verir. Gerçekte toplumsal yaşamı ve ihtiyaçları her yönüyle karşılayan somut mekan, ekonomik bir değer üretme anlamına karşılık gelen soyut mekandan oldukça farklıdır. Somut mekan, mekansallaşan her tür toplumsal temsillerin içinde barınabildiği daha “demokratik” bir olanak sunarken; soyut mekan, “ekonomik değerler” dünyasına dayalı kapitalist rekabet mantığını yeniden üreten daha çatışmalı bir alanı temsil eder. Dolayısıyla mekanın ikiliklere dayalı olması, onun çelişkili yapısını da ortaya koyar.
Bu durum Marksist kuramda metanın kullanım ve değişim değeri olarak formüle edilmiştir. Kentsel mekanın kendisi hem kapitalizmin yeniden üretimine olanak sağlayan bir işlev görürken hem de bambaşka politik bir mücadelenin aracı olarak mekanın kolektif kullanımına da olanak sağlayabilmektedir.
Türkiye’de kentsel mekanın, sosyalist hareket tarafından kapitalist sisteme karşı mücadelede temel bir alan olarak keşfedilmesinin tarihi hem çok yenidir hem de yeterince oturmamış bir kuramsal çerçeveye dayanır. Daha doğrusu “yaşayarak üretilmiş” bir deneyimsel bilgi gibidir. Fakat son derece kendine has çizgileri olan özel bir durumdur. Belirtmek gerekir ki Türkiye’de kentleşme sürecinin en önemli olgusu olan gecekondulaşma da kendine özgü özellikler taşımaktadır ve bu yönüyle Latin Amerika ve Afrika’nın yoksul mahallelerinde belli farklılıklar göstermektedir.
Türkiye’deki gecekondulaşmayı karakterize eden husus büyük ölçüde iktidarın bilgi ve kontrolü altında, yerel yönetimlerle kurulan enformel ilişkiler üzerinden gelişmiş olmasıdır. Başka bir deyişle gecekondulaşma, modern kent inşasının sadece zorunlu bir sonucu olarak değil aynı zamanda meşru bir unsuru olarak hakim algıda yerini almıştır. Zira bu durum aynı zamanda kentteki sanayi için işgücü sağlamakta ve maliyetleri olabildiğince düşürmektedir. Gecekondu yapan ya da alan yoksul göçmenler, elde ettikleri bu olanağa karşılık, arsa alımından başlamak üzere her aşamada yerel yöneticiler tarafından korunan ve bu “güven” ortamında kent arsasını parselleyip satan kişilere parasal bedel ödemek zorunda kalmışlardır. Gerçekte yasadışı bu iş ve işlemler, büyük ölçüde yasal kurumların içindeki aktörler tarafından ve kapitalist piyasa mantığına göre işlemiştir.
Sosyalist hareketin kent mekanına aşağıdan müdahale ederek onu yeniden ve kamusal yarar prensibi çerçevesinde üretmesi ise bu süreçte gerçekleşen bir yarılmaya işaret eder. Çünkü sosyalist gruplar, kent mekanın kamu malı olduğu ve kamusal amaçlarla kullanımının bir hak olduğu tezini geliştirmişlerdir. Dolayısıyla mekanın alım satım sürecinin hemen tüm yerel aktörlerini devre dışı bırakarak kent arsasının kamuya ait bölümlerini, öncelikle barınma ihtiyacı olan yoksullar arasında eşit büyüklüklere bölerek dağıtımını sağlamışlardır. Üstelik sadece dağıtım yapmamış; ihtiyaç sahiplerini özenle seçmiş, konutları kolektif emekle birlikte inşa etmiş, konutlarda ikamet zorunluluğu getirmiş ve muazzam bir dayanışma ağı inşa ederek resmi kurumların müdahalelerine karşı yeni inşa edilen bu mekan ve toplumsallıkları korumuştur.
Bu durum Türkiye’de kentleşme sürecinde bir kırılmaya işaret eder ve bunu gösteren en önemli örnek o güne kadar gecekondulaşma sürecine çok ciddi düzeyde müdahale etmeyen yerel ve merkezi yönetimlerin, bu yeni mekanlara karşı acımasız hareket etmiş olmalarıdır. Türkiye’de gecekondu yıkımlarında konut sahiplerinin ölümüyle sonuçlanan tek örnek bu dönemde (2 Eylül 1977) sosyalist grupların kurduğu 1 Mayıs Mahallesinde gerçekleşmiş ve gecekondu sahiplerinden 10 kişi öldürülmüştür.
Kentsel mekanın sosyalist politika ve örgütler tarafından yeniden ve sistem karşıtı bir hareket çerçevesinde üretimi 1970’li yılların ortalarında gelişen ve İzmir, Ankara gibi Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinde de gözlenen bir olgudur. Bu durumu anlatmak üzere kullanılan politik mekan kavramı, bu mahallelerin gündelik hayatının hemen her karesinde muhalif izlerin görünür olmasını ve tam da bu nedenle sistemle ciddi bir gerilim süreci içinde olduğunu anlatır.
Aradan geçen yaklaşık kırk yılda toplumsal yaşama her yönüyle müdahale eden bir askeri darbe, bunu izleyen neoliberal ekonomi ve kent politikaları ve diğer müdahaleci pratikler bu mahallerin, alternatif mekan örneği olma özelliğini hem hatırda tutmuş hem de etkilemiştir. Dolayısıyla hem kuruluş süreçlerinden izler görebilmekte hem de kendi sahici kültürel köklerinden ciddi kopuşlara tanık olabilmekteyiz. Gülsuyu, bu sürecin örneklerinden biri olarak İstanbul kent mekanında yerini almıştır.
Kentteki emekçilere ev sahipliği yapmaya başladığı 1950’li yıllarda gülleri ve suları ile bilinirdi Gülsuyu Mahallesi. 1953-1954 yıllarında başlayan yerleşim ve 1956’da “kazanılan” muhtarlık statüsüyle mahalle kent sisteminde artık kalıcı hale gelmişti. Sonra büyük ölçüde sanayi için gerekli emek gücünün tetiklediği göçlerin ve özellikle Otoyol, Sınger, Otosan’da çalışan işçilerin gelmesiyle hızla büyümüş ve nüfusu 1965’de 3500’e ulaşmıştı. İstanbul’da kendi kaynak suyuna sahip ender mekanlardan biri olarak ve modern anlatının aksine bahçe içerisinde tek katlı gecekondularıyla kente yeni yerleşecekler için bir çekim merkeziydi. Ulaşım olanaklarının zayıf olduğu ve bu nedenle yeterince bilinmeyen Gülsuyu, o yıllarda adeta kentin kenarına yapıştırılmış herhangi bir Anadolu kasabasıydı. Hemen her ailenin “zorunlu” olarak terk ettiği köyleriyle temasının devam ettiği ama aynı zamanda tutunma kaygısının ağır bastığı bir “şehir”di.
O yıllarda kültürel profili bakımından Gülsuyu Mahallesi biraz gelenekçi biraz moderndi, biraz köylü biraz kentliydi, biraz muhafazakar biraz devrimciydi, biraz dindar biraz laikti. Bütün kültürel geleneklerin kendine yer bulduğu bu mahallenin toplumsal dokusundaki damarlardan biri 1970’li yılların ortalarını geçerken daha belirginleşti. Dönemin Türkiye’sine de damgasını vuran sosyalist damar hızla bu küçük mahallenin büyük kimliği haline geldi. Halkın Birliği, Partizan, Devrimci Yol ve diğerleri… Ülkenin ve kentin sosyalist “fraksiyonları” mahallede boy göstermeye başladılar. Duvarlarda onların yazıları görüldü, kamusal mekanlarında memleketin aydınları seminerler yaptılar. Tüm bu etkinlikler adeta devrimin gelmekte olduğunu haber veriyordu. Sonra mahalle düzeyinde “hakim kimlik” haline gelen politik hareketin aktörleri tarafından caddelerin, sokakların isimleri belirlendi. Emek Caddesi, Ümit Kaftancıoğlu Caddesi, İbrahim Kaypakkaya Parkı ve diğerleri.. “Devrimci mücadelede şehit düşen”lerin isimleri mekanlara verilerek kalıcılaştırılmaktaydı. Kamu arazisi eşit büyüklüklerde parsellere bölündü, ihtiyaç sahipleri belirlendi, arsalar dağıtıldı vb. Kısaca “gül” ve “su”yun mekanı önce sosyalistlere ev sahipliği yaptı, sonra sosyalistler onu dönüştürdü, kendi kimliğini giydirerek.
“Her şeyi devletten beklemeyelim” gibi neoliberal zamanların söylemi o dönem henüz yaygın değildi ama Gülsuyu Mahallesinde bambaşka bir bağlamda hiç bir şey devletten beklenmeden gerçekleştiriliyordu. Sosyalist gruplar mahalleye kimlerin yerleşeceğinden başlayarak, arsa dağıtımı, kolektif çalışma, yol yapımı, su ve elektrik hatlarının döşenmesi gibi birçok işi kendileri yapmaktaydı. Gerçi devlet bu durumdan memnun değildi ve bu gidişatı önleme arzusu ilgililerin demeçlerine sıklıkla yansıyordu ama yine de hemen her iş devlete bırakılmadan hallediliyordu. Dönemin kurucu aktörlerine göre bu durumun yarattığı kültürel iklim anlatılmaya da görülmeye de değerdi. Dayanışmanın, paylaşmanın, güvenin mahallesi olmuştu Gülsuyu. Oraya uğramak, gecekondu yapımına bir tuğla, bir miktar harç koymak, günlük hayatın yarattığı havayı solumak devrimci gençliğin özlemiydi. Bundandı, kentin üniversitelerinde ve liselerinde okuyan devrimci gençler gruplar halinde Gülsuyu Mahallesine uğrar ve gündelik çalışmalara katılırlardı. Hiç birinin maddi bir beklentisi yoktu; tam aksine zaman ve emek harcıyorlardı ama burada tanık oldukları sosyalizasyon genç kuşağın hayallerini zenginleştiriyordu.
1970’li yılların sonlarında tam da bu dayanışma atmosferinin hakim olduğu bir dönemde alışılmamış bir hadise şok etkisi yapmıştı. Tuhaf ama bir süredir hırsızlık vakaları yaşanmaktaydı; evlerden çeşitli ev eşyaları, kişisel eşyalar çalınmaktaydı. İstanbul’un herhangi bir semtinde gündelik hayatın olağan sonuçlarından biri kabul edilen hırsızlık vakası Gülsuyu Mahallesinde hem üzüntü hem de tedirginlik ve şaşkınlık yaratmıştı. Bu şaşkınlıkla mahalle kurucuları ilk başta ne yapacaklarını bilememişlerdi. Çünkü burada “ikamet etmesine onay verilenler” hırsızlığı da suç sayan bir politik kültürün içinden geliyorlardı. Öyle ki burada yaşayanlardan herhangi birinin bile hırsızlık yapma ihtimali mahalle halkında ve kurucularda ciddi rahatsızlık yaratmıştı.
Dönemin “Kurucu Komite” başkanı “hızlı bir şekilde araştırma yaptıklarını” söylerken sanki o şaşkınlığı yeniden yaşıyor gibiydi:
Araştırmamızda akılımıza gelen bütün ihtimalleri değerlendirdik. Neyse ki çok geçmeden şüpheler bir kişi üzerinde yoğunlaştı. Bir süre izledik ve bir gece şüphelinin evini bastık. Evet, haklıydık. Mahalleden çalınan her şey oradaydı. Üst üste atılmıştı çalıntı mallar. Artık şüpheli değil, suçlu olan kişiyle konuştuk. Hastaymış, kleptomani hastası olduğunu ve bununla ilgili bir raporu olduğunu gördük. Kendisine, makul bir süre içerisinde mahalleden ayrılmasını ve tedavi olmasını önerdik. Eşyaları bir meydanda topladık ve çalıntı eşya sahiplerini bulabildikleri eşyalarını almaya çağırdık. Hırsızın kim olduğunu söylemedik. Çünkü o hasta bir insandı ve onuru kırılmamalıydı.
Gülsuyu Mahallesini kuranların zihin dünyasını en iyi bu son cümle özetliyordu. İnsanlar, hakları ve onurları.. Bu kavramlar söz konusu olduğunda ayrıntılar bile çok önem kazanıyordu. Sadece kendi kimliğini ve onurunu korumak değildi yapılan, başkasının da onuruna saygı göstermek önemseniyordu.
“Büyük” sloganların ve gündelik ayrıntıların eklemlendiği sosyalist politikanın Gülsuyu Mahallesi ile teması 1970’li yılların ikinci yarısından başlayarak mahallenin, kent sisteminde ve toplumsal algıda yer alma biçimini belirlemişti. Zira kent arsasının büyük sermaye gruplarının değil, onlardan ziyade yoksul kesimlerin malı olduğu ve bu mal üzerinde kolektif müdahalenin doğal hak olduğu savunulmuştu. Başka bir deyişle Lefébvre’den Marx’a uzanan literatür temel alınarak “metanın kullanım değeri” savunulmuştu.
O yıllarda Gülsuyu Mahallesinin duvarlarına diğer politik taleplerin yanı sıra sosyalist gazetelerde de yer alan şu aktüel sloganlar yazılıydı: “Gecekonduların Yıkımına Direnelim”, “Gecekondu Hakkımız Söke Söke Alırız”, “Haklı Gecekondu Mücadelesi”, “Gecekondu Yıkımına Son”.…
Toplumsal hareketlerin “konut sorunu”nu da içerecek şekilde kentsel mekana taşındığı 1970’li yıllarda Gülsuyu Mahallesi siyasal yapıların, konut sorunu ekseninde yeniden ve daha küçük mekanlarda geliştirdiği özgün pratiklerin ilk örneklerinden biriydi. Mahallenin kuzeyine doğru açılan araziler kamuya aitti ve henüz bir yapılaşma yoktu. Buradan daha kuzeye doğru hazine arazilerini ihtiyaç sahiplerine vermek sosyalist hareketin temel hedeflerinden biri haline gelmişti. 1970’li yılların ikinci yarısında kurulan Gülsuyu Kültür ve Dayanışma Derneği ve Özgür Yapı Kooperatifi bu sürecin iki temel yasal aracı olarak işlev görmüşlerdi. Bunlardan Özgür Yapı Kooperatifi çok daha ayırt edici bir nitelik gösteriyordu. Kooperatifin üyeleri hem belediye çalışanlarıydı ve bu nedenle bir kısmı kaçak gecekondu bölgelerini yıkma kararını uygulaması gereken kişilerdi hem de Gülsuyu Mahallesinin kuzeyine doğru açılan bu yeni bölümlere gecekondu yapan kişilerdi. Konut ihtiyacı nedeniyle kaçak gecekondu yapmak zorunda olan ama aynı zamanda belediyedeki resmi görevleri nedeniyle gecekonduları yıkmak zorunda olanlar büyük ölçüde aynı kişilerdi. Dolayısıyla gerilimli bir sürecin tam ortasında bulunuyorlardı. Bunlardan birinin hatıraları hayli ilgi çekicidir:
Maltepe Belediye Başkanının kararı üzerine Gülsuyu Mahallesinde gecekondu yıkımını gerçekleştirmek üzere toplandık. Orada çoğumuzun gecekondusu vardı. Nasıl hareket edeceğimize dair hemen bir karar aldık. Başkan, “yıkın” diye emir verdiği an kepçe “arıza yapacak”, dozerin yakıtının olmadığı “fark edilecekti”. Yani yıkım için araçlarımızın uygun olmadığını söyleyecektik. Neyse ki orada yapılan müzakereler sonucunda buna gerek kalmadı.
Mahalle sakinleri gündelik ihtiyaçların karşılanması üzerinden adım adım yasallaşmanın yolunu da inşa etmişlerdi. 1980 yılında gerçekleştirilen askeri darbeye geldiğimizde sosyalist örgütlerin inşa ettiği konut bölgesi büyük ölçüde tamamlanmış ve konutlar için belediyeye emlak vergisi ödenmeye başlanmıştı.
O yıllardan beri bir işçi, emekçi mahallesi olan “gül” ve “su”yun mekanı sonraki dönemde de emekçilerin, işçilerin, yoksulların ve kentteki evsizlerin uğrak yerlerinden biri ve kapitalist sistemde bir tür “sosyal güvenlik” aracı sayılan “başını sokacak bir ev”e sahip olma arzusunun karşılık bulduğu mekanlardan biri olarak kaldı. Bundan dolayı mahallenin sınıfsal profili köklü bir değişim geçirmedi. Bununla birlikte mahallenin kültürel profilini oluşturan damarlar ve bunlar arasındaki ilişki ve gerilimler zaman içinde giderek belirginleşti.
1980’li yıllarda, Gülsuyu Mahallesi, İstanbul’daki bütün diğer politik mahalleler gibi “operasyonlar”ın muhatabı olmuştu. Şimdi olduğu gibi o yıllarda da operasyon, askeri darbenin yarattığı politik şiddet ortamında polisin, şüpheli evlere ve kişilere yönelik yaptığı baskınları anlatıyordu. Kentin her yerinde birkaç şüphelinin bulunması normal olduğu halde Gülsuyu’nda tek tük “şüphesiz” insanın var olma ihtimali bile “normal” sayılmamaktaydı. Bu nedenle mahalle, günün her saati ama özellikle sabaha doğru polislerin, evlere yaptığı baskınlara tanıklık etmekteydi. Her halde böyle bir ortamda en azından “gözaltı” vakası ile tanışmamış ya da bu ortama muhatap olmamış Gülsuyu’lu genç bulmak zordu. Çünkü 1980’li yılların Gülsuyu Mahallesi askeri darbenin inşa ettiği hakim siyaset açısından iki “kusurlu nitelik” taşımaktaydı. Genç nüfusunun önemli bir bölümü sosyalist örgütlerin taraftarıydı ve toplam nüfusunun önemli bir bölümü de Aleviydi. Bu iki “kusur” bir araya gelince Gülsuyu Mahallesinde ikamet etmek pek de kolay bir iş değildi.
Başka bir bağlamda baktığımızda bu iki kimliğin “yasaklı” olması aynı zamanda kendi içinde bir dayanışmaya da temel oluşturmaktaydı. Bu kimliklerin bir arada olması daima hem bir dayanışmaya hem de özellikle şiddete yönelik algıları nedeniyle gerilime eşlik edecekti. 1980’li yıllarda despotik rejimin yarattığı siyasal atmosferin de etkisiyle sonraki yıllarda dünya ve memleketin değişimine paralel olarak aralarında Gülsuyu’nun da bulunduğu politik mahalleler ciddi fiziki ve toplumsal değişim geçirmişlerdi. Fakat bu mahallelerde “muhafazakâr” bir damar daima “muhafaza” edilmiştir.
1990’lı yıllarda küreselleşmenin de etkisiyle Türkiye, yasaklı kimlikler ve bunların görünür olma halleri bir ölçüde değişecekti. 1990’lı yıllarda Alevi kimliğin yasal olarak değil ama fiilen kamusal alana çıkabilmesi, ibadethanelerini inşa etmesi ve kamu yöneticileri tarafından “kabul” görebilmesi gibi olgular bu kimliği öne çıkardı. Dolayısıyla nüfusu büyük ölçüde Alevi olan Gülsuyu’nda bu damar daha baskın hale geldi. Artık Gülsuyu Mahallesi bir “Alevi gettosu”ydu. Gazeteler mahalleyi böyle yazmaya başladılar. Bu kimliğin barışçı bir gündelik hayat inşa etme hedefi ile “sınıf mücadelesini derinleştirerek sürdürme” siyaseti ile biçimlenmiş sosyalist politik çevrelerin ilişkisini de içten içe kemirdi. Gülsuyu Mahallesi artık hem şiddeti tümüyle dışarıda bırakan bir hoşgörü kültürünün mekanı hem de ülkede ya da kentteki herhangi bir baskıyı protesto etmek amacıyla belediye otobüslerinin yakılması dahil şiddetin, hakim sınıflara karşı bir mücadele aracı olarak meşru görüldüğü bir mekan haline geldi. Bu süreçte kamuyu temsil eden yerel ya da merkezi iktidarın mahalle ile ilişkisi de bu gerilimi yansıtır gibiydi. Mahalle, daima polis panzerlerinin eşlik ettiği bir ilgiye muhatap olmaya devam etti. Oradan gelecek haberler her zaman kamunun ilgi alanı içinde kaldı. “Varoş”tu orası, tehlikeli bir yerdi vb. Bu gibi söylemler hayli yaygınlaştı. Ama yine de solcuydu, Aleviydi. Özellikle politik münakaşalar sırasında yeniden “keşfedilen” bu vurgu hiç değişmedi. O kadar ki seçimlerde bu mahalleden gelecek sonuçlar dahi ayrı bir heyecan yaratmaktaydı.
1990 yılların Gülsuyu Mahallesi için en önemli özelliklerinden biri de tıpkı ilk inşa yıllarında olduğu gibi kente gelen göçmenler için ev sahipliği yapması oldu. Kürt illerinde devletin uyguladığı “köy boşaltma” politikalarının sonuçları burada da hissedildi. Zorunlu olarak köylerini terk eden ve kurtuluşu büyük şehirlerde arayanların bir bölümü Gülsuyu Mahallesine geldi ve mahallenin kuzeyine doğru yeni gecekondular inşa edilmeye başlandı. Öyle ki Gülsuyu artık ikinci bir mahalleyi üretmişti kendi içinde ve bu ikinci mahalle aynı yıllarda “Gülensu” adıyla resmen kent sisteminde yer aldı. Bu iki mahalle aslında tek bir mahallenin resmen ikiye bölünmesidir ve fakat öyle bir bölünmedir ki o günden bu yana bunlardan hangisinden söz edecekseniz edin, muhakkak diğerinin de adını anmak durumunda kalırsınız. Gülsuyu-Gülensu diye hem akademik hem de politik ve gündelik dilde bu ikisi bugün de birlikte kullanılmaktadır. Tabii ki mahalleye yeni gelen göçmenler ile eskiden yerleşik olanlar arasında bir ölçüde akrabalık ve hemşehrilik ilişkisine dayanan doğrudan bir ilişki olduğunu da söylememiz gerekir. Bugün İstanbul’un periferisinde sahici manada gecekondu örneği görebileceğimiz tek tük mekanlardan biridir Gülsuyu/Gülensu Mahallesi.
2000’li yıllara girdiğimizde mahalle (Gülsuyu/Gülensu) artık Kürtler, Aleviler ve sosyalist grupların giderek kendi varlıklarını çok daha somut hissettirdikleri bir mekan haline geldi. Bütün ülkede bu kimliklere ilişkin meydana gelen her hadise Gülsuyu/Gülensu’da da karşılık bulmaya başladı. İstanbul haritasına serpiştirilmiş birkaç başka mahalle gibi radikal kentsel/toplumsal hareketlerin mekanı haline geldi. Eskiden kent merkezlerinde gerçekleşen kitlesel hareketler artık büyük ölçüde buralara taşındı.
İstanbul’un kent haritasını büyük ölçüde değiştirmeyi de amaçlayan o “sihirli sözcük” de bu yıllarda mahallelilerin gündemine girdi. “Kentsel Dönüşüm”. Mahalle, kuruluşundan beri iki kez devletin yoğun ilgisine muhatap olmuştu. Bunlardan ilki 1980’li yıllarda mahalledeki devrimci gençlerin toplanmasını amaçlayan polisin operasyonlarıydı. Şimdi ise devlet, mahallede “kentsel dönüşüm” yapmak istiyordu; öyle münasip görmüştü. Mahalle dönüştürülecekti ya neye dönüştürülecekti, nasıl dönüştürülecekti bu kısımları pek belli değildi. İşte bu noktada mahallenin geleneksel damarı devreye girdi. Toplanma, tartışma ve kolektif tavır hali. Öyle yapıldı. İlgililer anlattı, tartışıldı ve bu “dönüştürme” politikasının mahallede yaşayan nüfus için pek de hayırlı olmayacağı kanaati egemen oldu. Sonra buna karşı sesler yükseldi, hukuki ve kitlesel girişimler yapıldı. Kısaca Gülsuyu Mahallesinin 1970’li yılların sonlarındaki ruh hali devreye girdi. Bu kez başka bir sloganla: “Evlerimizi yıktırmayacağız, kentsel dönüşüme hayır..” 1970’li yılların “Gecekondularımızı Yıktırmayacağız” sloganı yerini “Evlerimizi Yıktırmayacağız”a bırakmıştı. Çünkü gecekondular aslında zaten dönüşmüştü. Bu yeni “dönüşüm”ün başka bir amacı olmalıydı. Gerçekte, Gülsuyu Mahallesi İstanbul’da kentsel dönüşüme karşı en kapsamlı mücadeleyi üreten ve bu alanda ilk örgütlü tepkiyi inşa eden mahalle olarak toplumsal tarihimize girdi. Öyle ki burada örgütlü mücadele araçları, kent düzeyindeki diğer girişimleri de tetikledi ve belki ilk kez eski gecekondu mahalleleri arasında merkezi bir yeni örgütlülüğün; İstanbul Mahalle Dernekleri Platformunun inşa edilmesini sağladı.
Mahalle bu yönüyle sanki geçmiş kültürüne dönmüştü. Zaten “Kahrolsun Faşizm”, “Tek Yol Devrim” gibi duvar yazıları da geçmişle bugün arasında sürekliliğe işaret ediyordu. Bu sürekliliğin önemli örneklerinden birisi de yine 2000’li yıllarda başlayan festival geleneği oldu. Gülsuyu Mahallesi Festivali çeşitli bilimsel etkinlikler, konser ve yürüyüşlerle adeta 1970’li yılların sesini bugünlere taşıma hevesini yansıtıyordu.
Ne var ki bu süreklilik kendi içindeki süreksizliklerin de var olabildiği çelişkili bir durum arz ediyordu. Bir kez sosyalist etkinlikler kitlesel desteğini yitirmişti. En güncel konularla ilgili etkinlikler bile yeterince ilgi göremiyordu. Bunun tabii ki pek çok sebebinden söz edilebilir ama en önemli nedenlerinden birisi de geçmiş değerlerin aşınmasıydı. Mahalledeki politik gruplar kendi aralarında bir birlik ve dayanışma ortamı inşa edemiyorlardı. İstanbul gibi büyük bir metropolün bu küçük mahallesinde bir festivali bile birlikte yapabilmeyi başaramamışlardı. Çok parçalı görüntüsü ve etkisi zayıf grupların gösterileriyle mahalle söylemde geçmişe benziyordu ama eylemde bundan hayli uzaktı.
Fakat daha önemlisi “insan onuruna” geçmişte yapılan vurgunun artık yeterince hatırlanmamasıydı. Mahallede uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasına aracılık edenler tespit edilip devrimcilerin eşliğinde dolaştırılıyor ve halka karşı suç işlediğini, adını soyadını söyleyerek özür diletiliyordu. 1970’li yılların devrimcileri hırsızlık yapan kişinin adını açıklamamayı, “insan onuruna saygı” olarak tarif etmişlerdi. Şimdi ise suçluyu teşhir etmek önemli bir iş sayılıyordu. Bu ikisi de “devrimci saiklerle” yapılmıştı. Fakat aradaki kültürel süreksizlik, mevcut durumu ve gerilimi açıklamakta hayli ilgi çekici bir anahtardır belki de.
“Gül” ve “Su”yun mekanı bugün de yeni formlarıyla Kürt, Alevi ve sosyalist kimliğini sürdürüyor ve bütün bu nitelikleriyle kentin gerilimli ortamında var olmaya devam ediyor. Ne tam Kürt, ne tam Alevi ne de tam sosyalist; bilakis her birinden güçlü damarların bir toplamı olarak. Hem toplumsal tarihimizde belirgin izi olan bir mahalle olarak kendi deneyimlerinden öğrenecek hem de kendi deneyimlerini anlatmaya devam edecektir…