Bir kentle ilgili beklentiler hiç bu kadar kargaşaya yol açmamıştı.
İstanbul konut sektöründeki trendler son yıllarda birbirinden çok farklı değişimler gösterdi. Doksanlı yıllarda “doğaya dönüş” motivasyonuyla, sükunet ve huzur hayalleriyle kentin çeperlerine yeşil alana doğru bir yönelim varken, son birkaç senedir kentsel yaşam ve canlılık, cazibesiyle insanları tekrar kent merkezine geri çağırıyor.
Bu trend ilk başlarda uluslararası ilişkileri iyi ve akademinin kent tartışmalarına yakın olan yeni bir nesil mimar tarafından yönlendirildi. “Yeni avangard” olarak tanımlanabilecek bu mimari üslupta ortak bir mimari dil olmasa da, post-modern dekorculuğa veya başka türlü eklektik tavırlara olan uzaklıklarıyla ortak bir noktada buluşuyorlar. Mimarideki sembolik formlardan kaçınma istekleri de özellikle mimarlık piyasasına yeni giren ve kendilerini tarihselcilikle tanımlamaya çalışan mimarlara karşı bir tavır olarak görülebilir. Tartışmalarda bu tarihselci tavır, yeni zengin işverenlerle belediye ve onlara yakın müteahhit gruplarına atfedildi. Özellikle 90’lı yılların ortalarından itibaren daha fazla para kazanma hırsıyla orman ve su havzalarına saldırıp ortalığı ekolojik ve sosyal açıdan hiçbir şekilde sürdürülebilir olmayan lüks konut projeleriyle dolduranlar bu kötü üne sahip.
Sadece eklektik yaklaşımlar değil, coğrafi tercihler, yerleşim ve yapı tipolojisi açısından da günümüzün mimarlık sahnesine yeni ve korkutucu bir imaj çıkmıştır: Gated Communities- Kapalı Siteler.
Bugün “kapalı sitelerin” tam olarak ne ifade ettiğini söylemek de çok kolay değil, çünkü kent üzerine çalışan insanlar da henüz ortak bir tanımlamaya varamadı, bu yüzden de ne bir yer tanımı ne de bir tipoloji oluştu. Buna rağmen avangardın tartışmalarında “kapalı sitelerin” ne kadar önemli bir yer tuttuğunu görmek ilginç.
Kente geri dönenlerce yapılan tartışmalarda “kapalı siteler” kavramı sıkça kullanılırken medeni yaşamın bir antitezi olarak sunulurlar. Halbuki orman kenarındaki kapalı sitelere kaçışları üzerinden ancak yirmi yıl geçti. Bu kaçışın ana nedenleri arasında kent içi yaşam sınırlarının bulanıklaşması veya inşaat alanı yoğunluğu yer alıyordu. Anavatan Partisi ile 1983’ten sonra başlayan neo-liberal havayla birlikte hızla çoğalan müteahhitler ve onların inşaat faaliyetlerinin ardından eski kentliler merkezden kaçmaya başlamıştı.
Kendi zamanının bir öncüsü olarak Esad Edin’i göstermek gerek. 1989’da Kemerburgaz yakınlarındaki Kemer Country projesinin temelinde “New Urbanism” olarak özetlenebilecek bir bir avantgard yaşam modeli oluşmaya başladı. Bu proje içinde kendine yer bulanlar sadece eskiden bildikleri yaşam sınırlarına değil, aynı zamanda yeni bir mekan konsepti, mimari ve yerleşim biçim ve yeri ile gerekli sosyo-kültürel farklılıklarına tekrar kavuşmuştu.
Ancak kent dışındaki mutluluk uzun sürmedi. İstanbul’da hızla türeyen yeni zenginler bu alanın çevresindeki büyük arazileri satın alıp “ben de isterim” yaklaşımıyla yeni sitelerin oluşmasına neden oldu. Hatta büyük araziler bitince aralarda kalan küçük alanlar da, ormanları yok ederek, bu tip yapılaşmayla dolduruldu. Yapı kalitesinin genel düşüklüğü ve ilk örneğin kötü replikaları olarak rahatsızlık vermelerinin dışında gereksiz süslerle donatılan garip isimli sitelerin sahipleri de aslında şehirden kaçanların kaçış nedenleriydi.
“New Urbanism” hayali patlamıştı; yatırımcılar, işverenler ve mimarlar artık yeni bir işe girişmek durumunda kaldı.
Yeni neslin öncüleri kent dışındaki alanları ikinci sınıf yapımcılara bırakıp kente yeni bir kimlik arayışıyla geri döndü. Beyoğlu ve çevresindeki kafe ve barlarla yenilenen yoğun kentsel yaşam, kent dışında bozulan hayatın pozitif bir kutbu olarak yerini aldı.
Bu fırsatla da zaman içinde harap olan, bir zamanların nezih kentsel yaşam alanları tekrar ilgi odağı oldu. Buradaki yeni hayat, medeni ve sağlıklı bir kentli hayatının normlarına benziyor ve tüm yoğunluğa rağmen komşuların yaşamına saygı duyabiliyordu.
Bu bağlamda Swanke Hayden Connell tarafından 2009 da tasarlanan “Bomonti Apartments” projesi adeta kentlinin merkeze geri dönüşünü kutluyor. Dolayısıyla Bomonti Apartments’ta kurgulanan merkezi konum, kentli yaşam ve modern kent nostaljileri hiç şaşırtmıyor. Projenin mimari çizgisi Henri Prost’un, Atatürk tarafından İstanbul’un planlanması için çağrıldığı zaman, aynı mahalle için yaptığı çizimleri hatırlatıyor. Hatta projenin web sayfasında şöyle bir ifade yer alır: “İstanbul’da, Bomonti’de yeni bir yaşam başlıyor. Hem çok tanıdık gelen hem de hiç görmediğiniz bir yer gibi.” Bu konseptle bilgisayarda üretilmiş olan “suluboya” çizimleri modernist kentin planlama sahnelerinin altını çiziyor.
Bomonti Apartments: Sokaktan bir görüntü. www.extensa.com.tr
Retrospektif bir modern olan bu yaklaşım ancak “suburbia” hareketin başarısızlığı ile açıklanabilir. Önce 80’lerde ve ardından 20 yıl sonra tekrar kaybolan bir duygunun onarım denemesi gibi bir durum ile karşı karşıyayız. Avangardın hızlıca ana akıma dönüştüğü bu kentte kaybolan aidiyet duygusu ancak yaşam sınırlarını belirginleştirme stratejileriyle elde ediliyor.
Söz konusu sınırlar Kemer Country ile netleşmeye başladı, caddelerde ve ara alanlarda genişlemesini sürdürdü. Armonik yaşam kenti hayalini engelleyen bu ayrışma ise “Gated Community” kavramını bedenselleştirdi. Paranın kent merkezine geri dönmesiyle fakirlik kentin periferisine kaydı ve kent içi yaşam bir lükse dönüşmeye başladı. Devlet eliyle gerçekleşen geniş çaplı kentsel dönüşümler ve birbirine çok benzeyen cam cepheli lüks oteller çevrede yükselirken, Bomonti Apartments gibi bir proje her ne kadar sembolizmine indirgenmiş olsa da modern kentin vizyonuna bir saygı duruşu olarak görmek mümkün. Para kent merkezine geri akarken burada oturmak artık baştan itibaren bir ayrıcalığa dönüşmüş oldu. Kent dışındaki evini terk edip merkeze geri dönen kentlinin yeşillikler içindeki sakin yaşam hayali de böylece bitmiş oldu.
Ümraniye’de değişik bir tecrübe için bir şans belirdi. Bir endüstri bölgesi olan Dudullu sınırındaki bir alanda henüz arazi fiyatları normal bir seviyedeyken 2004 yılında Yapı Kredi Koray İnşaat tarafından büyük bir konut projesi hayata geçirildi. Nevzat Sayın, Emre Arolat ve İhsan Bilgin üçlüsü tarafından tasarlanan EVIDEA projesiyle “Gated Community” konsepti aşılmaya çalışıldı. “Kimlik yaratan” mimarlığın sembolik ve kibirli olabileceği tehlikesi ortada olduğu için Evidea’da daha düşük gelir gruplarına ulaşıp ayrımcı olmayan yaşam biçimleri arayışına gidildi.
EVIDEA: İç avludan bir görüntü. www.nsmh.com
Aidiyet duygusu sembolik biçimlerle değil, gerçek sosyal iletişimlerle inşa edilecekti. Biraz daha karmaşık bir mekan kurgusuyla, spor ve enformel görüşmelere imkan tanıyan ortak alanlar özel konut bölgelerin dışında bırakıldı. Evidea için yön gösterici olan de aslında yine modern kentti, ancak bu sefer referans Henri Prost değil de bir zamanların sosyalist Kızıl Viyana’sıydı. Proje Karl Ehn’in Viyana’daki Karl Marx Hof’una bilinçli nostaljik referanslar içermekte.
Karl Marx Hof / Viyana, Avusturya: İç avludan bir görüntü.
“Modernin Kenti” İstanbul’un sorunlarına birçok açıdan çözüm bulacak gibi dursa da bu kavram bile hala çok muğlak. Günümüzün neoliberal kenti mekan hatıralarını ve buna bağlı kentsel deneyimleri coğrafi bağlamından iyice kopartmıştır. “Yoğunluk” ya da “kentsellik” gibi kavramların içleri boşaldıkça garip bir biçimde daha önemli hale geliyorlar. Bu anlamda zihinlerimizde yaşayan “kapalı site-gated community” ve “modern kent” kavramları da birbirlerine iyice yaklaşmış oldu.
Sibel Bozdoğan gibi mimari eleştirmenlere göre Evidea’da da sosyal ayrışma devam ederken “kapalı site -gated community” yaklaşımı aşılamadı. Bu fikir birçok sosyolog ve kent araştırmacı tarafından da paylaşılıyor; tartışmalarda ise sembolik olanla gerçek olanın arasında bir ayırım yapılmaya çalışılıyor. Bu görüşe göre Evidea, bize daha adil bir düzen varmış gibi göstermeye çalışsa da, aslında bildiğimiz ayrımcı biçimleri sürdürüyor.
Evidea’daki metrekare fiyatlarının buraya ulaşan metro ağıyla birlikte çok fazla artması mimarların etki alanının dışında kaldığı gibi, makul bir kent planlamasının yokluğu da değiştirebilecekleri bir durum değildir. Bu yüzden de mimarların “eh ne yapalım, bizim fikrimiz çok iyi idi, ama kimse bizi dinlemedi” gibi bir tavırla bu tip eleştirilere karşılık vermemeleri yeterli midir?.
Tartışmalarda mimarinin konut yapımına olan etkisi nedir sorusuna bir yanıt aramak daha doğru olmaz mı? Çevrenin nasıl algılandığını sormak, bu algıların gün boyu yaşamlara nasıl etki ettiği ve nihayetinde kentin nasıl hatırlandığı soruları daha önemli olabilir.
Bomonti Apartments veya Evidea gibi projelerin gated community kavramını temize çıkartmasının dışındahiç bir işe yaramadığını düşünmüyorum.
Sonuçta ne edildi sorusuna net bir cevap vermek şu an için mümkün değil. Ama belki de sembolik olanla kentin gerçeği arasında ayırım yapınca mimarisini daha iyi anlamamız engelleniyor. Belki de mimarinin etki ve potansiyelleri aslında dikkatsizce imaj olarak aşağıladıklarımızda saklıdır. Ama tam da bu aslında kent yaşamını ve onun hayalini kurmayı öne çıkartandır. Mimarinin sembolik değerleri onun gerçekliğini ve günlük yaşamda kentte nasıl yaşayıp insanlarla nasıl iletişime geçtiğimizi belirler. Mimarinin sembolik anlamından kaçmanın neden bu kadar önemli olduğunu düşünürken, kaçışı da neden beceremediğimzi görmek bizi biraz düşündürmeli.
Almanca’dan çeviren: Zeynep Kuban