Belediye başkan adaylarının yönetmeyi düşündükleri kentleri birer legokent gibi görmelerinde ciddi ve hastalıklı bir yan olduğunu, bunun da gerçeklik algımızın inşasıyla ilişkili olduğunu fark etmemiz gerekiyor.
İlkokula giden çocukları olan bir baba ve çocukluğundan beri sıkı bir animasyon takipçisi olarak son zamanlarda ilginç birkaç film izledim. Lego adlı çocuk oyuncaklarının başrolde olduğu, diğer tüm çizgi roman ve film karakterlerinin de lego olarak rol aldığı filmlerdi bunlar. Tabii, gerçek yaşamdaki öyküler lego parçalarına aktarılınca ilginç bazı durumlarla da karşılaşılıyor. Örneğin her şey, gökyüzündeki bulutlardan okyanuslara kadar lego parçalarından oluşuyor. Herhangi bir karakter örneğin kel ise, lego karakterin saç kısmını oluşturan parça eklenmiyor, karakter ölüyorsa lego parçalarına ayrılıyor vb. Ruh halleri, lego karakterin yüz ifadesindeki basit karakalem çizimin değişimi ile anlatılıyor. Tüm bunlar bir senaryo üzerinden stop-motion tekniği ile filme çekiliyor. Çocuklar da buna bayılıyor. Belki de oynadıkları legolardan bu öyküleri görmek onlara, kendileri yapmış gibi bir duygu yaşatıyordur kim bilir?
Yerel seçim sürecini izlerken nedense lego filmlerini izler gibi hissetmeye başladım. Her akşam bir belediye başkanı bir televizyon kanalında ya da sıkça ziyaret ettiğim internet sitelerinin tepesindeki reklam bölümünde animasyonlar eşliğinde projelerini anlatıyor. Bu projelerde mimarlık dünyasının iyi bildiği canlandırma ve animasyon teknikleri kullanılıyor. Kamera önce tepeden bir görüntü veriyor. Nedense hep bulutlar, güneşli günler ve havada uçuşan güvercin ya da martılar eşlik ediyor bu görüntüye. Sonra kamera aşağı doğru pike yapıyor. İnsan gözü düzeyine iniyor. Anlaşılması güç bazı mimari yapıların, yolların, parkların içinden geçiyor. Tüm parklar aynı, yeşil bir kaplamayla oluşturulmuş, yollar da aynı siyah zemin. Bu görüntülerin arasında insanlar görünüyor. Yalnız insanlarda da ortamın tamamı gibi bir gariplik söz konusu. Kolları bacakları soba borusu gibi. Hepsi aynı hızda hareket ediyorlar. Kıyafetleri de hep tek renk. Motif, desen yok, moda sektörü yeterince çalışmıyor gibi bir hava söz konusu. Dahası bu insanlar düzenli aralıklarla kopyalandıklarından klon savaşları gibi bir durum da söz konusu. Steril, yalıtılmış, sorunsuz, kirden pislikten uzak, çeşitliliğin günah olduğu bu görüntüler giderek daha fazla lego filmlerine benziyorlar. Tek bir fark var; lego filmleri lego parçalarıyla oluşturulmuş karakterleri kullanarak farklılıkları göstermek için elinden geleni yapsa da, yerel seçim sürecinde izlediğimiz animasyonlar farklılıkları gizlemek, tektipleştirmek ve homojeni kutsamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Tabii ki bu durumda vakit darlığı, siyasi süreçlerin doğası etkili. Ancak, belediye başkan adaylarının yönetmeyi düşündükleri kentleri birer legokent gibi görmelerinde ciddi ve hastalıklı bir yan olduğunu, bunun da gerçeklik algımızın inşasıyla ilişkili olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Öncelikle, özellikle yerel seçimlerde ve yerel yönetimlerin hizmet sunum süreçlerinde görselleştirme, üç boyutlu görüntüler kullanma neredeyse bir zorunluluk olarak görülmeye başlandı. Kitleler, bir nevi tasarım fikrinin tartışılmasından çok, ortaya çıkacak mekanların fikrini meşrulaştıran bu tür görüntülere bağımlı kılınmış durumda. Bir aday, ne kadar açık, berrak ve net konuşursa konuşsun, projesi ne kadar mükemmel olursa olsun, bu projeyi bir animasyonla taçlandırmazsa sözleri buhar olup uçuyor. Ciddiye alınmıyor. Bu açıdan bakıldığında aslında yerel siyasetçiler de bu görüntülere bağımlı hale gelmiş durumda. Hatta, siyasal iletişimin en önemli unsurlarından birisini seçim öncesinde projeleri görselleştirmek için el altından şu ya da bu mimarlık bürosu ile kurulan ilişkiler oluşturuyor. Piyasa koşullarında maddi karşılığı ciddi rakamlara denk düşen bu çalışmaların neyin karşılığında yapıldığı sorusu ise bu yazının konusu dışında kalmakla birlikte önemli bir soru.
Ankapark Projesi’ne dair bir görselleştirme
Bu tür bir görselleştirmenin bağımlılık haline gelmesi aslında gerçeklik algımızın üretimi ile yakından ilişkili. Yaşadığımız çağ itibariyle insanoğlu geleceğe ilişkin tasarımların gerçekte nasıl bir sonuç ürüne tekabül edeceğini kestirme konusunda sorunlu ya da tembel. Bu tür bir uğraş onun için yıpratıcı. Çoğu zaman içinde yaşadığı, şikâyet ettiği heyula gibi yapıların da aslında bir zamanlar kendisine cicili bicili animasyonlar olarak tanıtıldığını kolay kolay hatırlamıyor. Gerçeklik algısının her gün kendisi için yine ve yeniden üretilen bir şey olduğunu anlaması da kolay değil. Bunun için de bazen hepimiz, kentle ilgili bir yapının bir mekânın yapılıp bitmiş halini, sorunsuz, tabiri caizse “dikensiz” halini görüp bilmekle, kendimizi gerçekleştirme sürecini özdeşleştireceğimiz bir “yapılıp bitme” öyküsüyle karşı karşıya kalmakla mesut oluveriyoruz. Bilgisayarda üretilen gerçeklik çoğalıyor, açılışlarda konuşan siyasetçilere fon oluyor, televizyonlarda ve internette dönüp duruyor, günün sonunda da o gerçeklikten çıkıp, içinde yaşadığımız gerçeğe dönüyor küfrediyoruz. Bir nevi legokentte yaşama düşleri kuran çocuklar gibi olmak öğretiliyor bize. Bizse mutsuz olanı oynuyoruz.
Ama ara ara buna isyan etmenin de bir aracı olabiliyor bu görselleştirmeler. Son zamanlarda o kadar hızlı üretilir oldular ki hatalar kaçınılmaz olabiliyor ve bizzat üretilen gerçekliğin ta kendisi, gerçekliği değiştirmenin bir aracı tetikleyicisi olan isyan ruhunu besleyebiliyor. Bunun örneklerini Gezi Parkı olaylarında ciddi payı olan yayalaştırma projesinin animasyonlarında ya da ODTÜ Yolu animasyonlarında çarpışan arabalar ya da çıkmaz yollarda gördük. Hatta, eleştirel bir akıl için uygun teknolojik olanaklar bu görselleştirmelerin bir mizah ve hiciv duygusuyla evirilip çevrilmesine ve tam tersi bir amaç için kullanılabilmesine de olanak veriyor. Animasyonlardan çıkıp internette viral videolar olarak dalga dalga yayılan mizahi ürünlere sıklıkla muhatap oluyoruz. Yani yavaş da olsa legokentin sakinleri olmaya direnmeyi öğreniyoruz. Ama, bunu yaparken bile bu görselleştirmelerin meşrulaştırılması sürecinin bir parçası haline geldiğimizi de görmezden gelemeyiz.
Ancak, sorun esas seçilirlerse yerel yöneticilerde ve belediye başkanlarında. O animasyonları o kadar fazla izliyorlar ve izletiyorlar ki, bir süre sonra projelerin neredeyse bir gül bahçesinde kendi kendilerine inşa olacaklarına inanmaya başlıyorlar. İnsanların da legokentteki boru bacaklı insanlar gibi kendilerine biçilen rolün dışına çıkmayacaklarından eminler. Kenti yönetmeye başladıklarında bu anlayışı sürdürmeye başlıyorlar. “Katılım”, “beraber yönetme”, “sosyal adalet” gibi kavramlar kolaylıkla rafa kalkıyor. Hele hele projelere itirazlar yükselmeye başlayınca legodan yaptığı kuleler başka bir çocuk tarafından yıkılan çocuklar gibi hırçınlaşmaya başlıyorlar. Bu durumun yüzlerce örneğini gördük geçtiğimiz on yıl içerisinde. Bilimsel ve teknik kaygılarla itiraz edilen birçok proje animasyonları ve görselleriyle savunulmaya çalışıldı mahkemelerde. İlkeler görsellerle ikame edilmeye çalışıldı.
Burada bu tür teknolojilerin kullanılmamasından yana olduğum sanılmasın. Büyük olanaklar sağlıyor bu araçlar. Ancak, teknolojiyi kullanarak gerçekliği yeniden üretmenin de bir etiği olmalı. İnsanların algısını olması gerekenden çok eğip bükmemeli, en azından insan ölçeğinden görebilme olanağı tanımalı kullanıcılara. Örneğin, İstanbul siluetine eklenen 16/9 kulelerinin görünümünü de binalar yapılmadan önce insanlara göstermeli. Göstermeli ki belediye başkanları ve bu görselleştirmelere bağımlı hale gelenler/getirilenle kentlerin onların lego oyun alanı olmadığını görebilsinler. Bu tür bir etiğin gelişmesi için daha çok zaman gerekecek belki ama biz kendimizi seçimler sonrasında görevi devam ettirecek ya da devralacak olan başkanlara şunu söylemeye hazırlanmalıyız: “”Bu kent sizin legokentiniz değil. Biz de lego değiliz. Animasyonlar bitti. Hadi şimdi gerçek projeleri birlikte nasıl yapacağımızı konuşalım.