Bunca yakın bir zamanın böylesine unutulması garip değil mi?
Ne Hıristaki Paşa’nın güleri kaldı ne de cızırtılı plaklardaki tangolar. Tanrının ayaklarını boyamak için yapılmışa benzeyen, melek tasvirleriyle süslü büyük boya sandıkları akıntıya kapılıp gitti. Salacak meyhanelerinin mermer masalarına konan beyaz martılar bile şimdi sepya fotoğraf kâğıtları gibi uçları yanmış kanatlarıyla ağır ağır siliniyorlar gökyüzünden. Kovadaki sudan gülümseyen bulut yok. Ahşap evlerin yerinde bir avuç kül ve İstanbul, kıyıları kazınan Haliç’in dibine gömülüyor. Bir avuç altın ve suların gizlediği bir balçık yığını. Sonra onu da kazıyacaklar ve bu gizemli kent Ankara’ya benzeyecek.*
Bunca yakın bir zamanın böylesine unutulması garip değil mi?
Değil mi sahiden?
Sizi bilmem ama ben mimarlık tarihini Sait Faik Abasıyanık, Haldun Taner, Vüs’at Orhan Bener, Onat Kutlar, Füruzan ve Leyla Erbil’den öğrendim. Mimarlığı diğer sanatlardan ayıran
yaşamın içine nüfuz edebilmesiydi çünkü. Her-yaşamın. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kırk yıllık sanat yaşamı boyunca “sanat işe yaramalıdır” diye diye aramakta olduğu şey’in tam da karşılığıydı, mimarlık. Ve taş. Sözgelimi, Bedri Rahmi’nin öğrencisi Gülsün Karamustafa’dan duydum;
Rum Vaslamatzis ailesinin hikâyesini, Cihangir’deki Başlamacı Apartmanı’nın maketini içeren sergisinde. Vaslamatzislerin yaptırdığı apartman Karamustafa’nın eski fotoğraflarla yeniden canlandırdığı zamanın etkisiyle Türkiye ve Yunanistan arasında bir köprü kurdu.
Ve bir apartman bir köprüye dönüşebiliyormuş.
Kızları Olimpia’nın adını verdikleri ilk gazoz firması Olimpos Gazozları’nın sahibi Vaslamatzis (Başlamacı) ailesini, Yunanistan’a göç etmeye iten neden ise 6-7 Eylül olaylarıydı.
Maketin, fotoğrafların yanı sıra ve metinlerin de yer aldığı enstalasyon için Karamustafa:
“Amacım bir varlığı, onu hiç de güzel olmayan anılarla terk etmek durumunda kalan esas sahiplerine, bir sanat eseri biçiminde de olsa, geri verebilmek” demişti.
Sergi Yunanistan Modern Sanatlar Müzesi’nde de gösterildi. Müze müdürü Nikos Kafetsi ne demişti o zaman: “Burada asıl sanat eseri apartman değil, aileler arasındaki o ilişki. Ve mükemmel olan da bu.”
Bunca yakın bir zamanın böylesine unutulması garip değil mi?
Beyoğlu’nda insanevladının kaderi değişti mi peki? Hayır. Daha sürülecekler vardı. Tarlabaşı’nda ucuz kira ve iş olanaklarına yakınlığı nedeniyle ikamet eden Kürt ve Romen aileler, pırıl pırıl ‘soylulaştırma’ projeleriyle evlerinden atıldılar, kentin dışına sürüldüler.
Yeterince ‘zengin’ değillerdi!
Vaslamatzis ailesi varlıklıydı da ne oldu?
Yeterince ‘yerli’ değillerdi!
Beyoğlu kültürel ve eğlence hayatı gün be gün yok edilirken bu sefer dışarıya itilen kesim öğrenciler ve bekârlardı. Ucuz bira ve kelepir kitap peşinde, tiyatro düşkünü ve Hayal Kahvesi müdavimi bu gençler, yeterince ‘ahlaklı’ ve de evli değillerdi her şeyden önce.
Beyoğlu yeterince ‘aile’ olmalıydı, Türk olmak tek başına işe yaramıyordu sevdiğin bir semtte zaman geçirmek için.
Gezi Parkı Direnişi gösterdi ki Beyoğlu’nda tutunmak için aranan bu nitelikler her gün artıyor ve çıta yükseliyordu. Vegan ve vejetaryen gençlerin çadır kurup ağaçları çevrelediği zamanlarda devlet yine öfkeliydi,
Çünkü yeterince ‘et’ yemiyorlardı!
Bunca yakın bir zamanın böylesine unutulması garip değil mi?
Sürgünler bitmedi. İstiklal Caddesi’nden ‘esnaf kralların’ ricasıyla bir avuç ağaç sökülüp atıldı. Topçu Kışlası’nın ve Ermeni Mezarlığı’nın üzerine kurulan toplam 606 anıtsal ağaçlı Gezi Parkı da gitmeliydi artık.
Çükü ağaçlar yeterince ‘zengin’ etmiyordu!
Kadir Topbaş’ın 30 Mart 2014’te yapılacak yerel seçim için projelerinden biri yeni İstanbul vapurları! Gemileri –vapur denemez ki artık- görünce bir an her halde İstanbul’un iki yakasını bir birinden uzaklaştıracaklar diye düşündüm, cruise gemilerine benziyor tasarımlar, uzun mesafe araçları. Bir erguvan rengi bir de gövdeye yapılmış lale motifi??? tasarımı ‘yerli’ yapma çabasının gösterişli göstergesi gösterisi… İçlerinde alışveriş merkezi de var diye şüpheleniyorum –gerçekten- yoksa o nasıl bir cüsse, nasıl bir yüksekten bakış denize?
Yahu, yunusla martıyla konuşan, denize alçaktan yakın mesafeden baktıran, rüzgârı içine alıp da öyle salınan, mütevazı, bol pencereli, açıklıklı, boşluklu, sohbetli, TURUNCU bacalı vapurların nesi vardı? Haliç Tersanesi’nin yadigârları.
İstanbul vapurları yeterince ‘mahrem’ değildi!
Ve bir vapuru katledeceksen bunu tersanesiyle birlikte yapacaksın, arkada delil bırakmayacaksın!
Tabii İstanbul, bütün diktatörlere rağmen küçük özgürlük alanlarıyla, Çengelköy’den açılan bir sandal sözgelimi, Küçük Ayasofya önünde bir meydan, Kuzguncukta serbest tarımın başladığı bir bostan, İmrahor’da ‘kamusal’ sebze bahçesi, Arnavutköy’de henüz kül olmamış bir ahşap ev, Yel değirmeni’nde işgal edilmiş bağımsız sanat alanı sözgelimi, nefes alıyordu hâlâ.
Ancak ‘rahatsız’ çevreler avuçlarını kaşımaya devam ediyordu.
Boğaz’ın maviliği neyse de
mavi bir renk sonuçta,
İnsana tanıdığı mesafe! boşluk! ve hava! hayli tehlikeliydi.
Doldurun Boğaz’ı, adı ‘yapmak’ olsun!
Üsküdar sahiline ve Çengelköy-Anadoluhisarı arasına dolgu yollar,
Ve cüret ve cesaretin zirvesi:
“İstanbul Metropolü Miting ve Gösteri Alanı projesi için Yenikapı İDO İskelesi ve balıkçı barınaklarının bulunduğu yerden, Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin önüne kadar olan alanda deniz dolduruldu ve yaklaşık 270 bin metrekare büyüklüğünde. Sürecin başlangıcında imar planlarına başta Şehir Plancıları, İnşaat Mühendisleri ve Mimarlar Odası olmak üzere farklı kurumlar dava açmış, koruma kurulları ve kararları adres gösterilmiş fakat dolgunun ‘sit alanına değil denize’ yapılacağı gerekçesiyle kurul yetkisiz bırakılmış, plan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan bu şekilde geçirilmişti.”
Boğaz yeterince ‘zengin-yerli-dindar-aile-mahrem-etobur” değildi! (Balık yiyorlar ya)
Öyle ya çepeçevre rakı-balık restoranları, yalılar… Başbakan afkuruyor, “Boğaz’ın monşerleri! Sizi gidi yalıda oturan zenginler!” (Hep vitrine bakıyor ama neyse.)
Dolduralım gitsin, diyorlardı hem ne olacak Kanal İstanbul yaparız, Bakın Kuğulu Park ne güzel,
Ankara ne güzel,
O harika yeni kapılarıyla (Melih Gökçek’in şehir devleti, yakında vize de alırlar)… Şu surları bir yükseltelim, yapalım İstanbul’a da kapılar, meydanlara kalıptan çıkma çakma çekme saat kuleleri koyalım, orijinal fikir, ‘fışkıye’den hayli farklı.
Şimdi söyleyin, haksız mıyım İstanbul’da bir terör saldırısında yitirdiğimiz Onat Kutlar’dan öğrenmekte, mimarlık tarihini?
İstanbul için çılgın projeler ve dev inşaatlar üretmeye devam edecekler, çünkü
İstanbul yeterince ‘Ankara’ değil!
* “Ustaların Düşüşü”, Onat Kutlar, Bahar İsyancıdır adlı öykü kitabından, 1986