"Mutlu aşk yoktur." Louis Aragon
Yarışmaya katılan her mimarın hayalidir, kazanmak… En iyi tasarımı yapmak, yüzlercesinin içinden… Çoğu zaman tanımlanmış bir iş bile mimarı bu kadar heyecanlandırmaz. Mimarınki bir hayaldir, düşünü kurup baktıkça, gerçeğe, betona, çeliğe, cama dönüştüğü anı hayal eder kâğıt üzerindeki eskizinin…
Nedir mimarları bu yarışma çılgınlığının içine çeken? Ve mimar olarak yarışmalar ile ilgili algıladıklarımızla gerçek olan arasındaki fark ne kadarlık bir uzaklığa karşılık geliyor?
Sanırım neredeyse hiçbir meslek grubu içinde mimari proje yarışmasına benzer bir uygulama yoktur. Yani düşünün, doktorlar sıraya girmiş birini en iyi ben ameliyat ederim diyor, ya da avukatlar sizi en iyi ben savunurum, muhasebeci en iyi defteri ben tutarım diyor ve bunun için meslektaşları hatta bizzat kendisiyle kızgın bir rekabet içine giriyor.
Evet, biz mimarlar bunu yapıyoruz. Verilen çetin tasarım problemleri üzerine bir çeşit “er meydanına” çıkıyoruz. Üstelik bunun sonunda bir kazanç elde etme garantisi yok. Sade bir rekabet ve belki normal yollarla ulaşılamayacak tasarım problemleri ile karşı karşıya kalmak… Hatta bir ödül kazanılsa bile çoğu zaman ancak yapılan masrafları karşılıyor. Biraz irrasyonel gibi görünüyor.
Sabahlara kadar uzayan çalışmalar, ince ince işlenen paftalar son ana kadar rötuşlanan maketler… Hepsi bir amaç için, onlarca, belki yüzlerce meslektaşın arasından görece en iyi tasarımı yapıp en iyi olmak için. Gerçi “en iyi ödül 2. Ödüldür” diye bir söylem de meslekten insanlar, yarışmacı mimarlar arasında dolanır durur ama… Herkesin hayalinde kazanmak ve o tasarlanan muhteşem yapıyı ete kemiğe büründürmek vardır.
Çoğu zaman bir yarışmanın ardından, kolokyum öncesi ve sonrası sergi salonlarını gezerken hüzünlenirim. Müelliflerini bilmediğim paftalar (ödül almayan projelerin müellifleri üzerine yazılmaz) önümden akıp giderken bu emeğin arkasında yatan gece gündüz çalışmaları fedakârlıkları düşünürüm. Biraz buruktur ödül alamayan tasarımcı, çoğu zaman küskündür. Arta kalan maketini ve paftalarını dahi almaz. Belki biraz yapılan işi, kaybedilen zamanı unutmak içindir bu tutumu, bilinmez.
Tabii 1. ödülü almak ve kazanmak önemlidir. Ama aslında mimarlar sadece ödülün peşinde değildir; hayallerindeki yapıları yapmanın, belki piyasada dertlerini anlatamadıkları işverenler yerine işinin ehli mimarlardan oluşan bir seçici kurula yeni mimari fikirlerini sunmanın yolunu ararlar. Bu yol belki mimarın kendini gerçekleştirmesi için seçtiği son derece çileli (!) bir yoldur.
Bu şekilde baktığınızda mimari yarışmalar, mimar için, karşısında görmediği bir işverene tasarım yaptığı ve çoğu zaman sonu hüsranla biten bir yolu tarif etmekte. Peki, işveren için durum nedir?
Yarışmayı düzenlemek isteyen kişi ya da kurum önce buna karar verir. Onlar için de çok zor bir yoldur bu. Çok fazla para ve zaman gerektirir. Ama karşılığında onlarca, belki yüzlerce tasarım alternatifi görme şansı oluşacak ve bunların içinden amaca en iyi hizmet eden tasarım seçilecektir. Bir sürü jüri üyesi, danışman yedek üyeler sürekli toplantılar yaparlar. İdarenin taleplerini, mimari ve yasal bir dille mimarlara aktarmak onların görevidir. İlgili mevzuat ve etik kurallar gereği jüri ve tasarımcılar arasında direkt bir diyalog olamaz. Dolayısıyla normal bir tasarım sürecinde onlarca saat işverenin isteklerini anlamak için harcayacağınız zamanı jüri üstlenir ya da ideal durumda öyle olmasını beklersiniz.
Nihayetinde karşınızda bir işveren yerine, elinizde bir şartname ve donelerle birlikte kendinizle baş başasınızdır.
Tabloya bu şekilde baktığınızda mimar açısından yarışma, gerçekleşme fırsatı sunan bir hayal gibi görünüyor. Belki biraz şan şöhret için, birçok mimar arasından “en iyi tasarımı yaptım demek” için, genç ise diğerlerinin arasından sıyrılıp var olabilmek için… Mimar biraz da, o dur durak bilmez egosunu beslemek için yapıyor belki bu işi.
Peki, mimar olmayanların gözünden bakılınca nasıl görünür yarışmalar? Özellikle inşaat dünyası ile ilgili insanlar çok yarışma yapıp az bina yapan mimarlara genel olarak iyi gözle bakmazlar. Ülkemizde çok nitelikli olmasa da yapı yapmış olmak, başka işler alabilmek için önemlidir. Bu sebeple yarışmacı ve ödüllü mimarlar, iyi tasarımcı olduklarını kanıtladıkları halde piyasada çok kolay iş bulamazlar. Çünkü inşaat dünyasına göre iyi tasarım yapmak ile yapı yapmak ayrı şeylerdir.
“Peki, yarışma yoluyla mimari proje üretim şekli gerçekten işe yarıyor mu?” diye sormamız gereken an geldi. Öyle görünüyor ki hem mimarlar hem de idareler için zorlu bir yol aslında yarışma. O halde sonucunun da diğer proje elde etme biçimlerine göre daha başarılı olmasını bekliyoruz.
Son on yıl içinde açık yarışma ile yapılmış ve bitmiş yapıları hatırlayalım:
• ODTÜ Kıbrıs Kütüphane Binası
• Ankara Noterler Birliği Binası
• Akhisar Belediyesi Binası (bir dönem onlarca belediye yarışması açılmasına rağmen)
• Ankara Anayasa Mahkemesi Binası
• Dalaman Havalimanı
• TCMB Bursa Şube Binası
Son on yıl içinde yarışmalara kabaca rakamlarla bakalım:
• Son on yıl içinde 108 yarışma açılmış,
• Yarışmalara toplam 8.060 proje teslim edilmiş,
• Toplam 6 yapı inşa edilmiş.
Görünen o ki, yarışma yoluyla yapı yapılamaması gibi bir sorunla karşı karşıyayız.
Sorunun, sistemin kendisinde olmadığını biliyoruz. “Konkur” (yarışma) Avrupa’da ve hatta 60’lı 70’li yıllarda ülkemizde başarı ile uygulanmış bir sistem. Hatta Avrupa’da ve dünyada bazı yıldız mimarların doğmasında vesile olmuş. Örneğin Pompidou Centre (Renzo Piano – Richard Rogers) genç ve heyecanlı bir mimari grubun, uluslararası yarışma sonucunda dünya mimarlık tarihine geçecek bir yapıyı inşa ettikleri süreci tarif ediyor. Ya da Sydney Opera Binası (Jurn Utzon), Park de la Vilette (Bernard Tschumi) gibi pek çok iyi örneği hatırlamak mümkün.
Bu örneklere bakınca yarışmalar, mimarlar için hayallerini gerçekleştirme aracı olabilir. Peki, an itibariyle gerçekleşebilir bir hayal mi? Üretilen yapılar açısından baktığınızda ülkemizde yarışma ile proje elde etmenin çok kolay olmadığı görünüyor. Öyleyse sorun nerede? “Tüm kamu yapıları yarışma yoluyla elde edilsin” derken bu sorunun cevabını bulmak zorundayız. Neden yarışma yoluyla daha çok yapı yapamıyoruz?
Sorun idarelerde mi, jürilerde mi, yoksa mimarlarda mı?
Sorunun bir kısmı, idarelerin yarışma sürecinden sonra elde ettikleri sonucun, talep ettikleri çözüm olmadığını düşünmelerinden kaynaklanıyor. Elbette bir yarışmaya katılımın kalitesi, seçilebilecek önerilerin çeşitliliği açısından çok önemli. Ancak belki bundan daha önemli olan şey, üretilecek tasarımları belirleyen problemin doğru tanımlanmış olması.
Jürilerin idare ile tasarımcı arasında oynadığı rolü çok iyi anlamasının ve yerine getirmesinin gerekliliği. Çünkü doğru tanımlanmamış bir problemden doğru çözümün çıkması mümkün değil.
Jürilerin idare ile kurduğu diyaloglarda problemi ve idarenin isteklerini iyi analiz ederek yarışmacılara aktarması gerekiyor. Bu anlamda idarelerin de çoğu zaman taleplerini net bir şekilde ifade edemediklerini ya da talep ettikleri bazı bölümlere gerçekte ihtiyaçlarının olmadığını görebiliyoruz. Bu hassas aşamada jürinin idareyi iyi anlayıp, istekleri tartışıp gereklilikleri ve bu isteklerin doğuracağı fiziki sonuçlar konusunda idareyi bilgilendirmesi ve optimum bir programı problem tanımı ile birlikte şartnameye dökmesi gerekiyor.
Tasarımcı ile idare ve jüri arasındaki bu yazılı bağ (şartname), doğal olarak tüm tasarımları ve mimari tavırları şekillendiren ana unsur olacak. Hazırlıkların ve yüzlerce saat sürecek çalışmaların ana kaynağı bu metin. Bu metnin hazırlanmasında elbette yasal dayanaklar, yönetmelikler göz önüne alınıyor. Ama aslında her jüri bu süreci biraz en baştan yaşamak zorunda kalıyor. Bu anlamda idarelerin görevlendirdiği raportörler de benzer şekilde bu işi ilk kez yapmış oluyorlar ve bu durum bazı sorunlara, aksamalara sebep oluyor. Belki çok üzerinde durmadığımız bu husus düşündüğümüzden daha derin sorunlara yol açabiliyor.
Jürinin verimli bir şekilde çalışabilmesi ve idare ile tasarımcı arasında bağlayıcı olacak şartnamenin sağlıklı ve geçmişteki yanlış uygulamalardan ders alarak, onları geliştirerek hazırlanabilmesi için raportörlük kurumuna çok iş düşüyor.
Belki de raportörlük kurumunun bu anlamda Mimarlar Odası ya da bağımsız bir grup tarafından, ama bu işi daha önce çok kereler yapmış bir birimden oluşturulması, bu anlamda çıkabilecek bazı sorunları bertaraf edebilir.
Başka bir sorun da çoğu kez yarışmanın sonuçlanması ile birlikte idare ile mimarın jüri olmaksızın tamamen baş başa kalması. Hele işin nasıl verileceği konusu şartnamede net bir şekilde belirtilmemiş ise, bu daha da büyük bir problem yaratabiliyor. Her ne kadar yarışmalar yönetmeliğinde, yarışma sonuçlandıktan sonra jürinin kısmen görevinin devam ettiğine atıfta bulunulsa da, genelde bu durum gerçekleşemiyor. Özellikle genç ekipler idareler karşısında sağlam durmakta sıkıntı yaşıyor. Bu noktada tıpkı daha profesyonel bir raportörlük kurumu gibi, bir proje yürütme birimi, jürinin bir bölümünün de içinde bulunacağı bir yapı ile projeyi, idareyi ve mimari grubu yönlendirebilir; doğabilecek ihtilafların hem sözleşme hem de proje aşamasında tartışılacağı ortamları hazırlayabilir.
Tabii şunu unutmamak gerek; idare olarak bir yarışma düzenlemekle müellif değil proje seçmiş oluyorsunuz. Bir tasarımı, onlarca belki yüzlerce öneri arasından seçiyorsunuz. Önemli bir proje hizmetini en düşük fiyatı verecek firmaya vermektense bedeli baştan belli olan görece en iyi tasarıma veriyorsunuz. Bu anlamda yarışmalar aslında ihale siteminde yer alan diğer tüm yöntemlerden çok daha adil, niceliği değil niteliği önemseyen ender uygulamalardan birini bizlere yasal altlık ile birlikte sunuyor.
İçinde bulunduğumuz durumdan çıkarılabilecek sonuçlardan bazıları bunlar. Şu ya da bu sebepten ötürü bugün yarışma ile yapı elde etmek, zorlu ve ender bir süreci tarif ediyor.
Yarışmalar ne kadar çileli, sonu nadiren mutlu biten bir hikâyeyi içinde barındırsa da mimarlar yarışma yapmaya, onun cazibesine kapılıp bir efsanede rol almaya çalışmaya devam edecekler.
Yarışmaların bugün olduğundan daha verimli ve üreten bir mekanizma olabilmesi için gereken çabayı yine mimarlar sergilemek, düşünmek ve tartışmak zorunda.