0 Bir, “Meslek Hikayesi…”

Uzun yıllardır, mimarlık mikrobunu mutlulukla taşımaktayım.

1964’te, Şimdiki Mimar Sinan Üniversitesinin o günlerdeki adı olan “Akademi” sınavını kazanamayıp, kızgınlıkla gittiğim Almanya’da bir mimarlık bürosunda çalışırken, birçok da yenilikle tanışmıştım.

Ellinci yılı, her ne hikmetse davul zurna kutlanan meşhur “Türk göçü” iki yıl önce başlamıştı. O günlerde oralılarca “beygir gücü” hesabı ile işe koşulan vatandaşlarımın, bugünkü görkemine kavuşan Almanya’ya katkısı ve o muhteşem gücü kendi topraklarında kullanmayı beceremeyen Türkiye’nin ayıbı, apayrı bir araştırma ve tartışma konusu olmalı.

Yıllardır orada yaşayan aile dostu mimar ağabeyimizin çalıştığı, tanınmış bir büro idi. O yıl içinde, öğrencilik hayatım boyunca kullandığım bilgileri biriktirdim adeta. Daha sonraları, “iyi ki giremedim ’64’de!” dedirtecek kadar çok. Denize atıp yüzme öğretmeye benzer bir başlangıç yapmıştım aslında mesleğime. Aileden gelen inşaat gözlemim bir on yıl daha geriye uzansa da, bu kez lamı cimi yok, bir mimarlık bürosunun has elemanı idim. Neler mi yaptım? Şantiyeden gelen hesapların kontrolünden, ozalit çekmeye, kurşun kalem paftaları çinilemekten, basit tasarımlara kafa yormaya kadar neler yapmadım ki!

Örneğin; bir “çok katlı” yapının kirişsiz döşeme kullanarak, farklı kat planlarına sahip olabileceğini görmüştüm ilk kez. Çok iyi ve ünlü bir inşaat mühendisi idi mimar patronun babası. Yerden ve “duvardan ısıtma” tekniği ile tanışmıştım. Ülkemde henüz hiç uygulamaları yokken. Isıtma enerjisinin çok akıllıca kullanım yöntemi idi ve akıllı bir enerji çözümü ile de ilk tanışmamdı. Daha neler neler katmıştım dağarcığıma ve de dönerken, kendi kazandıklarımla bavuluma!

Çizim aletlerim ve beyaz gömleğim yüzünden sınıfın yarısı beni asistan sanmıştı ilk haftalarda. O günlerin çini mürekkepli çizim kalemi olan grafosun nasıl temizlenip doldurulacağından, min kalemin kalemtıraş değirmenle nasıl açılacağına, motorlu silgiden, beş farklı ölçekli şeridi olan metreye kadar bir sürü alet ve teknik taşımıştım Almanya’dan.

ÖNCE İNSAN!

Bir o kadar yıldır da, mimarlığın “insanla” ilişkisi ve diğer mesleklerle bağıntısını sorgulamaktayım. Diğer yandan da fırsat buldukça; kültür geçmişimizin derinliklerinde yolculuk yapmaktayım. Kültürün bir taklitten ve görsellikten ibaret olamayacak kadar ciddi bir konu olduğunu “İbadetin Mekanı”, “Eğer Estetik Buysa”, “Mirasın Yansıması” ve “Selçukludan Beriye, Bugünden Öteye” başlıklı makalelerimde açıklamaya çalıştım. Estetiğin bir “amaç” değil, yılların imbiğinden geçerek oluşan aktüel bilince karşılık gelen “doğal bir sonuç” olacağını söyledim daima.

Mesleki makalelerim 200’ü çoktan geçti. Konferanslarımın sayısı 300’e dayandı. Yani bildiğim her şeyi, her çağrıldığımda; üniversitelerde, medyada ve yurdumun her köşesinde paylaştım. En büyük hayallerimden birisi; artık başlığı ve içeriği hazır olan on ayrı kitap çalışmamın tamamlanabilmesi için, “zamana” sahip olmak.

Dost zenginiyim. Bütün bu ilişkilerin de boşuna olmadığına; belki hemen yarın, insanlık adına çok yararlı üretimlere vesile olacağına kesinlikle inanıyorum. Çünkü Tanrının hiçbir zaman zar atmadığına da inanıyorum. Bizleri mutlaka “kozmik kurgu” adını verdiğim bir sebepten buluşturduğuna eminim. O yüzden bana sorarsanız, “niyet ve teslimiyettir” varoluşun kurgusu. Elbette, niyetin gereğini yerine getirmek koşulu ile…

MİMARLIK NEDİR?

Mesleki bakış açıma gelince… Mimarlık; bir süsleme sanatı ya da yapıların dışını konu alan bir ambalaj oluşturma eylemi değildir. Mimar, iç mimar, peyzaj mimarı, kentsel plancı gibi zoraki ayrım yaratan kavramlar sadece; temelde var olan mimarlık eyleminin farklı yorumlarından ibarettir. Resim ve heykel sanatını da, ışığı, sesleri ve renkleri de dünyasının içine alan, tüm mühendislik bilimlerine atıfta bulunan ve onlardan ilham alan bir meslektir mimarlık.

Boşuna tanrıya “kainatın mimarı” denmez. Boşuna bir zaferi yaratana “başarının mimarı” denmez. Bu yakıştırma ve tanımlar hiçbir zaman bir büyüklenme değil, taşınması gereken ağır sorumluluğun açılımıdır sadece.

BÜTÜNSEL BAKIŞ

Nasıl ki tıp, bütünü gözden kaçırıp tek tek organlar üzerinde ihtisaslaştıkça tedaviden sonuç alamıyorsa, bir tarafı tamir ederken diğer dengeleri bozuyorsa, mimarlık ve mühendislik bilimleri ve çeşitleri de bütünsel varoluşu sezinleyemeyip, meslek dünyasının dar kalıplarında; bireysel buluş, başarı ve etkinlik peşinde koştukça, bütünün hayrına bir zafer elde edemeyecektir.

Üç dört yıl önce, ahşap yapılardan ve nefes alabilen hafif izolasyon dolgusundan bahsettiğimde, itirazen; dış duvarların ağır malzemeden ve ısıl kütle olmasının önemi vurgulanıyordu. Isıl kütle rolünü üstlenen yeni malzemelerin keşfi ve ısınması beklenen duvarların çağdaş rutin içindeki günlük yaşam periyoduna ve enerji verimliliğine ters düştüğü, çünkü konfor elde etme süresini ve enerji tüketimini çoğalttığı anlaşıldı nihayet.

Bu dönüşüm sevindiricidir. Bütüncül bakış, hayata bakıştır. Formüllere körü körüne inanış değildir. Bilim denilen şey de, sadece kendisini yalanlama cesareti bulabildikçe gelişir ve ilerler.

Nerede ise kırk yıl olacak. “Algılara bağımlı parametrik bir yöntem araştırması” içerikli doktora tezimin konusunu sevgili hocalarıma anlatabilmek için, en az altı ay çaba göstermiştim. Konuya ikna etme gayretim 20 daktilo sayfasını bulmuştu, ama sevgili hocalarım henüz hiç bir şey anlamamıştı maalesef.

Son itirazları; bu işin doktoraya sığmayacağı, ömür boyu süreceği idi. Ama bence birisi mutlaka başlamalı idi. En azından bir yaklaşım sağlanabilmeli idi.. Onlar hala mimarlığı; tuğlaları ince bir maharetle üst üste koyma, çıplak betonda ahşap deseni bulma, keyfince ve gönlünce mekan kurma sanatı sanıyorlardı, hala dünyadaki bir çok mimar geçinenin düştüğü hataya düşerek.

DEĞİŞEN KOŞULLAR

Halbuki amacım sadece, değişen çevre koşullarının; güneşin, rüzgarın, yağmurun varlığının ya da yokluğunun, sıcak, soğuk, ışık, ses, renk, koku, hareket, parlaklık, matlık, yüksek ya da alçak olmak, hız, zaman, yaş ve cinsiyet gibi; “fiziksel” ve bunun yanında; sosyal konum, kültürel birikim, aile yapısı, etnik köken, aidiyet duygusu, yöresel kabuller, mutluluk, üzüntü veya depresyon gibi “duygusal” parametrelerin sonucunda oluşan; “algılarımızın değiştirdiği ölçüler” ve mekan tanımlarının araştırılması idi.

Örneğin 60 santimin; mesleki kitaplarda bir insana biçilmiş yürüme yolu genişliği olduğu iddia edilirken, o kişinin; koşan mı yavaş yürüyen mi, 7 yaşında mı 70 yaşında olan mı, zayıf bir kadın mı şişman bir erkek mi olduğu, iki yanı siyah boyalı bir koridordan mı, tavanı ve bir duvarı camlı ve beyaz boyalı bir geçitten mi geçmekte olduğu hiç dikkate alınmamakta idi. Yani örneğin 60 santim hangi koşulda “dar” hangi faktörler eşliğinde “geniş” diye tanımlanabilmekte idi?

MİMARLIK LABORATUVARI

Kaleme alalı 15 yıl olan bir makalemde bunlardan bahsediyordum. Yani “Mimarlık Neden Can Çekişiyor?” başlıklı olanda. Bence hala desteklenmesi, sahiplenilmesi ya da maddi katkı konulması gereken bir konu olan “mimarlık laboratuvarı”nı anlatıyordum. Bana sorarsanız, mimarlık eğitiminin olmazsa olmazlarından.

1994’de, bu konuda iletişime geçtiğim okullar ve öğretim görevlilerinden olumlu yanıt alamayınca ’97’de “etraflıca anlatmak” niyeti ile kaleme aldığım makalem, aslında yukarıda açıkladığım “algılara bağımlı parametrik bir yöntem araştırması” başlıklı doktora tezimin konusunu, eğitimin içine interaktif olarak sokmak niyeti ile yazılmıştı. Bir başka deyişle “insanı tam merkeze oturtmak için!” Bir “yaşam atölyesi” kurmak için.

Bu konu hala bakir. Hala dünyada bu içerikte yapılmış derli toplu bir araştırma veya doktora tezi yok. “Hala mimarlar mesleklerini; hoş dekorlar, giydirme kabuklar ve uçuk formlardan ibaret sanıyor.” Hala mimarlar, hiç tanımadıkları binlerce insana, adeta provasız elbise dikmekte ve ortalama 20 yıl o kılıfın içinde yaşamalarını beklemekte. TOKİ; işin bu tarafına, belki de en kötü ama en canlı örnektir.

Gün ışığı ve onun yerine geçeceğini sandığımız yılların aydınlatma araçları hangi hücresel yıkımlara neden olmakta, bilmeliyiz. Günlük yaşamın olmazsa olmazı sanılan elektronik araç gerecin sağlığımıza etkisi ve varsa mimari anlamda önlemi gibi, artık güncel hale gelen “yeni sorunları” yani yeni parametreleri de katmalıyız bu araştırmaya. Hayatımızın parçası haline gelmeye aday yeni buluşları, yaşamın dayatması haline getirmemeliyiz.

“Enerji Mimarlığı” diye özetlediğim, yaşamın yenilenebilir kaynaklar kullanarak sürdürülmesi, çevresel yıkımlara neden olunmaması için gerekli olan sağlıklı yaşam koşullarının; ısıtmanın, soğutmanın, aydınlatmanın ve havalandırmanın, atıkları kontrol edebilmenin mimari tasarım içindeki çözümlerini de omurgasına oturtmalıyız mesleki eğitimin ve de projelerimizin.

BİR ŞEY YAPMALI!

O yüzden hala bu konuda; denekler ve ölçümler üzerinden detaylı ve uzunca bir laboratuvar çalışması yapmanın ve sonuçlarını kalınca bir kitaba dönüştürmenin gerektiğine inanıyorum. Ya da birileri yapmalı! Hala bir ömür süreceğe benzer. Ama dedim ya bir ucundan başlamalı.

Bana “diğer mimarlara göre farkın ne?” demişti bir dostum. Hiçbir zaman, birilerini sadece eleştirerek veya kınayarak kendime yer açma telaşına düşmedim. Sert gelen bir eleştirinin ardından, neden olmadığından çok, nasıl olması gerektiğine odaklanmanın daha doğru olduğunu düşündüm daima. Ama, 1968’in ilk öğrenci temsilcisi olmanın da verdiği cesaretle, hayli didişmemize rağmen, daima sevgi ve rahmetle andığım hocalarımdan başlayan ve bu yaşıma kadar gelen süreçte hep “sıra dışı olmakla” adeta tatlı sert itham edildim. Bu da bana hep mutluluk verdi nedense.

Tanrının hiçbirimizi sıradan bir amaçla yaratmadığına ve o farkı fark edip sonuçlarını hayata geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Belki de yaradılışımızın anlamı budur. Yani tanrısal çehrenin bir köşesini olsun anlamak ve onu betimlemek, hayata geçirmek!

Evet belki de, “geçici dünyadan kalıcı olana” taşıyabileceğimiz yegane şey olacaktır bu farkındalık ve geride kalacak olumlu izler.

Bu yoldaki gayretlerimdir zaten, benim her türlü koşulda mutlu olabilmemi sağlayan. Kendime saklamayı değil paylaşmayı teşvik eden. Şikayet eden değil daima üreten tarafta tutan.

Evet, mutlaka bir şeyler yapmalı!

Etiketler

1 Yorum

  • murat-sen says:

    mükemmel bir yazı tesbit tebrik ederim özellikle şu bölüm çok güzel”Boşuna tanrıya “kainatın mimarı” denmez. Boşuna bir zaferi yaratana “başarının mimarı” denmez. Bu yakıştırma ve tanımlar hiçbir zaman bir büyüklenme değil, taşınması gereken ağır sorumluluğun açılımıdır sadece. ” bence işin kople özeti .

Bir yanıt yazın