Kumkapı'da, 1. Dünya Savaşı'ndan bugüne kapalı duran Vortvorts Vorodman Kilisesi 28 Aralık Çarşamba günü tekrar kapılarını açıyor.
2 yıllık restorasyon sürecinin sonunda yeniden kullanıma açılan ve 1828 yılında Saray Mimarı Krikor Balyan tarafından inşa edilen bu önemli anıtsal yapı, kilise olma vasfını kaybetmeden bir kültür merkezi olarak kullanılacak.
Projenin bence en önemli yeniliği Türkiye’de ilk defa devletin Lozan’a göre “azınlık” olarak tanımlanan bir sivil toplum kesimine kamu hizmetlerini yerine getirmek için destek vermiş olması. Lozan Anlaşması’nın ilgili maddeleri (37-44) azınlıklara ibadet özgürlüğü ve anadilini kullanma ve öğretme hakkı tanıyor.
Ancak kurumların yönetimi tamamen özel alanda kaldığı için azınlıklar devlete vergi verseler de, onarımlarını ve bakımlarını kendileri yapmak zorundalar.
Bu konularda bir devlet desteği olduğu zaman ise, “kamu” devlet anlamına geldiği için genellikle yönetim, proje, ihale gibi konular da devletin tasarrufuna geçiyor.
Vortvorts Vorodman’da ise devlet sivil toplumun bir kamu hizmetini yerine getirmesi için destekledi. Bu önemli bir gelişme.
Ermeni topluluğunun İstanbul’a verdikleri bu değerli hediyenin kıymetini bilmeliyiz…
1641’den bu yana Patrikhane kilisesi olarak kullanılan, 14 Ekim 1828’de saray mimarı Kirkor Amira Balyan tarafından yapılan projeye göre yeniden ibadete açılan Vortvots Vorodman (Gökgürültüsünün Çocukları) 28 Aralık 2011 Çarşamba günü yeniden açılıyor. 1. Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar kapalı kalan kilise bir kültür ve sanat merkezi olarak hizmet verecek. Bu kilisenin geçmişte bütün dinler açısından önemli bir merkez olan Kudüs Patrikliği’ne bağlı olması ise Osmanlı İmparatorluğu’nun yalnızca askeri yönetsel sistemi ile değil, bütün dini, sosyal unsurları ile ilişki içinde olduğunu gösteriyor.
Patrik Hazretleri II. Mesrop, 2007 yılında kendisini ziyaret ettiğimizde bize projesinin hazır olduğunu, anıtsal bir kiliseyi sanat merkezine dönüştürmek istediklerini söylemişti. Bu öneri daha sonra ayrıntılı bir proje teklifi haline getirildi. Bu dönüşüm kendi içinde bir çok problem barındırıyordu, elbette. Kilisenin kutsal temsillerinin yer aldığı absidin ve sunakların yapı kültürel amaçlı kullanılırken nasıl bir şekilde yer değiştireceği veya kapatılacağı mimari olduğu kadar dini yorum da gerektiriyordu. Ancak asıl mesele sivil toplum – devlet ilişkilerinde bu projenin bir dönüşüme işaret etmesi. Söz konusu olan bu onarımda kamu bütçesinin de kullanılıyor olması önemli bir yenilikti.
İstanbul’daki Ermeni topluluğu bugüne kadar hiç yapılmamış bir işi yaptılar, Patrikhane kompleksinin bir parçası olan önemli bir kiliselerini her dinden, inanıştan insana açtılar. Bu heyecan verici gelişmenin bu kentteki bütün sanat olaylarından, açılan müzelerden, kültür merkezlerinden daha fazla önemli olduğunu düşünüyorum.
2006 yılında kendisini ziyaret ettiğimizde Patrik Hazretleri Mutafyan, bize Patrikhane’nin karşısındaki anıtsal bir kiliseyi sanat merkezine dönüştürmek istediklerini söylemişti.
İstanbul AKB seçildikten sonra proje program kitabında yer aldı. Aradan uzun bir zaman geçti. Bu süre içinde sivil toplum tarafı boş durmadı, zorlu bir işi başardı. Uygulama projelerini hazırladı, gerekli onaylar aldı. 2010 Ajansı içindeki bürokratik süreç izlendi. Toplantılar, görüşmeler, sunumlar yapıldı. Nihayet beklenen gelişme sağlandı ve işin uygulamasının başlaması için sözleşme de imzalandı. Belki biraz geç oldu ama her iki tarafın da projenin gerçekleşmesi için istekli olduğu görüldü. İmzalanan sözleşmeye göre Türkiye’de ilk defa bir kilise, kendi öngördükleri biçimde sahipleri, yani cemaat tarafından kullanılmak üzere kamu bütçesi ile restore edildi.
19. yüzyılda saray mimarı Kirkor Balyan tarafından yapılan Vortvots Vorodman (Gökgürültüsünün Çocukları) Kilisesi Kumkapı’da Patrikhane karşısında bulunan üç anıt kiliseden biri. Ortadaki Meryem Ana Kilisesi bakımlı durumda ve Patrikhane Kilisesi olarak kullanılıyor. Uzun zamandır kulanılamayan Vortvots Vorodman Kilisesi ise dokunulmamış bir tarihi belge niteliği ile çekici bir durum arz etmekte, hem de metruk ve bakımsız halde oluşu ile ziyaretçilere hüzün vermekte. Ancak yok olan bir çok anıt yapıyı düşündüğümüzde, kilisenin bu haliyle bile olsa günümüze ulaşmış olması da sevindirici.
Burada gerçekleştirilecek olan çalışma kent açısından çok yeni bir deneyim niteliğinde. Hiç şüphesiz İstanbul’un önemli bir kültür varlığının restore edilmesi kente değer kazandıran ilginç bir mimari uygulama olacak. Bu deneyim belki “azınlıklar”ın kamusunun özel alana izole edilmiş olmasını da sorgulama ve dönüştürme fırsatı tanıyacak. Devlet kamu yapılarını, okulları, camileri restore ediyor. İlk defa Türkiye’de kamu bir kilisenin onarılmasına katkıda bulunacak. Ama bu onarımı devlet kendisi ihale edip, yapmayacak. Sivil toplumu destekleyerek, kilisenin sahibi olan vakıfa bütçe desteği sağlayarak yapılmasına yardımcı olacak. Zannedersem Avrupa Birliği uygulamalarına benzer kamu destekli bir sivil toplum uygulaması bu alanda ilk defa gerçekleşiyor.
Bu proje aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme tarihini de yeniden ve farklı bir biçimde okumamız için de bir fırsat sunuyor. 19. yüzyılda, birçokları için olduğu gibi, modernleşen Ermeni topluluğunun da başkenti hiç şüphesiz İstanbul’du. Önemli olan farklılıkların dışlayıcı olmadığı bir düzenin, birlikte yaşama deneyiminin yalnızca “geçmişten kalan bir miras” olarak değil, modernleşme sürecinde de başarılmış olması. Kilisenin dini açıdan önemli bir merkez olan Kudüs Patrikliği’ne bağlı olması ise Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinin yakın tarihlere kadar yalnızca askeri yönetsel sistemi ile değil, dini, sosyal unsurları ile imparatorluk coğrafyasıyla ilişki içinde olduğunu gösteriyor.
Bu mekanın varlığı modernleşme ile birlikte kimliklerin dini olarak siyasal alanda temsili meselesinin nasıl bir yöntemle kültürel vatandaşlık statüsü içinde gerçekleştiğini göstermekte.
Kamu projenin uygulanmasını kendisine başvuran cemaatin temsilcilerine bıraktı. Proje ihalesini de sivil toplumun kamu örgütü olan Patrikhane kendisi gerçekleştirdi. Devlet mülkiyet sahibi olan vakfın bu işi üstlenmesini sağlayarak sivil toplumun katılımı konusunda yenilikçi bir adım atmış oldu. Bu hassas durumda ayrıca bu anıtsal yapının restorasyonunun bir devlet ihalesi yöntemi ile yapılması çok zordu. Çünkü uygulama sırasında birçok kararın gözden geçirilmesi ve projenin yeniden ele alınması gerekiyordu.
Bu süreçte birkaç önemli farklılık var: Birincisi kilise Patrikhane vakfının malı. Restorasyon yapıldıktan sonra kilise “müze” olup kamuya devredilmeyecek. Ama diğer taraftan bugüne kadar olduğu gibi özel alanda ticari bir işlev de kazanmayacak. Kamu hizmeti yerine getirmeye devam edecek.
Ermeni cemaatinin temsilcileri daha önce atölye, depo olarak kullanılmış olan yapının bugün kilise olma özelliklerini kaybetmeden bir kültür merkezine dönüşmesini arzu ettiler. Kararları kendileri verdiler. İsterlerse yalnızca uygun gördükleri zamanlarda değil, her gün ibadet için kullanabilirler. Nasıl kullanılacağına karışmak, sahiplerinin dışında kimsenin harcı değil.
Nihayet bir üçüncü hususu da belirtmek istiyorum: Ermeni cemaatinin temsilcileri önemli bir kültür mirası olan anıtın nitelikli bir projeyle korunması için bağımsız gönüllü mimarlardan ve kültür yöneticilerinden oluşan bir komite oluşturdular. Bu komite belli aralıklarla toplanarak proje müellifi ile birlikte çalıştı. Proje müellifi ve cemaat temsilcileri çoğulcu bir ortamda mimari fikirlerin sergilenmesinden yararlanarak, çetrefilli bir restorasyon işinin daha başarılı olacağını düşündüler.
Ancak bu dönüşüm elbette ki kendi içinde birçok problem barındırıyor. Örneğin kilisenin kutsal temsillerinin yer aldığı absidinin ve sunaklarının sanat etkinlikleri sırasında nasıl yer alacağı mimari olduğu kadar dini yorum da gerektiriyor. Dolayısı bu tür konulardaki mimari projelendirme süreci ve sanatsal etkinlerin yönetimi, dini temsilciler (Ruhani Meclis) arasında sürekli bir iletişim gerektirdi. Bu hassas konuların yanında bu işte kamu bütçesinin kullanılıyor olması önemli bir yenilik.
Oysa İstanbul’da düzenlenecek olan Habitat II Zirvesi için gene benzer bir düşünce ile “azınlık” temsilcilerini ziyaret ettiğimizde durum farklıydı. Kendi paraları ile okullarının ve kiliselerinin çatılarını onarmalarına bile izin verilmiyordu. “Azınlık” olarak adlandırılan (yani Müslüman olmayan) topluluklar, herkes gibi birçok yolla vergi veriyorlar. Ama buna karşılık kendi ibadethanelerini, hatta okullarını kendi vakıfları ile finanse etmek, masraflarını karşılamak zorundalar. Oysa söylediğim gibi, Müslümanların okulları, ibadethaneleri kamu yapısı olarak kabul görüyor. Ama onlarınki özel mülk olarak işlem görüyor.
Karşılaşılan bütün sorunlar bu açıdan bir sınav niteliğinde. Modern devlet dini simgesel alana taşıyarak bir bakıma dondurdu. Tıpkı kamusal hayatımızın birçok unsurunu tanımlarken yaptığı gibi. Şimdi sıra yalnızca dinin değil, bu çoğulcu kamusal hayatın, toplum düzeninin bütün veçhelerinin sanat yoluyla tekrar canlandırılmasında. Neoklasik parantezi açtığımızda, (bilmiyorum acaba sahiden açabilecek miyiz?) hayatımıza özgürlük ve çoğulculuk yoluyla kaldığımız yerden devam edebilecek miyiz? Bu sorulara cevap ararken, gönülleriyle projeyi geliştiren Ermeni topluluğunun İstanbul’a verdikleri bu değerli hediyenin kıymetini bilmeliyiz.