Şan Sineması

Kentin son kamu alanları üzerine bir mektup...

Sayın Jale Özgentürk,

30 Ekim Pazar günü Fakirhane’den Osmanlı Mahallesi’ne başlıklı yazınızı ilgiyle okudum. Çocukluğumda ailemin her hafta beni konsere götürdüğü Şan Sineması’nın hali benim de içimi yakıyor. Ancak çevresinde fakir insanların oturduğu sıraevler, (mükemmel çalışan bir hastane olan) Surp Agop bulunan arazi benim için bir özel mülk gibi değil, bir sivil toplum örgütünün sahip olduğu bir kamu alanı gibi.

Siz bu evlerde oturan insanların tahliyesini olumlu bir haber gibi veriyorsunuz. Hiç şüphesiz onları ikna edecek maddi olanaklar sağlanmıştır. Bilmediğim için bir şey söylemek istemiyorum.

Ancak yatırımcılara açma projesinin “Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi bir kamusal alan yaratma, kente geri kazandırma yaklaşımı” olduğu düşüncesini ne yazık ki adı geçen müellifle paylaşamıyorum. Eğer öyle olsaydı önce yatırımcı devreye girmez, yarışma veya başka bir yöntemle önce iyi bir mimari proje elde edilirdi. Yönetim proje geliştirildikten sonra istediği işletmeci, hatta gerekiyorsa yatırımcı kuruluş ile anlaşırdı.

Şimdi dikkat ederseniz projeyi yatırımcı tarif ediyor. Peki burası aslında bir kamu alanı değil mi? Mülkiyeti bir vakıfa da ait olsa.

Diyeceksiniz ki sanki kamu, yani devlet farklı bir iş mi yapıyor?

Kentin son kamu alanı Likör Fabrikası’nın içine gökdelenler yapılması, kentin tarihi merkezinin denizle ilişkisini koparan Antrepolar’ın ancak özelleştirme ile hayat kazanacağının düşünülmesi, Zincirlikuyu’daki Karayolları Bölge Müdürlüğü’nün arazisinin tamamı bir beton siloya dönüşmesi beni nasıl üzüyorsa, bu arazinin bir bakıma özelleştirilmesi de beni öyle üzüyor. Emek Sineması’nın da aynı yöntemle dönüştürülmeye çalışılması da aynı şekilde.

Benim size bu yazıyı yazmamın nedeni de bu. Söylemek istediğimin basit bir kuruntudan ibaret olmadığına inanıyorum. İstanbul’un son kamu alanlarının bağımlı bir perspektiften dönüştürülmeye çalışılması,
başka seçeneğin sunulmaması bu kentin geleceği için çok önemli bir sorun.

Bu duyguyu sizinle paylaşmakta yalnız olmadığımı da biliyorum. Yöntem böyle olunca, sanırım ki bu proje de “ne yazık ki ne yapsanız nafile” bir özellik kazanıyor. Bunu söylemek zorundayım. Sakın yanlış anlaşılmasın: Yıllardır metruk olan Şan Sineması, bu arazi, binalar aynen böyle kalsın demiyorum. Tam tersine. Şan sineması, kültür alanları, tiyatrolar, sağlık tesisleri elbette ki kente kazandırılsın. Üzüntüm de bu açıdan. Bu fırsat ne yazık ki kaybediliyor. Amaç yatırım olunca, kentin farklı bir deneyselliğe, yaratıcı bir dönüşüme açılması mümkün olmuyor.

Bilmiyorum, bu arada hiç projeyi inceleme fırsatı buldunuz mu? Proje de zaten sorun hakkında bir veriyor olmalı. Osmanlı yakıştırması da ne yalan söyleyeyim, bu tip projelerde doğrusu (sığınılacak bir kavram olarak) olarak günümüze çok uygun. İyi para ediyor.

Biliyorum projeye karşı çıksanız hemen “böyle mi kalmasını istiyorsunuz” denecek. Değişimi, dönüşümü istemediğine hükmedilecek. Ayrıca biliyorum ki bazı duyarlı arkadaşlar daha ileri gidecek, “herkes yaptı, onlar neden yapmasın” diyecek.

Ancak şunu söylemek herhalde bana düşmez: Bugüne kadar cemaatlerin kamuyla kapalı kapılar içinde iş görmesi, kendi haklarını dar bir müzakere alanında savunmaya çalışmaları iyi sonuçlar vermedi. Kendi haklarını bu tür yöntemlerle savunmaya çalışırken çok büyük haksızlıklara uğradılar. Bu yüzden bu bölgede bir taraftan böyle bir gelişme yaşanırken sevinmek yerine içim cız ediyor.

Geçen yüzyılda kamulaştırmadan el konulan arazilerin büyüklüğü yanında nispeten küçük bir alanda yoğun bir yapılaşma izninin alınması haksızlığı telafi edecek bir gelişme değil. İnanıyorum ki kentin kamusal alanlarının böylesine bir mantık içinde dönüştürülmesi de kente karşı büyük bir haksızlık.

Sizinle farklı bir yöntem denenebileceğine dair inancımı içtenlikle paylaşmak isterim.

Saygılarımla,
Korhan Gümüş

Etiketler

Bir yanıt yazın