Tecrübeli mimar Ahmet Yoldaş ile Denizli’de kentleşmeyi ve Yoldaş Mimarlık’ın mimarlık pratiğini konuştuk.
1973’te Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olan Ahmet Yoldaş, 1980’lerden bu yana Denizli’de mimarlık pratiğini sürdürüyor. Bir Anadolu kenti için sıra dışı sayılabilecek projelere imza atan Yoldaş, mimarlık anlayışını geleneksel tasarım ilkelerini ihtiyaçlara göre çağdaş bir bakış açısıyla yorumlamak olarak açıklıyor. İstanbul’dan Denizli’ye Mimarlar Odası ile de organik ilişkiler içinde olan Yoldaş, Denizli’de koruma sorunları üzerine ayrıca emek harcamış. Denizli’nin kentleşme sorunlarından Yoldaş Mimarlık’ın mimarlık pratiğine dair pek çok konuyu ele aldığımız söyleşiyi okumak için aşağıya göz atabilirsiniz.
Ahmet Yoldaş: Trafiği beni çok yormuştu ta o zaman, hiç hoşlanmamıştım. 1970’lerin başında bugünkü kadar yollar geçitler yoktu, nüfus 3,5 milyon falandı. Askerlik dönüşünde dedim Denizli’ye yerleşeyim. İnsanda bir cevher, kapasite varsa nerede olsa yaparsınız diye düşünüyorum. Ben buraya geldim zaten mimarlık yapmadım 3 sene, tavukçuları örgütledim. Batı Anadolu bölgesinde ne kadar tavukçu kooperatifi varsa hepsini bir araya getirdim. Kendi ofisimi ancak 1980’de açabildim, 7 yıl sonra.
Tabi ben Denizli’ye ilk 58’de geldim, o zamanlar Denizli nüfusu 40 bin civarındaydı. 60’ta nüfus 50 bin falandı, 65’te 55- 57 bin, 70’te nüfus 70 bin civarındaydı, sonra giderek arttı ve şu anda 500 bin küsur yazıyor tabelalarda. Çok göç alan bir kent oldu burası. Büyüme de sağlıklı olmadı açıkçası. İlk imar planı 1965’te yapılmış; yeni gelişme yerleri önermekten çok mevcut yolların genişletilmesinden oluşan, çok sınırlı bir gelişme alanı veren bir plandı. 1930’ların başlarında buraya, Ankara’nın da planını yapan Alman şehirci mimar Hermann Jansen geliyor, kenti dolaşıyor diyor ki “bu kenti burada büyütmeyin” ve Yenişehir bölgesini gösteriyor. Denizli’nin manzarasını o yıllarda kıvrımlı sokaklar, genellikle tek katlı evler, bahçe duvarlarından sarkan erguvanlar, sokaklarından şırıl şırıl akan sular oluşturuyordu. 60’lı yılların ortalarına kadar binalar zor seçilirdi, yeşilliklerden görünmezdi. Çivit mavisi ve oksit sarı boyalı evleriyle çok şirin bir görüntü vardı. Ancak mevcut kent içinde imar planı yenilenerek, yollar genişletilerek, eski evler yıkılarak büyüdü. Gerçi şu da tartışılır bir şeydir: Bir kenti geliştirirken mevcut dokuyu olduğu gibi bırakıp başka bir yerde yeni bir kent kurmak mı önemlidir yoksa var olan kenti sürekli yenileyerek, özünden kopartmaksızın, tarihsel sürekliliğini kesintiye uğratmaksızın kendi içinde geliştirerek, ihtiyaç halinde yeni alanlara yayılarak kentleşme mi daha iyidir? Bu nasıl aşılır? Yeni yerleşmelerinizi bizim o çok beğendiğimiz geleneksel yerleşmelerin özüne uygun yapabilirseniz -taklit değil asla- o zaman yine bir sorun çıkmaz tam tersine birçok teknik problemi daha kolay çözersiniz. Ama maalesef öyle olmadı. Bildiğimiz türden apartmanlaşma başladı. Özellikle 60’lı yıllarda hızlı göç furyası başladı. O arada gecekondulaşma burada da başladı. Sevindik Mahallesi vardı, planlı bir göçmen mahallesiydi, hemen onun arkasında Dokuz Kavaklar Mahallesi, Karşıyaka Mahallesi, Deliktaş Mahallesi, yukarlarda Elmalı Mahallesi, buralar gecekondu biçiminde gelişmişti. Sonra ilk yapılanlar yıkılıp yerine çok katlı binalar yapılmaya başlandı. 2000’lere geldiğimizde nüfus 200 binlere ulaştı. Tabii ki bu büyümeyle beraber yeni gelişme alanları imar planlarına eklendi. Bunlardan en önemlisi Yenişehir bölgesidir. 1984’te -o zamanki belediye başkanımız mimardı- Ankara’daki Batıkent örneğinden esinlenerek, bir konut gelişme bölgesinin temelleri atıldı. Şu anda en yoğun konut gelişmesi o bölgededir.
Oda olarak mücadele ettiğimiz bazı konular vardı. Mesela bir Sümerbank’ımız vardı. İstasyonun alt tarafında, çok geniş bir arazide kurulmuş bir fabrika, kuruluş tarihi de 50’lere doğru. Sümerbank gibi fabrikalar o kentin bir anlamda sosyal kültürel merkezleri gibiydi. İçinde kapalı-açık spor tesisleri, yüzme havuzları, kapalı çok amaçlı salonlar, düğün, toplantı, tiyatro vs. etkinlikleri de içeriyordu. Ben Denizli’ye geldiğimde 76-77 yıllarında düğünler hep Sümerbank fabrikasının salonlarında yapılırdı. Maalesef orası 94-95 yılında özelleştirildi. Tabi Oda başkanlığı yapıyordum o zaman, temsilcilikten şubeye dönüşmüştük. Oda olarak “burası kentin nefes alma alanıdır, yeşil alan olarak kalmalıdır, fabrika yapılmayacaksa bile orada makinalar başka yere taşınabilir binaların birçoğu kentin sosyal kültürel etkinlikleri için kullanılabilir” diye bir bildiri yayınlamıştık. Sonra biri aldı orayı, fabrikayı da işletmedi, 10 yıl boyunca o binaları kiraya verdi, kiradan elde ettiği gelir ödediği parayı karşıladı ve giderken de başka bir kuruma satıldı. Şimdi orası alışveriş merkezi, çok katlı apartmanlar, çok katlı bir iş hanı vs. ile dolduruluyor. Böyle bir kayba da uğradı kent.
Benim mezuniyet yılım 1973. O tarihte, ölenler dahil, 4400 mimar kayıtlıydı Oda’ya. Ben mezun olduktan birkaç ay sonra kaydolmuştum, bir baktım 5959 olmuş. 1500 kişi önüme geçmiş. Kızım Amerika’dan geldi 2010’da. Kaydını yaptırdık, 45.000 küsur mimara ulaşmış. Biz Denizli’de 20 kişiydik. 1974’te Mimarlar Odası Temsilciliği kuruldu. Genel Kurul yapıyoruz 20 kişiyiz. Şu anda 400’e yakın Denizli’deki mimar sayısı. Eleman çok ama kalite maalesef yok. Cephe mimarlığı çoğaldı, o da bir başka furya. Şu anki hakim ideolojik yapı nedeniyle Osmanlı mimarisi, geleneksel mimari vs. gibi şeyler öne çıktı. Uzun süre bağlı olduğum bir müteahhit grubundan da bu nedenle koptum. Biz modernist tarzda yetiştik. Pencerelere şunu yapalım, burada kemer yapalım vs. istiyorlar, dedim “ben yapamam, kusura bakmayın”, benim inandığım bir şey değil. Ve benden koptular, başka bir mimar grubuyla çalışmaya başladılar. Şu anda mimarlık anlayışı o kadar çabuk değişiyor ki, moda yaklaşımlar çok hakim.
Tellioğlu Projesi mesela, kentin içinde köşe başında bir yer. Ana cadde üzerinde 400 metrekare inşaat alanı var. Müşteriye, “Burada az katlı bir yapı yapalım, hem daha az metrekare yapmış olursun hem çok amaçlı salon ihtiyacın var. İlk 3 katı ve bodrumu işyeri olarak değerlendirelim, sonra bir boşluk bırakıp avlu yapalım, üstte de çok amaçlı salon yapalım, tanınırsın bu sayede” dedim. O sokak da nefes almış olur, duvarın bir parçasını sökmüş oluruz ferahlar. İkna oldu müşteri. Ama maalesef çok kötü bir müteahhitle anlaştı, şu küreyi bir türlü doğru dürüst yapamadılar. Tamamen rasyonel, plan çözümü kullanışlı bir projeydi.
Mesela Çevreköy yaptığım önemli projelerden bir tanesi. Yerleşim planını da ben yaptım. Tek ve iki katlı binalardan oluşan, köy kasaba dokusunu günün ihtiyaçlarına göre çağdaş anlamda yeniden yorumlama çabası. Örneğin onları yaparken illa eğimli cumbalı çatı yapalım dediler, “ben yapmam” dedim. Bahçeyle salonun bütünleşmesi lazım, yere kadar cam yapacaksın, geleneksel mimaride bu yok, ama ne var, insan boyutuna uygunluk, ölçek, doğal malzeme kullanımı, komşuluk ilişkileri var. Dedim o ilkeleri yorumlayalım. Vittorio Gregotti’nin Mimarlık Üzerine 17 Mektup kitabında hoşuma giden bir sözü var: İyi bir mimari, hep orada duruyormuş gibi görünmeli ama her gördüğünüzde de insana heyecan vermeli. Doğru bir tanımdır.
Tamamen bulunduğu yer, konum, ihtiyaç, iklim durumu, güneş gölge rüzgar, ekonomi, işçilik standartları yapının temel biçimlendiricileri oluyor. Ama bütün bunları yaptığınız zaman da ortaya çıkan şey mimari olmaz. Mimarın kendi varlığından bir şey katması lazım, ruh vermesi lazım. Mesela bir başka iş hanı projem, çok güneş alan bir yerde bulunuyor, burada güneşi kesmeyi ön plana aldım. Bir yanak oluşturarak güneşi kestim, yapıya o biçim verdi. Son derece yalın, ama ihtiyacı tam karşılayan bir yapı. Köseoğlu çarşısında mesela merdiveni tam girişe koydum. Binanın sahibi dedi ki “bu bina tutmazsa git Denizli’den.” (gülüşmeler). Bunun arkasında bir sürü dükkan var, insanları oraya yönlendirmem lazım. Eskiden trafik polisleri caddenin ortasında bir varilde oturur işaretle yönlendirirdi. Burada da bir trafik polisi gibi caddenin ortasında otursun ve insanları merdiven yönlendirsin istedim.
Ve burası bir iç sokak gibi çalışıyor. Yani bir biçim önerebilirsiniz ama o keyfiliğin dayandığı bir şey olmalı yine de, tamamen havada kalmamalı.
Burada mimarlığın gelişmesinde nispi ölçüde olsa da bir katkım olmuştur. Ama en büyük katkıyı sanırım Pamukkale’de yaptım. Orada eski sit alanı içinde yer alan otellerin kaldırılması gerekiyordu. Onların kaldırılması konusunda gerek Oda bünyesinde, gerek bireysel bazda baya çalışmalarım oldu. 2000 yılında da oteller kalktıktan sonra planın revize edilmesi konusunda işin içinde yer aldım. Bir ekip kurduk üniversiteyle beraber, Pamukkale’nin korunup geliştirilmesinde çok ciddi katkım oldu.
Önce 1957’de İl Özel İdaresi, esas su kaynağının bulunduğu yerde insanlar soyunup giyinsin, çay kahve içsin diye kulübe gibi bir yapı yapılsın diyor. Kültür Varlıkları Yüksek Kurulu izni veriyor, fakat “bu kulübe yetmez, odalar da yapalım” deniyor. 57’de başlıyor sit alanı içinde yapılaşma hikayesi. 60’ta ilk oteller yapılmaya başlandı. Takip eden yıllarda Denizli Belediyesi kendi tesislerini yapıyor. Böylece terasların en güzel sırtları otellerle doldurulmuş oluyor 80-90’lı yıllara kadar kullanılıyor. 70-80’li yıllar, 90’ların başı baya canlı yılları. Koruma bilinci gelişince de sit alanı içinde bunların ne gereği var diye biz başladık mücadeleye; “Bu tesisler buradan kaldırılsın, başka yer gösterilsin, burası daha canlı hale getirilmeli” diye. Bireysel yazılar yazmaya başladık, Oda bünyesinde toplantılar düzenledik. En ciddi toplantıyı da 99 yılında Pamukkale Sempozyumu ile yapmış olduk. O sempozyum bir çıkış noktası oldu. Ekrem Akurgal, Doğan Kuban, Cengiz Bektaş, Necati İnceoğlu, Oktay Ekinci gibi tanınmış isimleri, Turizm Bakanlığı, Kültür Bakanlığı yetkililerini, TÜRSAB başkanını, yerel turizmcileri davet ettiğimiz 3 gün süren devasa bir sempozyumdu. Temel ilkeler orada belirlendi. O arada imar planı yapılması talimatı vermiş Bakanlık, ihale de etmiş işi. Biz ihalenin programını ele geçirmiştik; yıkım yok, mevcut otellerin yıkılmasını öngörmüyor koruma geliştirme planı. Biz dedik ki “Bu otellerin yıkılmasını öngörmeyen bir koruma planı nasıl koruma planı olabilir?” Bunun üzerine düzenledik bu sempozyumu ve onların kaldırılması görüşü orada çıktı. Bakanlık yetkilileri de benimsemek zorunda kaldılar. Ciddi bir kamuoyu oluştu. O planın yıkım kısmı uygulandı, tamam ama ne yapılacak yerine? Nispi uygulamalar yapıldı ama esas plan uygulaması olmadı. 2000’de yeniden bir planlama ekibi kuruldu, Ankara’dan geliyorlar birkaç fotoğraf çekiyorlar, kontrol edemiyorlar. Uzaktan kumandayla olmuyor bunlar tabii, yerelde yapılmalı. Kendimiz yapalım, üniversite aracılığıyla yaptıralım dedik. O zaman da üniversitede mimarlık yok, peyzaj yok. Dışarıdan bir ekip kurduk. Cengiz Abi de bize danışmanlık yaptı. Hem yıkılan yerleri düzenledik hem planı revize ettik. Sonra da o planlar iyi kötü uygulandı. Fakat eksik kaldı. Biz yerel güçlerin de içinde olduğu bir yönetim tarzı önerdik. Başta bizim Mimarlar Odası olmak üzere, plancılar odası, peyzaj mimarları odası, yerel belediyeler, Pamukkale Üniversitesi, Denizli Valiliği’nin içinde olduğu bir özel kurum yönetsin dedik. Olmadı, İl Özel İdaresi’ne verildi. Ama sonra Büyükşehir Kanunu çıkardılar, İl Özel İdaresi kapatıldı, buranın işletmesi de TÜRSAB’a verildi. Tabi uygulamasında çok ciddi sorunlar yaşandı. Sonuçta o otellerden kurtulduk ama yerel turizme kapandı neredeyse. Giriş ücretleri çok yüksek, traverten terasları basılmakla bozuluyor kaygısıtla tam tersine basılmadığı için çanak özelliğini kaybetti. Çok sivri kaldı kenarları oysa insanlar gezerken törpülüyordu oraları. Yerel halkla ilişkisinin koparılmış olması, gece kullanımının devre dışı kalmış olması en büyük eksikliği şu an oranın. Sırf görsel anlamda korumanın bir anlamı yok, yaşaması lazım.