Şişecam Düzcam'ın "Mimarinin Şeffaf Yüzü" sloganıyla başlattığı, Arkitera Mimarlık Merkezi iş birliğiyle düzenlenen mimarlık etkinliği T Buluşmaları'nın üçüncü konuğu Dan Stubbergaard olacak. Etkinlik 10 Mayıs Çarşamba günü İş Sanat'ta yapılacak.
Karlı bir günün sabahı Dan ile birlikte İstanbul’da, kahvaltı için bir araya geldik.
Yıllar önce ben OMA’da, o ise MVRDV’de çalışırken biz Dan ile ev arkadaşıydık; ancak Selva, Dan ile ilk defa tanışıyor. Tam bu gayri resmi buluşmanın bir röportaja dönüşmesi gerektiğini anlatmak üzere Dan’e dönmüşken, ilk soru ondan geliyor:
Dan Stubbergaard: Türkiye’de işler nasıl?
Selva Gürdoğan: Burası ilginç ve öyle olmaya devam ediyor.
Gregers Tang Thomsen: Doğrusunu söylemek gerekirse çok kolay bir yer değil, ama gerçekten neresi kolay ki?
Dan: Doğru söylüyorsun.
Selva: Kopenhag sanki biraz daha rahat gibi duruyor.
Dan: Bence değil.
Gregers: Ama senin işlerin iyi gidiyor?
Dan: Evet, öyle. Son zamanlarda birkaç yarışmada birinci olduk. Ancak Kopenhag veya Danimarka’da yarışma kazanmak inanılmaz güç. Küçük bir anaokulu yarışmasını kazanmak için bile her daim gözü pek olmalısınız.
Gregers: Danimarka Mimarlık Merkezi’ndeki (Danish Architecture Centre) “Our Urban Living Room” serginizi gezdik. Kamusal projelerden, daha doğrusu projelerin kamusallığından çok etkilendik.
Selva: Bu projelerin tümü yarışma ile kazanılmıştı, değil mi?
Dan: Evet.
Red Cross Volunteer House
Selva: Kamusal projeleri alabilmek için yarışma dışında yöntemler de var mı?
Dan: Biz projelerimizin birkaçını özel vakıflardan bazılarını da gayrimenkul geliştiricilerinden doğrudan sipariş ile aldık. Vakıflar ile çalışırken doğrudan sipariş ile alıyorsun ama binanın programı kamusal oluyor. Örneğin Kopenhag’daki Kızıl Haç Gönüllüleri Evi projesi doğrudan bize verildi. Ancak bu bir istisna. Özel sektör bile büyük işlerde 3-4 ofisin davetli olarak çağrıldığı yarışmalar ile işi veriyor. Yani ‘sabah telefon geldi, bir anda yeni projemiz oldu’ gibi bir durum yok. Neredeyse tüm projeleri açık veya davetli yarışma ile alıyoruz.
The Library (fotoğraf: Rasmus Hjortshøj – COAST)
Gregers: Üretimlerinizin çoğu Kopenhag veya çevresinde yoğunlaşmış durumda. Bunca yarışmayı kazanabilmek için, Kopenhag’a dair kapsamlı bir bilgi birikimine sahip olduğunuzu tahmin ediyoruz. Aksi takdirde sizi diğer Danimarkalı yarışmacılardan ayrıştıran bir şey kalmazdı. Peki bu bilgi birikimi gerçekten faydalı mı?
Dan: Kopenhaglılar ve belediye bu kentin amaç ve gayretlerini iyi anladığımızı söylüyor.
Selva: Peki, nedir bunlar?
Dan: Kısaca “daha yaşanabilir bir kent kurmak” şeklinde özetleyebilirim. Kentsel tasarım projeleri özelinde olmak zorunda değil, konut sitesi de tasarlasak, küçük bir anaokulu da üretsek hep bu kavram ile çalışıyoruz. Burada amaç, belirli bir projenin hikayesini, tüm kentin hikayesi ile bir kılmak; o projenin kendine has özelliklerinin tüm kente ne gibi faydalar sağlayabileceğini ortaya çıkarmak. Bir yandan, Kopenhag’ın daha yaşanabilir bir kente dönüşmek üzere kurduğu birçok stratejisi mevcut.
Selva: Peki bu tasavvura erişme yolundaki zorluklar neler?
Dan: En büyük zorluk iç göçle gelen nüfus artışı. Kent büyüyor ancak “farklı gelir gruplarına hitap edebilen eşitlikçi ve nitelikli bir kentsel yaşam nasıl yaratılabilir?”; “kent nasıl bölünmeli veya bütünleştirilmeli?”; “ulaşılabilirlik nasıl arttırılabilir?”; “yeşil kent nasıl yaratılır?” gibi sorular, Kopenhag’ın daha yaşanabilir bir kent kurma tasavvurundan doğan temel politik sorular. Kente yapılan her müdahalede, bu stratejilere ve sorulara uygun hareket edip etmediğinizi sorgulamanız gerekli. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, birçok ofisin “şimdi şuraya yakışıklı bir bina konduralım” diyerek hareket ettiğini düşünüyorum.
Gregers: Peki, daha yaşanabilir bir kent yaratma amacının çerçevesini kim oluşturdu? Belirli bir politik grubun işi mi?
Dan: Politik ve bürokratik bir arka planı olmakla beraber aynı zamanda tabandan yukarı bir hareket de mevcut. Kopenhag’da oldukça güçlü bir toplum bilinci var. Kopenhaglılar olarak, mahallelerimizde nasıl daha iyi ve yaşanabilir çevreler üretilebileceğine dair güçlü fikirlerimiz var. Bu nedenle tasarım yaparken, mimarlıktan anlamayan sıradan kentli ile konuşabilmek, yerel toplulukları projeye dahil etmek çok önemli.
Selva: Mimarların, mahalleliler ile iletişim içinde olabilmesi oldukça nadir bir olay. Gerçekten onlarla konuşabiliyor musunuz?
Dan: Evet, gerçekten de konuşuyoruz. Fırsatımız oldukça mahallelileri çeşitli süreçlere dahil ediyoruz.
Selva: Ama bu ancak yarışmayı kazandıktan sonra mümkün sanırım? Yarışmaya hazırlanırken, tasarıma dair temel kararlar alınırken de mümkün mü?
Dan: Evet, bazen esnasında da mümkün oluyor; paydaşlar ile diyalog buluşmaları düzenleyebiliyorsunuz.
Selva: Günümüzde kentler üzerine çalışan birçok insan aynı zamanda kırsal üzerine de konuşmaya başladı. Bugünlerde Danimarka kırsalı ne halde?
Dan: Kırsalı ziyaret ederseniz nasıl çetin zorluklar ile boğuştuklarını görürsünüz. Gayrimenkul büyük değer kaybetti. Kırsalda yaşayanlar evlerini satamıyor, bu yüzden taşınamıyor ve kırdan kente göçün oluşturduğu ekonomi nedeniyle çok para kaybediyorlar. Günümüzde kır ile kent arasında büyük bir dengesizlik var. Cümle alemi kentlere göçmeye yüreklendirmek yerine her yerelin kendi özgünlüklerini arayıp bulmalarına yardımcı olmamız gerekiyor. Danimarka’daki en güncel tartışma kamu kurumlarının tekrar küçük kentlere taşınması. Ancak bu halihazırda kentlere yönelmiş nüfus hareketini pek değiştiremeyecek. Bunu yerine, kırsalın ruhunu bulmak, çıkarmak, daha sonra işlerini, komşularını ve gururlarını kaybetmiş bu insanlara tekrar kazandırmaya uğraşmak gerekli.
Selva: Sen Kopenhaglı mısın?
Dan: Evet, şehir çocuğuyum ben.
Gregers: Bu soru biraz Kopenhag’a özgü olacak ancak yakınlarda şehirdeki kamusal işlerin ihale edilme yöntemi değişti. Önümüzdeki 5 yıl boyunca kentte yapılacak tüm kamusal projeleri iki büyük konglomera yüklenmiş durumda, değil mi?
Selva: Yalnızca inşaatları mı?
Gregers: Hayır, tasarım da dahil.
Dan: Kopenhag’ın kamusal projeleri ihale etmek üzerine her zaman iddialı davrandığını söyleyebilirim. Küçük bir anaokulu projesi bile, o proje için en doğru mimar veya danışmanı seçmek üzere genelde yarışma ile ihale edilirdi. Böylece kentteki tüm projeler farklı ihaleler ile farklı farklı mimar veya danışmanlara dağıtılmış olurdu. Şimdi, şunu yapıyorlar: Tüm projeleri iki büyük paket olarak ihale ederlerse yapım sürecini optimize edecekleri fikrini edinmişler. Böylelikle 4 yıl içinde yapılacak projelerin tümü, birer mimar, mühendis ve müteahhitten oluşan yalnızca 2 ekip tarafından yapılacak.
Selva: Böyle paket ihalelere çıkılması bizim alışkın olduğumuz durumlar ama Danimarka’da nasıl oluyor da tepki çekmiyor? Protesto ediliyor mu?
Dan: Evet, çok saçma. Eskiden kamu projelerinde baş danışman mimar olurdu. Proje hazırlandıktan sonra en az beş müteahhitten teklif alınır ve birine inşaat işi verilirdi. Artık müteahhit baş danışman. Yani projeye dair alınan ilk karar müteahhittin kim olacağı. Bu sistemde tüm süreci müteahhit yürütüyor; mimar mühendis grupları onun altında çalışıyor. Bu her şeyi değiştirecek. Okullar, kültür kurumları, kütüphaneler, kamusal tüm binalar artık iki ayrı mimar tarafından tasarlanacak ve iki ayrı müteahhit tarafından inşa edilecek.
Biz de artık daha fazla yurtdışında çalışacağız. Ancak mimarın kendi yerelinde çalışabilmesini; her sabah şantiyeye bisikletle gidebilmesini, çok önemli buluyorum. Norveç, Almanya, Amerika veya Kanada’da iş yaptığınızda projeden uzaklaşıyorsunuz, istediğiniz an şantiyeye uğrayıp nasıl gittiğini göremiyorsunuz.
Ragnarock (fotoğraf: Rasmus Hjortshøj – COAST)
Selva: Çizimler bir yere kadar faydalı ama eğer işinin başında değilsen, eninde sonunda müteahhit dilediği gibi bitiriyor projeni.
Dan: Kesinlikle!
Gregers: Peki, projelerinle arana giren bu mesafeyi aşmak üzere ne gibi stratejiler belirledin?
Dan: Birileri senin paftalarını, açıklamalarını okuyacak, sonra bir yapı ortaya çıkacak; mükemmel, tam istediğin gibi… Böyle bir şey mümkün değil! Çarşaf çarşaf pafta teslim edip bir kenara çekilemezsin. Mimar olarak şantiyedeki varlığın çok önemli. Bu nedenle projelerin bulunduğu yer uzaklaştıkça daha sık, hatta haftada bir şantiyeye uçmaya çalışıyoruz. Daha fazla zamana mal oluyor. Sanırım yurtdışında küçük ofisler kurma vaktimiz geldi ama bunu yapmak da biraz kontrolü kaybetmek gibi hissettiriyor.
Gregers: Şimdi Danimarka’ya ve ülkenin, mimarlığa destek sağlayan altyapısına dönmek istiyorum. Tasarımcılara verilen bu destek, Danimarka gibi küçük, en önemli ithalatı tasarım olan bir ülke için çok önemli. Tasarım hakikaten Danimarka’yı Danimarka yapan yegane bileşenlerden biri. Tasarım sektörü, devlet ve sivil toplum örgütlerinden muazzam destek alıyor. Bu desteği nasıl kullanıyorsunuz? Mesleğinize ne katıyor?
Nørreport Station (fotoğraf: Rasmus Hjortshøj – COAST)
Dan: Bahsettiğin destek bizim için çok şey ifade ediyor. 2000’lerin başından beri birçok yeni ofisin ortaya çıkışını görmek heyecan verici. Yine aynı tarihlerden itibaren Danimarka’nın köklü ofisleri de uluslararası piyasadaki konumlarını pekiştirdi. Danimarka mimarlık ortamı yükselişte. Bunun başlıca nedenlerinden biri de yurttaki güçlü temeller. Ülkede çok iyi eğitim almış Danimarkalı mimarlar ve dünyanın dört bir yanından Danimarka’ya okumaya veya çalışmaya gelmiş mimarlar var. Zeki insanlar ile çevrelenmiş olmak çok önemli. Ofisimize ne kadar şahane insanların başvurduğunu anlatamam.
Tasarım ve mimarlığa dair, ortamda çokça para ve ilgi de mevcut. Ancak bunlar devletten gelen, mimarlık ve tasarım üzerine geliştirilen büyük vizyonları gerçekleştirmek üzere akıtılan bilindik destekler değil. Paranın çoğu küçüklü büyüklü Danimarkalı vakıflardan geliyor. Ülkede projelere veya sergilere çok fazla yatırım yapılıyor. Kamu neredeyse hiç para harcamıyor. Özel sektör, hükümet ve belediyeler mimariye bu özel vakıflar kadar para yatırmıyor. Türkiye’de durum nasıl?
Selva: Bu aralar, idari seviyede tasarıma dair bir muhabbet var. En azından “tasarım” kelimesini kullanmaya başladılar. Ama günümüzde zaten herkesin dilinde değil mi bu kelime? Geçen senenin İstanbul Tasarım Bienali’nin teması da buydu: Havadan bedene, internetten gezegene, her şeyin tasarlandığı bu devirde, tasarımcılar tüm bu üretimin neresinde duruyor?
Dönüp etrafına baktığında, İstanbul’a oldukça iyi yapıların inşa edilmiş olduğunu görebiliyorsun. Ancak İstanbul o kadar büyük ve karmaşık bir çevre ki, bir kenarına güzel bir bina inşa ediyorsun ama o bina sürekli değişen bağlamın içinde kaybolabiliyor. Bu kentteki mimari yaklaşımların daha geçici, kentsel ve dinamik olması gerekli. Ama dünyadaki diğer kentler de genelde İstanbul gibi zaten. Bu açıdan bakıldığında belki de asıl olağan dışı olan, Avrupa ve onun içinden bile gururla sıyrılan Kopenhag. Kopenhag’a yeni bir yapı inşa ettiğinde, onu özenle, bulmacanın eksik parçası gibi ekleyebiliyorsun kente. Burada ise, her şey hareket halinde.
Dan: Bugüne kadar, mimarların temel uğraşı nesne tasarımıydı. Sanatçı oturur ve bir başyapıt yaratır… Bugün artık yapılar hakkında konuşmuyoruz; o tasarımın çevresini geliştirmek adına tam olarak neler sunabileceğini konuşuyoruz. Bu nedenle, bir projeye başladığımızda, yapının tasarımı hariç her şeyi tartışıyoruz; tasarlamaya başlamadan önce tüm bağlamı anlamaya çalışıyoruz. Mimarlık ve tasarımın geleceğinin bu olduğunu düşünüyorum. Tüm bu tartışmaları, her zaman içine kapalı olmuş mimarlık camiası için değil, herkes için geçerli kılmak gerekli. Mimarların sürekli, iyi tasarımın, iyi kentsel mekanın topluluklar için ne kadar faydalı olabileceğini anlatması gerekli.
Forfatterhuset Kindergarten (fotoğraf: Rasmus Hjortshøj – COAST)
Kapak fotoğrafı: Aykut Bozan