Duayen mimar-plancı Baran İdil ile İzmir’in planlama tarihini, kentin sorunlarını ve tasarım potansiyellerini konuştuk.
Baran İdil, Türkiye’de kent planlama deneyiminin henüz yeni kazanıldığı dönemde meslek yaşamına atılmış. Ülkenin planlama tarihinde yeri olan pek çok öncü çalışmanın içinde bulunan Baran İdil için İzmir’in yeri ise ayrı. Doğup büyüdüğü kent olan İzmir’e ve kıyı kültürüne olan düşkünlüğü onu bu kentin sorunlarına dair düşünmeye ve çözümler üretmeye yönlendirmiş; bu bağlamda İzmir ve çevresindeki planlama çalışmalarında da öncü rol üstlenmiş. Baran İdil ile Türkiye’nin kent planlama kültürüne ve İzmir’deki çalışmalarına dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Baran İdil: Zaten denizden gelen bir geçmişimiz var, genlerimizde Egelilik var. Ben Giritli bir ana babanın oğluyum. Gözümü kıyıda açtım. İlk hatırladığım, sanıyorum 1937’de, Alsancak’ta dayımın evinden çıkıp kıyıda kaybolduğum olaydır. Kordon’un bir paralelindeydi evleri, evden çıktım, tabak gibi bir deniz, içinde çatana vardı, o günden beri severim çatanayı. Çatana römorkörün küçüğüdür. O teknelere girip çıkma sırasında kaybolmuşum. Beni, bugün müzelik olan yazlık Bayraklı Vapuru’nun içinde bulmuşlar.
1937-38’den 1953’e, üniversite için İstanbul’a gelene kadar İzmir Karşıyaka’da yaşadım. Karşıyaka, farklı bir sosyal yapısı olan, İzmir’in özellikli bir bölgesidir; davranış biçimleri İzmirliler’e göre daha heyecanlı ve agresiftir. Eğer o zamanın İzmir’inden bahsedeceksek, Karşıyaka’nın şöyle bir ayrıcalığı vardı: Bir kordona göre şekillenmiş, temelde kıyı yerleşiminin egemen olduğu ve Cumhuriyet’e kadar Levantenler’in yoğunlukla tercih ettikleri bir semt idi. Kıyı bölümü, Sakız Evleri denen bitişik nizam, önünde ve arkasında uzun bahçeleri olan 2-2,5 katlı yapılardan oluşurdu. Hanımeli, gül ve yasemin kokuları bütün Kordon’u sarıp sarmalardı. Herkes kıyıdan denize girerdi, iskelelerin üzerinde banyolar vardı. İzmir’in şehir olan bölümü, yani Alsancak-Konak arasındaki bölümünün de Kordon yaşamına açılan bir dokusu vardı. Fuarı vardı. Kentin çok önemli bir parçası… Fuarıyla anılan, cazibesini onunla bulan, İzmir’in de en kıymetli yeri gibiydi.
Fuar alanı, içinde pek çok işlevin yer aldığı çok amaçlı bir alandı. Enternasyonal olduğu dönemde pek çok yabancı ülkenin tanıtım pavyonları yılın 1 ayı faaliyetteydi. Ayrıca Türkiye’nin önemli kurumlarının pavyonları vardı: Etibank, Sümerbank vb. Mesela Sağlık Pavyonu anatomi sergisi gibi bir pavyondu. Yalnız tanıtım değil eğitim amaçlıydılar. İnsanlar o pavyonları yeşillikler arasından geçerek gezerdi. Fuarın içinde göl vardı, gölün ortasındaki adacıkta İzmir’in en prestijli göl gazinosu yer alırdı. Fuarda İzmir’in en önemli mimarları iş yapardı. Dolayısıyla bu durum tasarımın kalitesine de yansırdı. Fuar, bugün hala hayatta olan Güngör Kaftancı ve İzmir’in önde gelen pek çok mimarının gösteri alanı gibiydi.
Kültürpark’ta Sümer Bank Pavyonu, 1950’ler
1980’lerde dünyada fuar anlayışı değişti, pavyonlar hangarlaştı, devasa sergi ve gösteri alanları haline geldi. Büyük bir kavga vardı o konuda İzmir’de, “böyle bir şey yapılacaksa başka bir yerde yapılmalı” diyenler, bu tür yapılaşmanın yeşili kemireceğini söyleyenler vardı. Peyzajcılar başı çekiyordu. Ama yarışmaya katılan hiçbir proje böyle bir kuşkuyu haklı çıkaracak içerikte değildi. Gelen bütün projeler ya yeşilin boşluklarında ya da alanın bir köşesinde hallettiler işi. Biz ise yer altına yapılacak, toprakla kaplı bir yapı önerdik. Yani yapının taş ya da beton kısmını görmüyordunuz; bir yığma toprak strüktür içinde içe dönük büyük avlusu, açık alanları olan bir projeydi. Ama tutmadı (gülüşmeler). Bugün dahi, peyzajdaki koruma tavrı, tasarım kalitesi ve çevreye sağladığı otopark alanlarıyla, en doğru yaklaşıma sahip proje olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca fuarın şöyle bir önemi vardı: Fuar gerek İzmir gerekse çevre halklarının yaşam biçimlerini etkileyen, yılın bir ayında panayır gibi bir buluşma mekanıyken; aynı zamanda yılın her ayında, günübirlik spor, eğlence ve rekreasyon hizmeti veriyordu. Hala da o işi yapıyor ama eski panayırlık hali kalmadı. Ama buna mukabil yılın aşağı yukarı her ayında bir etkinliğin yapıldığı bir merkez olma vasfını sürdürüyor. Bizim zamanımızda kocaman bir alandı, şimdi bozuk para gibi kaldı ortada. İzmir 500.000 nüfuslardayken fuar devasa bir yeşil alanmış gibi duruyordu ama alt tarafı 50 hektar falandı. 1960’lı 70’li yıllara göre o kadar büyük bir sıçrama oldu ki, 100.000 nüfuslu zamanlarını hatırladığımız İzmir’de şimdi 4 milyon kişi yaşıyor.
İzmir Kültür Park 1930’lar (Kaynak: http://xn--kemeralt-0kb.com/izmir-fuari/)
İzmir’de kentin gelişimini ve yaşamını ilgilendiren iki evre var denebilir. Birincisi; 1950’li yıllar sonunda şehirleşmede planlamayı delmek ve apartmanlaşmayı, yüksek yapılaşmayı İzmir’e sokmak gibi özetlenebilir. Demokrat Parti zamanında oluyor bu. 1953’e kadar yoktu, bunun sonuçları 50’lerin ikinci yarısında ortaya çıktı. Öylesine hızlı sonuç verdi ki; örneğin Karşıyaka’da 2 veya 2,5 katlıdır gabari, 1961’de gittiğimde 8 katlı bir gabari görmüştüm. Tüm siluet değişmiş idi. O insanların o apartmanlardan kazanacakları paraya ihtiyaçları yoktu diye de düşünülebilir. Çünkü onlar mal mülk sahipleri, Karşıyaka’nın zengin ve havalı, entel insanlarıydı. Hiç öyle olmadı. Sadece tescil edilen birkaç bina kaldı geriye. Bir de Durmuş Yaşar’ın bulunduğu köşk ve onun yanında birkaç özel kişinin sahip olduğu bina apartmanlaşmadı. Diğerleri, neredeyse Bostanlı’ya kadar olan iki katlı doku 1961’de gittiğimde silme bir duvar olmuştu, yani nerdeyse bugünkü halini almıştı.
İzmir’in nüfusu o yıllarda Ankara gibi fırtına hızıyla tırmanan bir nüfus trendi göstermiyordu. Bunu niçin söylüyorum; ticaretle uğraşan insanlar için para çok önemli. Bu insanlar, o zamana kadar 1 yılda kazandığı paranın 10 mislini 5 tane ilave kat yapıp satınca kazanır hale geliyor. Tabii beraberinde şunu da getiriyor; oranın sahipleri de ayrılıyor oradan, artık yaşamıyor. Yani sosyal topografya da hızla değişiyor. Karşıyaka ve Alsancak’ın esnaf kafalı halkı, bütün Karşıyaka’yı 5 senede 6 kat yükseltebiliyor! Şimdi ne yazık ki bu durum, geçmişini bilmeyenleri çok da rahatsız etmiyor. Ama insanları baştan çıkaran, geçmişten beri insanların içine işlemiş olan, mülk edinerek çoluğunu çocuğunu garanti etme duygusudur. Kenti kışkırtmak denen bir şey var planlamada. Kışkırtmak, insanın hayaline dahi gelmeyen şeyi aklına sokmakla başlıyor. Hiçbir rasyoneli yokken, sizi dürten bir ihtiyaç bahse konu değilken bile bu duyguyu harekete geçirmek mümkün. Plan da bunun en etkin aracı.
İzmir şehrine yapılan ilk müdahaleydi bu. Asırlarca yaşanan bir yapı kültürü, yapıyla uyumlu yaşam kültürü 5 sene içinde silindi gitti. Bu, kente yapılan yanlış müdahalelerin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir örnek idi. Buna rağmen İzmir’in körfezle ve çevresiyle olan ilişkileri, tarihi kültürel zonlarla olan yakın ilişkisi eskiden beri önemli bir özelliğiydi. İzmir hala müspet müdahalelerle ümit taşıyan bir kentleşme sürecine girebilecekmiş gibi görünüyor. Bunun işaretlerini de benim planlama dönemimde vermiş idi. Karşıyaka’da bahsettiğim bu gelişmelerin olduğu dönemler dışında, gerçek planlama dönemine girişin ilk çalışmaları 1968 yıllarında başlar. O zamanlar benim de toplantılarına sık sık katıldığım İller Bankası’nın girişimi ile İstanbul, Ankara, İzmir’de nazım plan büroları kuruldu; planların yerindelik esasına göre yapılması ilkesi benimsendi. Planlamada yerindelik önemli bir kavram, yani yerinde yapılması ve yerinden yönetilmesinin çok büyük bir ağırlığı var. Bu suretle yerel katılımların en çoğa çıkarılması gibi hedefleri de var. Ama bunun hayata geçişi 3-4 yıl sürdü. İlk kurulan Ankara bürosu idi. Haluk Alatan Ankara’nın, Settar Parsa ise İzmir metropoliten planlama bürosunun başına geçti. İzmir’in planları 1970’li yılların sonunda şekillenmeye başladı.
Ben 1977’de bulaştım bu işe. 1977’de İller Bankası metropoliten planlama çalışmalarıyla beraber bir adım daha attı. İzmir’deki önemli ilçeleri Türkiye A Grubu Plancılar arasında ihale etmeye karar verdi. Haluk Berksan ve Yavuz Taşçı Gaziemir’i yaptı; Bülent Berksan, Mehmet Ali Topaloğlu, Melahat Topaloğlu grubu Bornova’yı yaptı, Halkapınar ve ötesindeki kesim Behçet Baykut ve Fahri Yetman grubu tarafından yapıldı. Batı kesimi de bana verildi: Balçova, Narlıdere, Güzelbahçe. Sonra buna Urla ilave edildi. Urla Belediyesi müracaat etti “beni bu işe” katın diye. İyi ki de etmiş çünkü Belediye Başkanı Türkiye’de rastlanmayacak, kalifiye bir belediye başkanıydı.
Avukat Bülent Baratalı. Ama avukat olmaktan öte, planlamaya inanan bir hukuk adamı idi.
Birincisi; makro plan bürosu orada, yani bütün ilişkileriniz o planlama bürosuyla oluyor zaten. Üst ulaşım kararlarını, üst yerleşim kararlarını orada oluşturuyorsunuz. Belediyeler ve Bakanlık direkt muhataplarımız değildi; bizim birinci dereceden muhatabımız planı onaylayacak Danışma Denetleme Kurulu’ydu. Danışma Denetleme Kurulu, İller Bankası ve Bakanlık’tan oluşan en yetkili ve yetenekli kişilerle ona katılan belediye başkanları ve imar müdürlerinden oluşan bir gruptu. Bu grup, Bakan adına bu işi yapardı, bu da sözleşmelerin bir parçasıydı zaten. Yani bizim yaptığımız plan başka planlar gibi Belediye Meclisi’nden geçtikten sonra Bakanlık’ta herhangi bir memurun önüne uygun mu değil mi diye gitmezdi. Danışma Denetleme Kurulu kontrol eder, uygundur onayını verir ve öyle giderdi. Her aşamada bu toplantılar oluyordu. Aynı zamanda plan müellifleri danışmanlık işini de yükleniyordu. Her belediyeye ayda 3 gün gitme mecburiyeti vardı. Yani 12 gün İzmir’e gidiyordum.
Evet. Hem, danışmanlık parasal olarak, sınırlı da olsa yaşamda bir garanti sağlıyordu; çünkü her ay gittikçe paranı alıyorsun. Öbür türlü, yaptığın diğer planları teslim ediyorsun, oradan oraya gidiyor, plan elden çıktıktan 6 ay sonra ancak parasını alabiliyorsun. Büronun hayatta kalmasına yetmiyor bu para. Dolayısıyla bu önemli bir avantajdı. Bir de devamlı yerine gitmiş oluyordum. Bu, planı yapan için de çok önemli bir şey. Belediye için ise daha da önemli. Onlara danışmanlık yapıyorsun. Ben dört belediyenin hepsine danışmanlık süresince ayrıca 1,5 gün kurs veriyordum. Bir bina tutmuştuk, hepsi geliyordu ‘plan nasıl uygulanacak, yaptığım şeyleri nasıl okumaları lazım, onları eğitiyordum.’ Bu teklif benden gelmişti. Bütün bunlar içinde tabii eskiden kırsalda, özellikle kasabalardaki belediyelerin imar işleri hiç de normal yürüyen işler değildi.
Öncelikle bilgi birikimleri çok yetersizdi ama daha önemlisi ahlak ile ilgiliydi. Özellikle imar uygulamaları, mülkiyet, imar durumu ve ruhsatlara ait bilgi ve belgelerin arşivlenmesi konularında sorunlar vardı. Örneğin öyle fen memurları vardı ki arşivi özellikle yok ederlerdi. Yani evlerine taşırlardı. Ola ki kendilerine bir şey oldu, bilgi onlarda olsun, sen ona gebe kalasın diye. Buna Urla’da, Çeşme’de Balçova’da rastladım. Mesela Çeşme’dekini yolsuzlukları için Foça’ya sürmüşlerdi ama yalvara yalvara geri çağırdılar çünkü bütün bilgi ondaydı (gülüşmeler). Bu nedenle hiçbir iş yapamıyorlardı. Türk taşra imar bürokratlarının hınzırlığının bir örneği, her yerde var. “Burada olamaz” derdik ama İzmir’de de vardı.
Evet, Urla ve diğerleri yoğun bir eş güdüm içinde yürütüldü. İzmir planları programlanan zamanda bitirildi. Urla geç katıldığı için geç bitti. Ondan sonra da aslında bitmedi, devam etti. 20 yıl sürdü. Ama Urla Belediye Başkanı 12 Eylül döneminde yerinden alındı ve o dönemde bu planlara ciddi bir müdahale yapılmak istendi. İzmir’de benim bölgemde, Balçova’da askerlerle müthiş bir kavgaya girdim. İmarın dışındaki alanların sahipleri gidiyor askerlerle anlaşıyor, onlar kooperatif kuruyorlar, fiyatının 5’te 1’ine onlara satıyor ya da satış vaadi imzalıyor onlarla. Neye göre? İmara girerse diye. Yani askerler baskı yapacak imara sokacak, o da alanın kendinde kalan kısmıyla avantayı fazlasıyla bulmuş olacak. Oyun bu. İşledi mi bu? Evet, az da olsa işledi. Bugün hala Balçova’da nişanesi var. Benim adım 12 Eylül döneminde “asker düşmanı mavi sakal”a çıkmıştı. Benimle kavga o kadar büyüdü ki… Balçova’da 57’ler Kooperatifi diye bir kooperatif vardı, havacılar kooperatifi. Bunlar artık işi bozutmuşlar, tepede teleferiğin yanında bir yer almışlar, orası da heyelana maruz kalan alan ama en önemlisi ormanlık alan, hala kelebek gibi duruyor orada. Bunu plana koydurtmam için her türlü baskıyı hayata geçirdiler. Binbaşılar ayağıma kadar geliyorlardı (gülüşmeler). Hikaye şöyle: Bakanlık’a baskı yapıyorlar, Danışma Denetleme Kurulu da “müellif yapmam derse onu aşamayız” diyorlar, beni günah keçisi yapıyorlardı. Onu illa plana işlemem için çok uğraştılar. Ama koymadım. Benim planlar onanıp iş bittikten sonra onlar o siteyi gidip Bakanlık’tan münferit olarak geçirdiler. Ve site hemen inşa edildi. Çünkü bunların sahipleri içinde o sırada Milli Güvenlik Komitesi’nin başkanı da vardı. Yani böyle güçlü bir kooperatif. Çok kötü bir dönemdi ama genelde bugünkü kadar kötü değildi. Her şeye rağmen bunları aştık. Nasıl aştık? 7 kişilik danışma denetleme kurulunun 4’ü seni destekleyince aşılıyor, bu kadar basit. Kurum olarak sağlam durursan her şartta bir şeyler yapılabiliyor.
O dönem birçok kentsel değeri hiç değilse kurtardığım bir dönem. Mesela plan yaptığım Balçova, pıtrak gibi parsellenmişti. 250-500 m² arasında cetvelle parsellere bölünmüş. O alanda İçmeler var, İzmir’in ilk turfandalarının yetiştirildiği verimli topraklar var, seracılık var, çiçekçilik var. Yani korunacak çok değer var. Bir de bizden evvel yapılmış bir kafa parselasyonu var. Öyle bir plan yok ama o parselasyon onaylanmış, tapular dağıtılmış falan. Orası çok büyük marifet isterdi; hem sera düzenini koruyacaksınız, hem tarım alanlarını koruyacaksınız, hem kaplıcalar bölgesini koruyacaksınız, hem de uygulamada bunların üstesinden geleceksiniz. Çünkü karşınıza bir kamuoyu geliyor, adamın orada beklentisini evvela karşılamışsın, parsellemişsin, sonra “olmaz” diyorsun. Bunu aşmak, gözüktüğünden daha önemli bir başarıdır; pıtrak gibi parsellere bölünmüş bir yerde böyle kamusal kullanımları hayata geçirmek. İkincisi, Balçova, Ankara’nın Demet Evler Mahallesi gibi kurtarılmış bir bölgeydi ama artık ister istemez apartmanlaşacak bir yerdi. Orada ilk defa tercihli bir kullanım uyguladım, sonraları bu yöntem her planda yerleşti. İkili kullanım önerisi yani tercihli alan kullanımı şöyle idi: Şimdi bir yapı adası düşünün, 2.000 metrekareyi aşarsa, orada 1,5 emsale ve 8 kata kadar yapı yapma hakkı tanınmıştı. Artan nüfus kadar yeşil saha düzenleme mecburiyeti vardı. Yani parselin %30’u kadar. Bütün daire sayısı kadar yer altı otoparkı düzenleme mecburiyeti vardı. Aksi halde %40 emsalle iki katlı bahçeli bir ev yaparsın. Böyle bir koşul getirdim. Yani “iki katlı ev mi istiyorsun yoksa 6 tane fazla daire mi istiyorsun?” gibi bir durum. Parseller birleştirildikten sonra, siteler oluştu ve büyük bahçeli apartmanlaşma bu şekilde oluşmaya başladı. Orada birçok iyi mimarın yaptığı uygulamalar da var. Mesela Emre Arolat’ın da orada iç bahçeli apartmanları var. Onlar bu sayede yapılmış binalardır. Yoksa ne yeşili ne garajı olan, silme bir apartman düzeni olurdu.
Ayrıcı yerleşimin merkez oluşumu için yeni bir konsept uyguladım: Çok işlevli merkez. Yani bir merkez yapıyorsun, orada belediye için ayrı yer, sağlık için ayrı yer ayırıyorsun. Peki bunları bir kompleks olarak yapamaz mıyım? Yani yabancıların “city hall” dedikleri şey. Yeni bir isim buldum: Çok işlevli merkez. Yapı adasını ya da adalarını tek elden programlayıp projelendirmeye zorlayan bir koşuldu.
Tabii kıyı kültürü benim çok incelediğim bir konu. Bu kültür farklı bir kültür. Bana göre daha da inceltilmiş bir kültür. Daha fazla özgürlüğe, sanata, bilime, aşka düşkün… Kıyı kültürü mimariyi, kenti, kent yaşamını, kentin makro organizmasını ve tasarımını etkileyen, soyut gibi gözüken ama bin bir çeşit somut veriyi içine katabileceğiniz bir olgudur. Bazı yerlerde kentin makro formunu da mekânsal şekillendirmesini de doğanın koyları, yarımadaları, adaları, ona ait coğrafi değerler belirler. Bunların çoğunu korursun. O değerleri kaybettiğin zaman İç Anadolu’daki bir bozkırdan farkı kalmaz. Türkiye kıyı kültürünün, geçmişte yaşanıp da bize birtakım gelenekler, alışkanlıklar, birikimler sağladığı bir ülke değil. Üç ayrı konu var burada: Birincisi; eğer kentle uğraşan bir mimarsan, plancıysan, Tanrı’nın verdiği güzelliğin mekânsal değerinin bilincinde olmak. İkincisi; o mekanı bozmayacak müdahaleyi becerebilmek. Üçüncüsü ise mekânda yer alan potansiyellerin bilincinde olmak.
Hatırlarım bu konuya Prof. Mümtaz Soysal yıllar evvel çok kere değinmişti: Türkler Orta Asya’dan atlarıyla doludizgin gelmişler Ege kıyılarına, atlar denizi görünce ürkmüş, geriye dönmüşler. Türkler de atlara saygılarından kıyıya kadar gidememişler, yamaçlarda kalmışlar. Ancak İzmir’in su kültüründen nasibini alması için potansiyeli vardı doğrusu. Hem de bundan yüz yıl önce İzmir gerçek bir kıyı ve liman kentiydi. İzmir ve çevre yerleşimler; örneğin, Urla, Çeşme, Foça, Ayvalık vb. Ege’nin ekonomik ve sosyal kültürel yaşam sisteminin odakları gibiydiler. Suyu, kıyıyı sevmeyen yoktur. Ama iş orayı kullanmaya gelince ‘sadece kendisi kullanınca iyidir, gerisi kötüdür’ noktasına geliniyor. İzmir’de yaşanan durum da budur.
İzmir konusundaki müdahalelerimin, Balçova-Narlıdere-Güzelbahçe dahil olmak üzere, çok başarılı olduğu söylenemez. Çünkü benden kısa süre sonra İzmir Nazım Plan Bürosu planlarda epey bir değişiklik yaptı. Örneğin bizim planda Balçova’da kıyı kesimi şimdiki gibi ekspres yolla kat edilen bir yer değildi. Oradaki tarım alanlarının korunduğu, yamaçtan da Çeşme yolunun gittiği bir düzen vardı. Metropoliten planda da böyleydi. Kenan Evren, Ege Ordu Komutanı olduğu zamanlarda kıyı yolu sevdasını sürdürüyordu. Peki, kıyı yolu ihtiyacı var mıydı o kesimde? Evet, vardı. Çünkü bir tek İnciraltı ve Konak arasında Mithat Paşa Caddesi vardır, kıyıya paralel, o da doğrusu bu yükü taşıyamıyordu. Ama orada farklı bir kademeli topografya vardı. Sıralı olan apartmanların altında bodrum katı vardır, sonuç olarak Mithat Paşa Caddesi ile kıyı arasında 6-7 metrelik bir kot farkı vardır. Bu ne demek? Buradan bir yol geçireceksen bu bir servis yolu olabilir, ama denizi doldurarak değil, tam tersine mevcut iskana olabildiğince yaklaşarak yapılabilir. Örneğin Karşıyaka’da böyle bir olanak yok idi. Kıyıya 500 metrelik paralel kuşakta 500.000 nüfus yaşıyor, önünde de deniz var. Şimdi sen denizi kabak gibi dolduruyorsun, üstüne yol yapıyorsun, yolla konut alanları arasında kocaman bir boşluk kalıyor, onu da otopark yapıyorsun! Yapmış olduğun her müdahale kıyıyla yerleşim arasında gidip gelen yaya sirkülasyonu için ayrı bela. 12 Eylül’e kadar belli bir saatte Pasaport Kahvesi’nin önünden trafik geçmezdi. Pasaport Kahvesi çok önemlidir. Orası liman kentinin merkezidir, İzmir’in entel buluşma noktalarından biridir. İzmirliler iş çıkışı gider Pasaport Kahvesi’nde buluşurlar, siyaset konuşurlar vs. Ve o kalabalık rıhtıma taşar. Biz bunu, İhsan Alyanak zamanında empoze etmiş idik; orayı gecenin belli saatinde trafiğe kapatıyorlardı, o zamana kadar da trafik tek yönde çalışıyordu. Bu da İzmir’de önemli bir değişim sağlamıştı. Orası yayalaştırıldığı zaman keyifli bir yaşam oluştu. Deniz kültürü, su kültürü dediğimiz bu işte. Yani burada ciddi bir adım atıldı. Ama 12 Eylül’de orayı trafiğe açtılar. Bizim “aman ne güzel oluyor” dediğimiz yeri de pis balık kokularının ortalığı sardığı, disiplinsiz bir yer olarak değerlendirdiler. Tabii buna şiddetle itiraz ettim, ağır yazılar da yazdım. Ama bir işe yaramadı.
Pasaport İskelesi
Bir mimar ve tasarımcı gözüyle bakıldığında İzmir’in en büyük problemlerinden biri kıyı kültürü. Kıyı kültürünün içeriğinde bir sürü kategoriler vardır: Rıhtım kültürü, Kordon kültürü, kıyısal yeşil alan kullanımı, kıyısal park kullanımı, kıyısal yaya kullanımı, kıyıların kent merkeziyle bütünleşik halde kullanıldıklarında ortaya çıkan karmaşık ve almaşık sorunlar, bunların bir arada ustaca çözülmesini gerektirecek müdahaleler sorunu var… Ama evvela bu problemin farklı, köklü bir problem olduğunu, felsefi denebilecek ciddi bir tabanı olduğunu kabul ederseniz bu, tasarım işlerinde size yön verici bir etmen olabilir. Mesela İzmit’te 1960’ların sonunda bir yarışma oldu, en fazla üzüldüğüm yarışmalardan biriydi, mansiyon almıştık. Tabii orada da temel hedeflerden biri kenti su ile bütünleştirmekti. Yarışma açılırken herkes bunun farkındaydı. Çünkü şartnamede açıkça yazılıydı. Yarışmanın çok kıyak bir dokümanı vardı. Mesela oradan bir yol ayaklar üzerinde geçtiği zaman maliyeti ne olur, hemzemin geçtiği zaman maliyeti ne olur, arkadan ring şeklinde geçirilirse ne olur diye 3 alternatif koymuşlardı. Bu 3 alternatiften 100.000 TL pahalı olan bir öneriyi de ben getirmiştim: Tüp geçit olsun; yarım tüp olarak kentin önünden geçelim, Darıca’dan yarım tüp olarak geçsin. Tabi, en ucuz olan hemzemin geçişi seçtiler. Ayrıca kenti kıyıyla buluşturmak için de buranın bir iskele değil kıyı kenti olmasını sağlayacak şekilde liman kenti olması gerekiyordu. Yani ulaşım merkezi yapacaksın veya marina yapacaksın, insanların oraya gitme nedenlerini ortaya koyacak bir işlev lazım.
Antalya Konyaaltı Yarışması’nı çıkardılar. Biz de girdik. Orada 300 metre genişliğinde bir dere ağzı var. Uzun ve az meyilli bir geri planı var. Mevcut limanın da çok yakınında. Burayı bir iç liman ‘yat liman’ şeklinde değerlendirmiştik. Akdeniz’de çok az bulunan bu fırsatın kokusunu bile almadılar. Gerek İzmit gerekse Antalya yarışma projeleri benim için hala değerlerini koruyorlar.
Urla’da çok uzun zaman çalıştım. Urla, 1977’de planlamaya başladığımda 9000 nüfusluydu. Oysa 1911’deki nüfusu 40.000’di. Mübadeleden sonra 14.000’e düşmüş ve giderek azalmış. 1977’ye kadar buralar göç veren yerlerdendi. Urla 1911’de Tuborg biralarının imal edildiği, şarap imalatı yapılıp ta İspanya’ya kadar satılan bir liman kasabasıydı. Önemli bir Rum nüfusu vardı. Nüfusta 4 grup vardı: Türkler, Rumlar, Yahudiler ve Levantenler. Aslen şarap imalathanesi olan ahşap, çok geniş açıklıklı yapılar vardı. Ekonominin temeli şarap, bağcılık, zeytincilik idi.
Urla’da birkaç şey ispatlandı. Şöyle ki; halka gerçekleri ve doğruyu söyleyerek de, doğru planlama yaparak da, kentsel ve arkeolojik değerlerini koruyarak da, kentin İhtiyacı olan yeşilin iki katını sağlayarak da, kentin mevcut ağaç ve ağaçlıklarını koruyarak ve geliştirerek de, sanayiyi Urla’ya sokmayarak da, konutu iki katla sınırlayarak da, kamu mülkiyetlerini kamusal olarak kullanılarak da seçim kazılabiliyormuş.
1977 seçimlerinde gelen belediye başkanı Bülent Baratalı, Urla’da ilk kez soldan gelen bir belediye başkanı oldu. Burası hep sağın kazandığı bir yerdi. Bülent Bey bir avukat, kişisel söylemleriyle seçimi kazandı, sonra öyle sağlamlaştırdı ki yerini, Urla’da CHP kaybetse bile Bülent Bey yine kazanıyordu. En önemli şeylerden biri, plancı ile yönetimin uzlaşması, başkanın plancısına güvenmesi. Doğru dürüst plan yaparsan seçimi kaybettirirsin. Ama ben Bülent Bey’e seçim kaybettirmeyi beceremedim (gülüşmeler).
Urla 1/5000 İmar Planı
Urla Kıyı Düzenlemesi
Urla, yeşilini koruyan bir kent olmayı sürdürüyor hala. Kat vermiyoruz, burada bahçeli düzen egemen. Ama geçmişte çalışan mimarlar İzmir’in ikinci sınıf mimarları idi, iyiler Çeşme’de çalışıyordu. Çeşme’deki binaların da onun için belli bir mimarlık kalitesi var. Mühendisler başımızın belası idi, mühendisler çok kötü proje çiziyordu. Ama şimdilerde birçok güzel binaya rastlamak mümkün. Biz Urla’da kültür merkezi binası yaptık, belediye binası yaptık, tiyatro binası yaptık. Ayrıca meydan projelerini de yapmış idik. Ama gittiler tam kentin merkezine bir tane AVM yaptılar. Yüksek katlı bir şey değil ama öyle olmamalıydı, çok imkan vardı. Çarşıyı yayalaştırmıştım, son gittiğimde baktım hala içinde arabalar dolaşıyor.
Birçok denemeler yaptık. Örneğin ucuz toplu konut sitesi bunlardan biriydi. 150 metrekarelik parseller, içinde ikiz sıra evler vardı. Pekala, gümbür gümbür bir yeşil doku oluştu. Zannedersin ki orada villa var, hayır. 150 metrekare içinde, 50 metrekarede 2 katlı bina var, 100 metrekaresi bahçe. Bunlar bir araya geldiği zaman orada farklı bir hayat doğuyor. Kimisi mısır ekiyor, kimisi bahçe olarak kullanıyor falan.
Urla Toplu Konut Sitesi
Urla planı çok koşullu bir plandı. Koca koca paftaların 2-3 tanesi sadece yapılaşma koşullarına ayrılmıştı. Korunan çok yapı vardı. Tescilli binalar vardı, onun haricinde benim koruduğum yapılar vardı. Korumaya, yenilemeye, restitüsyona yahut restorasyona tabi olma ölçeğine göre kategorilere ayırdık. Bunlara ait koşulları geliştirdik. Urla’nın tüm kıyılarını yayalaştırdık. Urla’ya sanayi ve apartman sokmadık ama üniversitesinden anaokuluna, müzik ve sanat akademisinden deniz bilimleri fakültesine, bölge spor tesislerinden tiyatrosuna, küçük sanayi sitesinden bölgenin en zengin çarşı ve pazarına, otobüs terminalinden barınak tesislerine, devlet hastanesinden geriatri hastanesi ve yaşlılar yurduna kadar pek çok sosyo-kültürel ve eğitim tesisi kurulmasına planla zemin hazırladık.
Urla Belediye Binası
Urla Kültür Merkezi
Sonuç olarak benim ve sayın Baratalı’nın ayrılmasından sonra yapılan, pek çok olumsuz işe rağmen, Urla sanırım Ege’nin en yeşil beldesi olma özelliğini koruyor. Bundan sonrasını Allah korusun, ne diyelim.
İzmir 1970’lerin ortalarından bu yana, planlama ve planlı gelişmeye olan saygı ve ilgisini sürdürüyor. Ankara ve İstanbul’da bunun tersi olduğunu biliyoruz. Ayrıca İzmir Belediyesi’nin yarım yüzyıldır, kalifiye tasarımcı ve mimarlarla çalışmak gibi bir geleneği var. Bunun sürdüğünü sanıyorum çünkü ulaşımda toplu taşıma politikaları ne bu kadar öne çıkar ne de belediyenin sınırlı olanaklarıyla hayata geçirilebilirdi. Örneğin, metro ve tren ulaşımına ”devlet destekli Ankara” bir santim ilave yapamazken, İzmir’in yaptıkları övgüyü hak ediyor. İnşallah bunu sürdürebilirler.
Sanıyorum planlama ve tasarım konularında ciddi ve kalifiye danışmanların etkileri büyük. Ayrıca Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası diyaloglarının da Ankara ve İstanbul’un aksine çok iyi olduğunu sanıyorum (keza üniversitelerle de). Kanımca İzmir, bu gelenekselleşmiş kalite alışkanlığını daha da geliştirmelidir.
Gerek Halkapınar liman zonu, gerek Urla-Çeşme yarımadalarının yarışmalara açılması, gerekse körfez kıyısının kalifiye tasarımcılara projelendirilmesi çok ciddi işlemlerdir. Bu tür girişimlere süreklilik kazandırılırsa kentin geleceğine daha da ümitli bakmamız güçlenecektir. Özetle denebilir ki; birikim ve kalite yükseltilerek yapılacak planlama ve tasarım İzmir’i gelişmiş Batı ülkeleriyle de rekabet edecek bir seviyeye dahi getirebilir. Yeter ki İzmir Belediyesi bu yaklaşımını daha da ciddiye alabilsin.
Bunu benim beklentilerim acısından değerlendirdiğimde; olumlu cevaplayamam. Ancak bunun doğal bir sonuç olduğunu da söyleyebilirim. Şöyle ki; İzmir Körfezi kıyılarının tasarımı kanımca aşırı zordur. Öncelikle, az önce konuştuğumuz kıyı kültürümüzdeki zafiyetler bunun ana nedeni diyebilirim. Bu kültürel birikim eksikliğimizin giderilmesine ait, irdeleme ve tartışmaların hem uzun soluklu şekilde hem de uzmanlarca sürdürülmesi gerekir. Böyle bir süreçte kıyı tasarımının ve kültürel içeriğinin oluşturulması sağlanabilir. Gelişmiş Batı kentlerinde, kentin bu tür kritik alanları defalarca etüt edilir, defalarca yarışmaya açılır çünkü bu tür alanlar İzmir kıyı kesiminde olduğu gibi genellikle kristalize olmuş mekanlardır ve sıradan müdahale biçimleriyle çözümlenemeyecek sorunlarla yüklüdürler. Bunu bir süreç olarak algılarsanız ve devamını organize etmeyi becerebilirseniz olumlu sonuçlara ulaşmanız kolaylaşır.
Urla-Çeşme-Karaburun Yarımadası’na dair yarışma için de; mantığı açısından benzer şeyler söylenebilir. Ayrıca yarışma formatına giremeyecek bir büyüklük ve özellik taşıdığını da belirtmeliyim. Belki sınırlı ve donanımlı ekiplerin katılacağı bir yarışma organize edilse daha yararlı olabilirdi. Ama olsun! Buna ”soruna el atma” gibi olumlu da bakılabilir. Ancak gerisini doğru getirmek koşuluyla!
1 Yorum
Allah rahmet eylesin. Değerli hocamızın mekanı Cennet olsun.
Mimarlık camiası çok büyük bir üstadı kaybetti.
Ailesine, tüm sevenlerine ve meslektaşlarımıza baş sağlığı dilerim.