Süper Kent İzmir dosyası kapsamında, İzmirli ofis diStudio'nun kurucuları Didem Özdel ve İlker Özdel ile İzmir'deki meslek pratikleri ve kentin değişim süreci hakkında konuştuk.
2004’ten beri İzmir’deki ofisleri diStudio’da mimarlık pratiğini sürdüren Didem Özdel ve İlker Özdel doğma büyüme İzmirliler. Çocukluk dönemlerinden bu yana İzmir’deki değişimleri bizzat yaşayan ve yaklaşık 3 senelik akademik geçmişe de sahip olan ikili; İzmirli, akademisyen ve profesyonel mimar bakış açılarıyla, İzmir’in değişen kentsel dinamiklerine dair gözlemlerini, fikirlerini bizimle paylaştılar. İzmir’de en belirgin sorun olarak, kentliyi denizden koparan planlama kararlarını; kamusal mekanların çeşitli sermaye gruplarına açılmasını görüyorlar. Bunun yanı sıra İzmir’in, metropol yoğunluğundan uzak, sakin temposundan memnunlar.
Ekin Bozkurt: Öncelikle sizi ve diStudio’yu kısaca tanıyabilir miyiz? Ne zamandır İzmir’de yaşıyor ve çalışıyorsunuz?
Didem Özdel: diStudio 2004 yılında İzmir’de kurulmuş bir mimari tasarım ofisi. Birlikte kendi tasarım ofisimizi kurma fikri ise biraz daha öncesine, 2000 yılına kadar dayanıyor. Aslında ikimiz de İzmir’de doğmuş ve burada büyümüşüz. Benim İzmir dışına ilk çıkışım, lise sonrası, 1993’de mimarlık eğitimi için ODTÜ’ye gitmemle oldu. Okul hayatı boyunca öncelikli planım, lisans sonrasında İzmir’e dönmek ve orada bir yaşam kurmak yönündeydi. Mezuniyetim, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Fakültesi’nin yüksek lisans eğitimine başladığı döneme denk geldi. Bu aslında kendisini öğrencilik dışı bir hayata ve profesyonel yaşama hiç de hazır hissetmeyen yeni mezun biri için oldukça güvenli bir limandı, üstelik de İzmir’de. Temmuz ayında ODTÜ’den mezun olduktan sonra Eylül ayında İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde yüksek lisans eğitimi ile eşzamanlı biçimde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. İlker ile tanışmamız ve birlikte ilk çalışmalarımız da o döneme rastlar.
İlker Özdel: Beş yıl süren İstanbul günlerini saymazsak, kısa süreli yolculuklar dışında hep İzmir’deydim diyebilirim. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde lisans, İYTE’de yüksek lisans ile eşzamanlı süren araştırma görevliliği ve bunun bir adım sonrasında planlanan, aynı düzende devam edecek doktora programı. Ama öyle olmadı. Neredeyse on yıl akademik ortam içinde kalınca, henüz birkaç yıl önce köşe bucak kaçtığınız meslek pratiğine daha bir hevesle bakar hale geliyorsunuz sanırım. Önce benim, bir yıl kadar sonra da Didem’in yüksek lisansını tamamlaması ile birlikte planlarda değişiklik yapmaya karar verdik. Öğrencilik yıllarında aktif olarak içinde yer aldığım Türkiye Mimarlık Öğrencileri Buluşmaları’ndan pek çok arkadaşımın da orada olması, yüksek lisans biter bitmez soluğu İstanbul’da almama neden oldu. Bir sırt çantasıyla kapısını çaldığım Ahmet Özgüner’in “Otur, hemen başla” demesiyle de çalışma hayatına başlamış oldum. Didem’in de bir yıl kadar sonra İstanbul’a gelmesiyle, hem İstanbul Teknik Üniversitesi’nda süren doktora çalışmalarımızda, hem de ofis dışında kalan zamanlarda yarışma ve atölye çalışmalarıyla birlikte üretim olanaklarını deneme fırsatı bulduk. Bu çalışma ortamının bir mekana dönüşmesi ise İzmir’e geri dönüşümüzü bekledi.
Didem Özdel: Tasarlamak ve inşa etmek üzerine daha fazla deneyim edinmek amaçlı bu yolculuğun başlangıcı aslında diStudio’nun temeli kabul edilebilir. Çünkü İstanbul’a taşınırken ikimizin de aklında, İzmir’e dönüp kendi tasarım ve mimarlık ofisimizi kurmak vardı. O sürenin ne kadar olduğunu ilk aşamada öngörmek mümkün olmasa da, yapmayı düşündüklerimizi gerçekleştirecek kadar uzun ama İstanbul’a yerleşmeyi düşündürtmeyecek kadar kısa olmalıydı. Sanırım doğru bir zamanda, 2004 yılı Kasım’ında İzmir’e dönerek diStudio’yu kurduk.
Uzun süredir kentteki mimari ve kentsel değişimi takip etmektesiniz. O yıllardan bugüne yaşanan dönüşümünü nasıl anlatırsınız? Hafızanızda kırılma noktası diyebileceğiniz bir dönem var mı?
İlker Özdel: Benim tüm çocukluğum Urla’da geçti. Dolayısıyla ilk anılar biraz da Urla – İzmir yolculuklarına dayanıyor. İskele’den kıyısına inilen deniz ile aranıza neredeyse Narlıdere’ye kadar hiçbir şey girmezdi. Narlıdere – Üçkuyular arası ise göz alabildiğine mandalina bahçeleri. Bahar aylarında pencerenizi açtığınızda arabanın içine dolan kokuyu tarif etmek mümkün değil. Üçkuyular – Konak arası şimdiki sahil bulvarı yok. Yolun her iki yanı binalarla sarılı. Tabi yapılar bu kadar yükselmiş de değil. Şimdi 3-5 tane kalmış iki katlı olanlar daha fazla. Ama en keyiflisi altından denize açılan, kolonlar üzerinde yükselmiş olan apartmanlardı. Gün batarken denizden yansıyan ışıklar binaların zemin bahçelerinde dans ederdi. Buralarda oynanan minyatür kale maçlar top denize kaçtığında biterdi. Gevreğini alan binaların altından, yanından geçip kayaların üzerine kurulurdu. Seksenli yılların ikinci yarısında tamamlanan sahil bulvarı ile denizin 30-40 m. ötelenmesi bu ilişkiyi bitirdi.
Kent içi ulaşım yollarının deniz kıyısında planlanması da yalnızca İzmir’de değil neredeyse tüm kıyı kentlerinde sorunlu bir durum. Doksanlı yıllarda sahil bulvarını çevre yoluna bağlayacak Kordonyolu sürecini yaşadık. Öyle bir kent düşünün ki, ülkenin herhangi başka bir yerinde “İzmir” dediğinizde akla gelen iki-üç kelimeden biri Kordon olsun ve siz o Kordon’un önünden kimi yerde 4-5 m. yükselen bir otoyol geçirmeye niyetlenin. Kentte yaşayanlar durumu anlayıp kavrayana kadar ve tüm yargı kararlarına rağmen Kordon dolgusu yapılmıştı bile. Denize bırakın ulaşmayı görsel temas kurmayı bile engelleyen bu dolgu, zorunlu olarak yayıldı ve kentin bugün en hareketli kamusal alanlarından biri haline geldi. Sürecin sonlanmasında ve sonrasında bu alanın kentliye iade edilmesinde Mimarlar Odası’nın azımsanmayacak çabası olmuştur.
Kordon dolgusu (Mimarlar Odası İzmir Şubesi Arşivi)
Didem Özdel: Bu tür bir dönüşüm sürecini içeriden gözlemlemek, kırılma ve dönüm noktalarının net biçimde algılanmasını zorlaştıran birşey aslında. Hatırladığım ilk İzmir deneyimleri yaklaşık otuz yıl öncesine uzanıyor ve o günden bugüne en önemli kazanımın kesinlikle körfezin temizlenmesine yönelik atılan adımlar olduğunu söyleyebilirim.
Ne yazık ki İzmir’in geçmişi, kenti ve kentliyi denizden koparan birçok planlama kararı ile dolu. Mithatpaşa Caddesi’nin deniz tarafında başlayıp 1. Kordon’a ve Bayraklı kesintisi ile Karşıyaka sahiline devam eden 8 kat bitişik nizam yapılaşma, bir deniz kentine yapılabilecek en büyük kötülük gibi geliyor bana.
Bu sözettiklerim, İzmir’den ayrıldığım doksanlı yıllara kadar ancak bir kentli olarak izleyip değerlendirdiğim olumsuzluklar. Doksanların sonrasında İzmir’de daha çok kentsel mekanı ve kentlinin yaşam kalitesini iyileştirmeye yönelik yerel yönetim politikalarının benimsendiğini gözlemlemek mümkün. Bu yönüyle İzmir, son yirmi yılın İstanbul ve Ankara yerel yönetim deneyimleri ile karşılaştırıldığında kesinlikle daha şanslı.
Bugün İzmir’de gerek kent merkezinde, gerekse çeperlerde izlenmekte olan dönüşümü tetikleyen bir talep artışı olduğu çok açık. İstanbul’da olduğumuz dönemde, 2001 yılında İzmir’in bugün yüksek yapılarla şekillenmekte olan yeni kent merkezi ve liman bölgesinin kentsel tasarımına ilişkin bir fikir yarışmasına katılmıştık. O yarışmadan çıkan verilerin, tartışmaların önce imar planlarına ve sonrasında da yapılaşmaya yansıdığı bir dönem yaşıyoruz. İzmir kent merkezi ve körfez silueti, yüksek yapılarla dönüşüyor. Yeni kent merkezi için yarışma projesi hazırlarken ekip olarak taşıdığımız bir endişenin geçerliliğini bugün gözlemliyoruz ne yazık ki. İzmir Körfezi’nin iki tarafında, Alsancak-Konak-Göztepe ve Karşıyaka bölgelerine benzer bir kentsel yapının yeni MİA Bayraklı çevresinde gelişmesi mümkün değil. Burada her parsel, diğeriyle ilişkisiz, içe dönük ayrı bir kent parçası gibi gelişiyor. Ankara ve İstanbul’da kentin çeperlerinde ana arterler boyunca yayılma eğilimi gösteren bu gelişim, İzmir’de kentin düğüm noktasına gelip yerleşti. Otoyol nedeniyle sahil ile sağlıklı bir fiziksel ilişki kurulması ne yazık ki mümkün değil. Bu nedenle yeni MİA gelişiminin bütüncül bir kentsel mekan oluşturma ihtimalini zayıf görüyorum. Bu yapıların hepsi işler hale geldiğinde bölgenin zaten sorunlu olan trafiğinin ne duruma geleceğini yaşayıp göreceğiz.
Liman Bayraklı Bölgesi Son On Yıldaki Dönüşüm (Google Earth)
İlker Özdel: Liman arkasında kalan bölge ile Bayraklı’da yaşanmakta olan kentsel dönüşüm, aslında yeni kent merkezini, geçmişle bağlarını koparmaksızın bugüne ait ve özgün bir hale getirebilecek potansiyele sahip. Bu bölgenin, limanın demiryolu tarafından beslendiği dönemden bugüne taşıdığı, içlerinde yüksek nitelikli fabrikaların, depo, kule ve hangarların da olduğu çok sayıda sanayi yapısı var. Bu endüstriyel belleği ve nitelikli yapı birikimini koruyarak dönüştürmeye yönelik bütüncül bir kent vizyonu uygulamaya konulabilse; yeni MIA özgün bir liman / endüstri kenti kimliği içinde, daha nitelikli bir kamusal ve kentsel mekan haline gelebilirdi. İzmir Büyükşehir Belediyesi, eski Havagazı Fabrikası’nı bu doğrultuda yenileyerek aktif kullanılan bir kentsel mekan haline getirmeyi başardı. Ancak bazı alanlar ve yapılar ne yazık ki kaybedildi, kaybediliyor.
Örneğin; Havagazı Fabrikası’nın biraz ilerisinde yer alan eski elektrik fabrikası, gerek konumu gerekse yapıları ile çok önemli bir dönüşüm potansiyeli barındırıyor. Bu konuyla ilgili olarak Ege Mimarlık dergisinde Didem’in de katkıda bulunduğu bir dosya yayımlanmıştı. O dönemde Elektrik Fabrikası binasını gezerken içerideki makinelerin, vinçlerin hurda olarak sökülmekte olduğunu üzülerek gözlemlemiş; yapının taşıyıcı çelik karkasının bazı parçalarının da hurda niyetine sökülmekte olduğuna şahit olmuştuk. O güne dek oldukça iyi korunmuş olan yapı, bu sökümü takip eden birkaç ay içinde kısmen çöktü ve halen de terkedilmiş durumda.
İş işten geçmeden bu alanlara yönelik bütüncül bir dönüşüm vizyonu ortaya konulmalı ve bu bölgeleri “arsa”dan farklı bir gözle ele alan, endüstriyel belleğe sahip çıkan bir dönüşüm modeli geliştirilmeli.
Soldaki fotoğraf: Elektrik Fabrikası (Sinan Akyurtlaklı / Mimarlar Odası İzmir Şubesi), Sağdaki fotoğraf: Elektrik Fabrikası (Ahmet Giliz / Mimarlar Odası İzmir Şubesi Arşivi)
Didem Özdel: İzmir’de daha sessiz ve gösterişsiz biçimde de olsa, bir başka dönüşüm de çeperlerde yaşanıyor. Buradaki ana kırılma noktası ulaşım olanaklarının artması ve hızlanması oldu bence. Yirmi yıl öncesine kadar İzmirlilerin sayfiyesi niteliğinde olan Çeşme, artık ülke ölçeğinde bir turizm merkezi haline geldi. Bu durum kaçınılmaz olarak özellikle yarımada bölgesi üzerinde bir baskı yaratıyor. İstanbul’da ortalama bir kentlinin her gün trafikte harcadığı sürenin yarısı kadar bir sürede, kent merkezindeki körfeze karşı ofisinizden, zeytin ağaçları içindeki çiftliğinize ulaşmanın, sabah kuş sesleri ile uyanıp, biraz yüzüp sonra 45 dakika içinde ofisinizde çalışmaya başlamanın nasıl bir ayrıcalık olduğunu her geçen gün daha fazla kişi farkediyor. Bu yönüyle İzmir’in önümüzdeki yıllarda İstanbul ve Ankara’dan ciddi bir göç alacağını öngörüyoruz, başlamış olan bu sürecin daha da hızlanma potansiyeli var.
Diliyorum ki tarım alanlarında yoğunluğun asgari düzeyde tutulmasına yönelik plan kararları bütüncül bir şekilde devam etsin ve bu süreç yarımadanın doğası imar rantına teslim olmadan, sürdürülebilir bir gelişme politikası içinde atlatılabilsin.
Soldaki fotoğraf: Kula Mensucat Fabrikası Atölyeleri (Deniz Özkut Arşivi / Mimarlar Odası İzmir Şubesi), Sağdaki fotoğraf: Kula Mensucat Fabrikası’nın Yıkımı (Sibel Atar Arşivi / Mimarlar Odası İzmir Şubesi)
Şark Sanayi Fabrikası (Mimarlar Odası İzmir Şubesi Arşivi)
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin, 2011’de düzenlediği Tasarım Forumu’ndan bu yana, İzmir’i “tasarım kenti” kimliğine büründürme hedefi olduğunu görüyoruz. Bu hedefi ve mimari tasarım anlamında İzmir’de yapılan çalışmaları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Didem Özdel: İzmir yerel yönetim politikaları, sivil toplum kuruluşları ve akademik kurumları ile şeffaf, katılımcı ve paylaşımcı süreçlerin hayata geçirilebildiği bir kent. “Tasarım Kenti” vizyonu da böyle ortak oluşturulmuş bir vizyon olması yönüyle çok değerli. Özellikle “İzmir Deniz” projesinin bu anlamda çok olumlu bir süreç olduğuna inanıyorum.
İlker Özdel: Bir yerel yönetimin tasarımı, hedefine ulaşıp ulaşmadığı bir yana, masaya yatırmaya değer bir konu olarak görmesi bile içinde bulunduğumuz dönemde çok önemli. Eğer doğru paydaşlar belirlenmiş ve doğru sorular sorulabilmişse, o noktada tasarımın talep edilip edilmediği önemini yitirmeye başlıyor. Ortaya konulan düzenlemeler, kentli tarafından içselleştirilip gündelik kullanımın nesnesi haline gelebiliyorsa amacına ulaşmış demektir. Tasarımın bir ihtiyaç olmanın yanında ve belki daha da ağırlıklı olarak toplumu dönüştürmeye yönelik kullanışlı bir araç olduğunu düşünüyorum. Bostanlı’da Studio Evren Başbuğ’un yapmış olduğu düzenleme yapılmasaydı da insanlar o sahili kullanıyordu. Ancak şu anda o düzenleme alanı bir buluşma noktası haline gelmiş durumda. İyi tasarım, kentlinin yüreğine dokunuyor ve işte bundan sonra umarım tasarımın talep edilir hale gelmesinden bahsedebileceğiz.
İkiniz de profesyonel mimarlar olmanızın yanı sıra, akademisyensiniz. İzmir’deki mimarlık eğitimi, akademik çalışmalar / gelişmeler hakkında neler söyleyebilirsiniz? Belediyenin vizyonu eğitim alanına da yansıyor mu?
Didem Özdel: İkimiz de meslek hayatımıza İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde araştırma görevlisi olarak başladık. Aslında “akademisyen” liğimiz fiilen üç yıl sürdü. Ancak sonrasında da akademik ortamdan ve atölye çalışmalarından uzak kalmamaya çalıştık. Mimarlık eğitimi, sonu olmayan bir süreç ve o sürece katkı koymaya yönelik her adımınız size de çok şey katıyor. 1997’de Yüksek Lisans Öğrencisi ve Araştırma Görevlisi olarak katıldığım İYTE, o dönemde İzmir’in Dokuz Eylül Üniversitesi’nden sonra ikinci Mimarlık Fakültesi’ydi. Henüz lisans eğitimi başlamamış olmasına rağmen yeni bir üniversite kurma motivasyonuna sahip çok üretken bir akademik ortama sahipti. Bu noktada, çok zamansız kaybettiğimiz sevgili Ahmet Eyüce’yi özlemle anıyorum. Onun bölüm başkanlığı ile yola çıkan İYTE’de temel yaklaşım, mimarlığın pratiği ile akademik ortamı biraraya getiren, birlikte üretmelerini destekleyen bir eğitim ortamı kurmak yönündeydi. Bugün İnciraltı Kent Ormanı olarak bilinen ve haftasonları kentlinin belki de Kültürpark’tan daha yoğun kullandığı İzmir’in en büyük rekreasyon alanının tasarımı da dönemin Büyükşehir Belediyesi ile yapılan ortak çalışmanın bir ürünüdür. O dönemde diğer mimarlık okullarından farklı duran bu söylem, yıllar geçtikçe başka üniversitelerin de benimsediği bir duruş haline geldi bence. Bu duruş, İzmir’deki mimarlık okullarını yerel yönetimin “Tasarım Kenti” vizyonunun önemli aktörlerinden ve paydaşlarından biri haline getirme potansiyeline sahip. Akademik ortam tarafından sahiplenilen ve oradan beslenen bir kent vizyonunun daha sağlam temellere oturduğunu düşünüyorum.
İlker Özdel: İzmir 2016 yılına girerken beşi lisans eğitimi veren toplam yedi mimarlık fakültesine sahipti, üçü devlet ve dördü vakıf olmak üzere. Özellikle vakıf üniversiteleri, proje stüdyolarını büyük ölçüde yarı zamanlı öğretim üyelerinin katılımıyla sürdürüyor. Mimarlığın eğitimi ile pratiği arasındaki köprüleri kurmak bakımından profesyonel yaşamın içinden mimarların eğitime katkı koyuyor olması çok olumlu bence. Bu anlamda eğitimin içinde geçirdiğimiz zamanı kendimiz için de bir kazanım olarak görüyoruz.
Lagün ve İnciraltı Kent Ormanı (İlker Özdel)
İzmir’de mimarlık işi yapmanın İstanbul ve Ankara’yla karşılaştırınca zorlukları ve avantajları neler sizce?
İlker Özdel: İzmir’in her zaman İstanbul ve Ankara’dan farklı bir ölçeği ve temposu vardı. Öğrencilik yıllarımızda düzenlenen bir söyleşide, Güngör Kaftancı’nın İzmir’i İstanbul ve Ankara’nın taşrası olarak tanımlamasından hiç hoşlanmadığımızı hatırlıyorum. Bugün Güngör Bey’in sözlerini büyük oranda haklı buluyor ve mümkünse en azından yaşam temposunun bu taşra dinamiğini kaybetmemesi gerektiğini düşünüyorum.
İstanbul’daki iş deneyimlerimizde çalıştığımız kapsam, ölçek, bütçe ve büyüklükteki işler, İzmir’de çok daha az sayıda. Bu da doğal olarak mimarlık ofislerinin ölçeğine yansıyor. Bu durumdan ötürü geçmişte İzmir’de yerleşik mimari ofislerin ulusal ölçekte görünürlüğü daha kısıtlı kalmış olabilir. Gerek mimarlık medyasının ve iletişim ortamının çeşitlenmesi; gerekse proje yarışmalarının artması ile son yıllarda daha küçük ölçekli ofislerin ulusal mimarlık ortamında varolma olanakları arttı. Tüm sektörlerde olduğu gibi gelişen ve çeşitlenen iletişim ortamı, sadece ofisleri değil işveren ve yatırımcıları da daha donanımlı hale getiriyor. Bu nedenle İzmir’de mimarlık yapmakla İstanbul ya da Ankara’da yapmak arasındaki farklar giderek azalıyor, azalmaya da devam edecek.
Didem Özdel: İzmir’de mimarlık yapmanın avantajları, İzmir’de yaşamanın avantajlarından çok farklı değil aslında. Burada hayat, her yönüyle daha kolay ve daha rahat. Metropol yoğunluğundan uzak daha insancıl bir temponun hayatın her alanına egemen olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu ortamın tasarım pratiğini besleyen bir yönü olduğuna inanıyorum.
İzmir son yıllarda mimari proje yarışmalarına ağırlık vermeye başladı. Bu sürecin yerel ofislere katkısı oluyor mu sizce?
İlker Özdel: Proje yarışmaları, genç ve küçük ölçekli ofislerin büyük kamusal projeleri tasarlama fırsatı yakalaması ve görünürlük kazanması için önemli bir fırsat. Yarışma projeleri ile ulusal ölçekte başarılar kazanan; Türkiye’nin farklı yerlerinde önemli projeler inşa etme fırsatı bulan İzmirli ofisler var, sayıları da her geçen gün artıyor. Meslek hayatını tasarımcı olarak sürdürmeyi amaçlayan genç mimarlar için proje yarışmaları çok önemli bir olanak ve motivasyon.
Didem Özdel: Benim meslek hayatıma başladığım doksanların sonları ile karşılaştırıldığında, bugün çok daha fazla sayıda proje yarışması açılıyor. O dönemde bizim de çok önemsediğimiz, tasarım yapma fırsatı olarak gördüğümüz bir üretim ortamı proje yarışmaları. 1999’da katıldığımız bir yarışmada aldığımız bir ödülün nasıl güçlü bir motivasyon sağladığını bugün de aynı heyecanla hatırlıyorum.
İlker Özdel: Biz çok istekli olsak da hiçbir zaman yarışmacı bir ofis olamadık. Süregiden işler arasında yeterli boşluk yaratamamak bunun en önemli nedeni. Ofis başlanmış ama tamamlanamamış, teslim edilememiş yarışma projeleri ile dolu. Hepsini de çok önemsiyor, her çalışmanın yeni bir deneyim olarak sürecin önemli bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Ofisin geleceği ile ilgili planlarımız arasında öncelikli hedeflerden biri iş programında yarışmalara yer açmak.
Bu noktada İzmir’de gerek Büyükşehir Belediyesi, gerekse ilçe belediyelerinin mimari proje yarışmaları konusundaki olumlu yaklaşımı ve tavrından da sözetmeliyiz. Yerel yönetim yapısı içinde bu süreçleri destekleyen meslektaşlarımız başta olmak üzere tüm katkı koyanlara teşekkür borçluyuz. Kentte yarışma süreci ile elde edilmiş başarılı yapıların artması, yarışmanın bir proje elde etme yöntemi olarak benimsenmesini kolaylaştıracaktır. Bu anlamda Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi ve Bornova Belediyesi Tarih Öncesi Yaşam Müzesi yapılarını çok önemli buluyorum.
Kentteki güncel mimari üretim üzerine neler söylersiniz? Mesela son yıllarda büyük sermaye gruplarının yatırımları göze çarpıyor. Bu durum mekânsal dokuyu nasıl etkiliyor?
Didem Özdel: Kente ilişkin en temel hatamız bence kenti bütüncül bir yapıdan uzak parçalar halinde algılamak ve planlamak. Böyle bir ortamda tekil mimari üretimlerden sözetmek anlamını yitiriyor. Bütüncül olarak tasarlanmış bir kent vizyonu içinde büyük sermaye gruplarının yatırımları, kentin belli parçalarının dönüşümünde tetikleyici nitelikte olabilirdi. Ancak Bayraklı yeni kent merkezinin gelişimini gözlemlerken, İzmir’de bu fırsatın kaçırılmakta olduğunu düşünüyorum. O noktada mimari projelerden, yüksek yapıların estetiğinden, dönüşen siluetten sözedebiliriz mimarlar olarak. Ancak yeni projelerin tanımladığı bir kentsel mekandan sözedemiyorsak, geri kalan bölümün çok da anlamı yok.
Sermaye, doğası gereği bencil ve acımasız. Çeşme’nin en güzel plajlarında turistik tesis imarı ile 5-6 katlı rezidanslar inşa edilip satılıyorsa, kıyılar kamusal kullanıma kapanıyorsa, çocukluğumuzun geçtiği plajda denize girmek için bir hafta önceden rezervasyon yaptırmak, içeri girerken çantamızdaki bir şişe suyu güvenlik görevlisine bırakmak zorunda kalıyorsak; o büyük sermaye gruplarından önce kamusal alanımızı o sermayeye böylesine koşulsuzca açanlara hesap sormak zorundayız.
İlker Özdel: Bugün İzmir’de kentsel hareketliliğin ve trafiğin iki ana düğüm noktasında iki büyük proje yükseliyor. Kentin Karaburun – Çeşme yarımadasına geçiş noktası niteliğindeki Üçkuyular meydanında, mevcut trafik arterlerinin sınırlarına dayanmış bir AVM inşaatı devam ediyor. Bölgede trafiğin durumu şimdiden içler acısı. Eski kent merkezinin yıllardır boş duran en değerli parçasında, Basmane meydanının Kültürpark’a komşu adasında ise Büyükşehir Belediyesi’nin de paydaşı olduğu bir yüksek yapı inşa ediliyor. Kentin yeni gelişen bölgelerinde bile emsali olmayan bir “emsal” ile kentin en sıkışık merkez noktasına yapılan bu müdahalelerin kentsel mekana bir katkı sağlamasını beklemek, anlamsız bir iyimserlik olur. Her yapı adası içe dönüyor, kontrollü girişlerini kurup sadece kendisiyle ilgileniyor. Kente ve kentliye getirdiği ise ancak giderek başa çıkılamaz hale gelen bir yoğunluk. Ancak bu ortamda yapıların yüksek mimari niteliği bu dönüşümü daha kabul edilebilir bir hale getirmiyor. Keşke kentlinin katılımıyla ve yarışma gibi şeffaf süreçlerle şekillenen, örnek oluşturabilecek bütüncül bir kent vizyonu ortaya koyulabilseydi.