“Mimarlık Ofislerinin Görünürlük Kazanmaları, İzmir’den Daha Zor Oluyor”

Süper Kent İzmir dosyası kapsamında, İzmirli ofis M+D Mimarlık'ın kurucuları Dürrin Süer ve Metin Kılıç ile kentin yıllar içindeki dönüşümünü ve İzmir'de mimarlık yapmayı konuştuk.

İzmir’de yaşayan ve üreten mimarlar Metin Kılıç ve Dürrin Süer, uzun yıllardır bulundukları kente dair sorular soruyor ve gelişimine katkı koymaya çabalıyorlar. İzmir kentinin değişimini ve burada mimarlık yapmanın farkını konuştuğumuz mimarlar, İzmir’deki ofislere hala yerel ofis gözüyle bakıldığını belirtiyorlar; kentteki mekânsal gelişmeleri ise olumlu bulmakla birlikte daha yapılacak pek çok iş olduğunun altını çiziyorlar.

İzmir kentiyle ilişkiniz nasıl başladı?

Dürrin Süer: Ben Ankara doğumluyum. Ailemin eğitim yaşamı, ilk gençlikleri Ankara’da geçmiş. Bir gün Ege Bölgesi ve İzmir’e yaptıkları turistik bir gezi sonucu bu coğrafyaya hayran kalıp yerleşmeye karar vermişler. Böylelikle benim çocukluğum 69-76 yılları arasında İzmir’in 45 kilometre güneyindeki küçük bir kasaba olan Torbalı’da geçmiş oldu. Orta öğretim için İzmir Kız Lisesi’ne geldiğim tarihten beri de İzmir’de yaşıyorum.

İzmir’le tanıştığımda yedi sekiz katlı apartmanlar ile yap-sat sistemi kenti yeni yeni yapılandırmaya ve dönüştürmeye başlıyordu. Mustafa Kemal sahil yolu yoktu, Mithatpaşa Caddesi’nde toplu ulaşım troleybüslerle sağlanıyordu. Karşıyaka, Girne Caddesi’ni bilmiyordu çünkü oraları bostandı, tarlaydı. Konak İskelesi’nin olduğu yerde ilçeler otogarı vardı. Kentin merkezi, can damarı, çarşısı Kemeraltı’ydı. Milli Kütüphane yanındaki şimdi opera salonu olarak kullanılan bina Elhamra Sinema idi ve ilk sinema deneyimimi orada yaşamıştım. Konak Atatürk Kültür Merkezi henüz inşa edilmemişti. Kız Lisesi’nin karşısında şimdi konut bloklarının yer aldığı alanda iç avlulu, iki katlı kira evleri vardı. Yani 45 yılda bakıyorsunuz öyle çok şey değişmiş ki… Kent büyüdükçe büyümüş, olmayan yerler katılmış kent mekanına. Bu eski mekanları da etkilemiş. Kimliğini, kent içindeki anlamını değiştirmiş.

Metin Kılıç: Ben de Bulgaristan doğumluyum. 1969 yılında, ben yedi yaşındayken, ailemin Türkiye’de yaşama kararı ile İzmir’e geldik. O tarihten beri tüm yaşamım burada geçti, geçiyor. Kenti bilinçli olarak algılamam ise mimarlık eğitimine başlamam ile oldu sanırım.

Üniversite yıllarınız İzmir’de geçmiş. Bir mimarlık öğrencisi olarak İzmir’de okumak nasıl bir deneyimdi?

Metin Kılıç: Üniversiteye başladığım dönem 1980 yılı, 12 Eylül darbesi sonrasına denk geliyor. Dönemin koşulları içinde üniversite için tercihim kent olarak yalnızca İzmir olmuştu. Mimarlığa girişim ise tamamen tesadüf. Seçme sınavında aldığım puan beşinci tercihim olan mimarlığa yerleştirdi beni. Ortamın etkisi ile dört yıllık lisans eğitimini üç buçuk yıl gibi bir sürede tamamladık, sıkıştırılmış bir programla ve kesintisiz eğitimle. İzmir’in mimarlık eğitimi için uygun bir şehir olduğunu düşünüyorum. Çünkü kent, konumu itibariyle zengin bir coğrafyada bulunuyor. Kentin farklı dönem katmanları ile bir arada yaşıyorsunuz. Yeşilova Höyüğü, Symrna, Agora, Kadifekale’nin varlığı kentsel doku ile iç içe. Metropolis, Teos, Foça, Bergama, Efes, Milet, Pirine yakın çevresi tüm bu antik kentlerle dolu.

Dürrin Süer: İzmir’de tek mimarlık okulu vardı, o da Ege Üniversitesi bünyesinde bulunuyordu. Benim üniversiteye girdiğim 1982 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi kuruldu ve mevcut mimarlık okulu DEÜ adı altında yaşamaya başladı. O günün Türkiye’sinde mimarlık eğitimi sanırım 9-10 okulda veriliyordu. Okulumuz yaklaşık 10 yıllık kurumsal geçmişi olan yeni bir okul sayılabilirdi. Kent merkezinde konumlanmış bir binada, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin tiyatro, sinema bölümleri ile birlikte mekanlarımızı paylaşarak, etkileşime girerek bir eğitim yaşamı sürdürdük. Mimarlık Bölümü’nde ODTÜ, İTÜ, Güzel Sanatlar Akademisi gibi farklı okullardan, ekollerden yetişmiş, yurtdışında akademik çalışmalarını tamamlamış genç bir akademisyen kadro vardı. Hocalarımız mimarlığın farklı alanlarına ilgiliydiler. Ankara’daki gibi yoğun bir yarışma ortamı olmasa da bazı hocalarımız yarışmalara girerdi. Bazılarının meslek pratiği ile daha yakın bir ilişkisi vardı. Öğrencileri de zaman zaman bu ortamlara dahil ederlerdi. Eğitim sürecinin üçüncü yarıyılından itibaren yarı zamanlı, kısa süreli işler yaparak çalışmaya başladım. Mimarlıkla ilgili ortamlarda bulunmak isterdim; Mimarlar Odası söyleşileri, etkinlikleri gibi. İzmir Şubesi bu konuda hep faal olmuştur. Pek çok mimar konuşmacı olarak gelirdi. Özellikle Gürhan Tümer hocamızın yürütücülüğünde düzenlenen sempozyumlarla hem farklı akademik çevreleri tanımak mümkün oldu, hem de mimarlığın akademik boyutuna olan ilgim gelişti. İzmir, İstanbul ve Ankara gibi yoğun bir sosyal ve kültürel ortam sunmuyordu belki ama biz Güzel Sanatlar Fakültesi ile bir arada olmaktan kaynaklı kültür sanat dünyasının tam da içinde yaşıyorduk. O dönemde Özdemir Nutku’nun ve ekibinin yetiştirdiği sanatçılar, bugün çok değerli ve nitelikli işler üreten kişiler. Ayrıca okul bir kampüs yapısı değildi; kent içinde konumlanıyordu. Mimarlık eğitiminde kentle iç içe olmak, temas etmek, hayata dokunmak, içinde bulunmak gerekli diye düşünüyorum.

Ofisinizi İzmir’de kurmanızın sebebi neydi?

Dürrin Süer: Ben mezun olduğumda ofis açmadım. 20 yıllık bir üniversite deneyiminden sonra işleyen bir sisteme dahil oldum. Çok şanslıyım yani.

Metin Kılıç: İzmir’de yaşıyordum. Başka bir kente gitmeyi düşünmedim. Mezun olduktan sonra iki yıl Bedri Selay ile birlikte çalıştım. Konut kooperatiflerine proje ve inşaat işleri yapan bir ofisti. İlk uygulama deneyimimi burada kazandım. İşlerde yavaşlama olunca başka bir iş aramaya başladım. O sıra gazetede gördüğüm bir ilanda, bir inşaat mühendisi yanına mimar ortak arıyordu. Görüşmeye gittim. Ofisi olan, proje ve inşaat işleri yapan bir inşaat mühendisi kendi projelerinin mimarisini ve resmi iş takiplerini yapma karşılığı bir ofis ortağı arıyordu. Yaklaşık 5 yıl onun mekanında, hem onun işlerini hem kendi projelerimi yaptım. Yarışmalara girdim. Daha sonra 1993 yılında kendi ofisime geçtim.

“Son 30 yılda yapı alanı neredeyse dört kat artış gösterdi.”

Aslında uzun süredir kentteki mimari ve kentsel değişimi takip etmektesiniz. O yıllardan bugüne yaşanan dönüşümü nasıl anlatırsınız? Hafızanızda kırılma noktası diyebileceğiniz bir dönem var mı?

Dürrin Süer: İzmir’in aslında her zaman kültürel ve mekansal olarak kimliğini koruyabildiğini, yavaş, temkinli dönüşen, değişen bir kent olduğunu düşünüyorum ama bu kente tanıklık ettiğim süre de 45 yıl. Ve bu süre öyle bir döneme denk geliyor ki yalnızca Türkiye’de değil evrensel ölçekte tüm yaşamsal deneyimlerin son sürat değiştiği, dönüştüğü bir dönem. İzmir için de değişim kaçınılmaz oldu. Bu süreçte 1990’ları ve 2010 sonrasını değişimin hızlandığı, ölçeğin, yerleşim dokusunun değiştiği, kentin dönüşmeye başladığı dönemler olarak görüyorum ben.

80’lerin ikinci yarısında o dönemin hükümeti tarafından bir yasa çıkarılmıştı. Bu yasa ile oluşturulan konut fonundan sağlanan gelirle, hem konut alıcısına hem de üreticisine sunulan kredi olanaklarıyla, yerel yönetimler, kooperatifler, alt gelir grubunu konut edindirmek amacıyla kurulan Toplu Konut İdaresi aracılığıyla başta Ankara, İstanbul olmak üzere İzmir’de de yeni konut alanları oluştu. Bu, kentleri dönüştüren bir süreçti. Çünkü o güne değin parsel bazında yap-satçı müteahhitler aracılığı ile tekil üretim, sunum yapılırken, ada bazında, büyük alanları kaplayan projeler yapılmaya başladı. İzmir’de Büyükşehir Belediyesi’nin öncü olduğu kooperatifler aracılığı ile İzmir’in kuzey aksı boyunca Çiğli, Buca, Bornova ilçelerinde Egekent, EVKA 1-2-3-4 gibi kente yeni kent parçaları eklenmeye başladı. Kıyı boyunca lineer yerleşmiş bir kent olan İzmir’in yamaçlarına büyük lekeler halinde kent parçaları, Karşıyaka’ya Emlak Bankası uygulamaları ile Atakent ve Mavişehir eklendi. Bu eklemlenme ve büyüme her geçen yıl ivmelenerek arttı. Yeni kent mekanlarının tasarım yaklaşımında ve kente eklemlenme biçiminde ise gittikçe mevcut yerleşim dokusundan kopuşlar olduğunu söyleyebilirim. Yeni konut alanlarının, yaşam alanlarının kendi özel çevresini yaratma gayreti, güvenlik amacıyla çevresi duvarlarla kapatılmış sitelerin kentle entegre olma durumunu ortadan kalkıyor.


Mavişehir, Karşıyaka

Ayrıca AVM’ler pek çok kentte olduğu gibi yeni kimlikli, çok seçenekli mekanlar olarak İzmir’de de yerlerini aldı. Batı aksında Agora, kuzeyde EGS, Kipa, doğuda Forum, çarşı olmanın ötesinde yeni yaşam alanları olarak kente dahil oldular. Bu durum başta Kemeraltı olmak üzere kent merkezlerindeki alışveriş mekanlarını etkiledi. Kemeraltı’nın kullanıcı profili değişti. Tüm kentli için çekim merkezi iken bugün alt gelir grubunun kullandığı bir mekana dönüştü. Alt merkezler de benzer şekilde.

Metin Kılıç: İzmir’in büyük kısmı 1922 yangınında yok olmuş. Cumhuriyet’in ilk yıllarında modern bir kent kurma anlayışı ile kent planı kararları alınmış. Kültürpark’ın bulunduğu çevre, Alsancak bölgesi bu planla gelişmiş. Yangından zarar görmeyen alanlara, parsellere zaman içinde verilen imar artışları ile merkezin bu 7-8 katlı blok dokusu oluşmuş. Bir de planlı alanlar dışında kente olan göçlerle gelişmiş gecekondu alanları var. Yeni mezun olduğum yıllarda böyle bir kentti İzmir. 1985 yılında 1,5 milyon nüfusu varken bugün 4,5 milyona yaklaştı sanırım. Bu süre içerisinde kent merkezindeki yapı alanı neredeyse dört kat artış gösterdi. Ön, arka, yan bahçe çekme mesafeleri ve belli bir emsal ile ayrık nizam bloklar olarak belirlenmiş imar koşullarına göre imar edildi şehir. Birbirinden kopuk yerleşmeler olan Bornova, Buca, Çiğli, Karşıyaka, Balçova gibi ilçeler kesintisiz bağlandı birbirine. Aynı ivme ile devam ediyor yapılaşma. Bir kırılma dönemi hatırlamıyorum ben. Son dönemde Bayraklı bölgesindeki yüksek yapılaşmayı söyleyebiliriz belki.

“İzmir, aidiyet hissinin yüksek olduğu bir kent.”

Kentteki güncel mimari üretim üzerine neler söylersiniz? Mesela son yıllarda büyük sermaye gruplarının yatırımları göze çarpıyor. Bu durum mekânsal dokuyu nasıl etkiliyor?

Dürrin Süer: 2000 yılında Ahmet Piriştina başkanlığı döneminde İzmir Büyükşehir Belediyesi, liman bölgesi için uluslararası bir fikir projesi yarışması açmıştı. Alman mimar Brandi’nin önerisi birinciliğe değer görülmüştü. Bu proje Salhane bölgesini, “Üçüncü İzmir” sloganıyla mekansal kullanımların yoğunlaştığı yeni merkez olarak öngörüyordu. Sonra ne ölçüde bu öneri göz önünde bulunduruldu bilemiyorum ama belediye tarafından 8-10 yıl gibi bir sürede yeni bir imar planı hazırlandı bu bölge için. Emsal 3-3,5 olarak belirlendi. Ancak şimdi uygulanan projeler bu emsal değerlerini çok aşıyor. 3-5 senedir kentin silüeti, ölçeği değişti. Yerel yönetimler bu oluşuma dirense de yatırımcı merkezi idareden onay alıp devam ediyor. Büyük ölçekli, düşeyde gelişen bu doku mevcut kentsel dokunun çözülmesine, mekansal ayrışmalara yol açıyor diye düşünüyorum. Mekansal ayrışmalar sosyal ayrışmaların da nedeni haline geliyor. Tüm bu sorunlar İzmir’e özgü değil tabii. Hatta İzmir, aidiyet hissinin yüksek olduğu bir kent. Müdahalelere direnebiliyor ya da dönüştürme gücü buluyor. Örneğin 1990’ların başında İzmir-Çeşme Otoyolu’nun kent içi geçişi olarak Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nın devamı niteliğindeki proje ile Kordon dolduruldu. Halkın, sivil toplum örgütlerinin mücadelesi, direnişi sonucunda proje iptal oldu ve dolgu alan kamusal mekana dönüştü. Ancak gün geçtikçe bu direnç zayıflıyor galiba. Güncel durumda da İzmir yatırımcılar için bereketli topraklar. Son durumda Basmane’deki alana yapılacak proje var örneğin. TMSF tarafından satılan bu alana yapılan proje, müthiş bir yoğunluk öngörüyor. İzmir’in bu projeye de direneceğini düşünüyorum.

Metin Kılıç: Son yıllarda Bayraklı büyük sermaye gruplarının yatırım yaptığı bölge. Burada terk edilmiş sanayi alanlarına ait büyük parseller vardı. Şimdi bu parseller üzerine alınan emsallerle yüksek gabarili bir yerleşime gidiliyor.

“İzmir ofisleri yerel ofisler olarak algılanıyor.”

Yerel yönetimin veya yatırımcı sermaye gruplarının mimari tasarıma bakışı nasıl? Mimarlık ofislerinin hizmetlerini destekleyen bir yaklaşım var mı?

Dürrin Süer: Benim düşüncem, yatırımcı gruplar için üretilen işin arzında tasarımın bir pazarlama girdisi olarak görüldüğü. Tasarım kararları, tasarımın görsel etkisi üzerinden pazarlama stratejisi kurulabiliyor, bu nedenle konsept projesi önemseniyor. Ama mimarlık hizmetlerinin bir bütün olarak görülmesi az rastlanan bir durum. Uygulama projesini de elde etseler bile kontrollük talepleri olmuyor. Bu aşamada müellif, ekibin bir parçası, kolaylaştırıcı olmanın ötesinde zorlaştırıcı olarak algılanıyor galiba. Ya da kontrollük maliyeti gereksiz görülüyor. Tabii bunu İzmir’e özel bir durum olarak söylemiyorum.

Metin Kılıç: Yerel yönetimlerin, tüm kamu kurumları gibi, sürdürülebilir bir hafızaları yok. Bu nedenle tutarlı bir mimari tasarım elde etme yönteminden söz etmek zor. İşverenler ise genel olarak mimari projelerde imzamıza ihtiyaç olduğu için mimara başvurmak zorunda kalıyor. Son dönemde yatırımcı sermaye grupları için tasarımın artı bir değer olması sebebiyle yaklaşımları biraz daha farklı ama hala kar odaklı bir anlayış var.

Mimarlık ofisleri için İzmir kentinin avantajları veya dezavantajları neler?

Dürrin Süer: Kişinin eğilimlerine bağlı olarak değişir bu bence. Benim için olumlu olan bir durum başka biri için olumsuz görülebilir. İşveren tarafından İzmir ofisleri yerel ofisler olarak algılanıyor galiba. Her ne kadar bu algının doğru olduğunu düşünmesem de kentin bir dezavantajı olarak değerlendirilebilir. İzmir’in olumsuzluğu değil de İstanbul dışında olma durumu belki de. Biz ise İzmir’de yaşamayı ve üretmeyi seviyoruz. Bu kentin temposu bize uygun. Son dönemlerde başka kentlerde de izlediğimiz, bana göre kontrolden çıkmış sermaye odaklı üretim tarzına, hızına, ilişkiler sistemine temkinli yaklaşmak istiyoruz galiba.

Metin Kılıç: İş yaşamım tümüyle İzmir’de geçti. Pek çok ekonomik kriz yaşadık ama başka bir kente taşınma eğilimimiz olamadı. Yani bu kentteki potansiyel, mesleki anlamda bir yoksunluk hissettirmedi. Mimarlık ofislerinin görünürlük kazanmaları İzmir’den daha zor oluyor sanırım.

“İzmir aristokrasisinin mimar ile çalışma geleneği var.”

İzmir’de bulunmanın kendi pratiğinizi ne yönde etkilediğini düşünüyorsunuz?

Metin Kılıç: Mezun olduğumuz yıllarda İzmir’de mimar-müteahhit kimlikli ofisler bulunuyordu. Hem tasarlayan hem de inşa edip pazarlayan. M artı D mimarlığın bu yönde bir eğilimi olmadı. Bir iki projemizde işverenin ısrarcı olması üzerine uygulamalarını da üstlendiğimiz işler oldu. EMOT hastaneleri ve Olive Park evleri gibi. Biz tasarım ofisi olarak kalmak istedik. Bir de İzmir aristokrasisinin mimar ile çalışma geleneği var. Bunun iş ortamına yansımasını, işveren mimar ilişkilerinin uzun soluklu olması olarak değerlendiriyorum.

Dürrin Süer: Bu durum biraz şundan da kaynaklı gibi geliyor bana: İzmirlinin alışkanlıklarına bağlı bir yapısı var. Yaşam ritmini, mekanlarını değiştirmesi çok kolay olmuyor. Kolay vazgeçmiyor. Bu nedenle işveren – mimar birlikteliği uzun soluklu oluyor belki de. Memnunsa sizin hizmetinizden, yeniyi aramıyor.

İzmir son yıllarda mimari proje yarışmalarına ağırlık vermeye başladı. Bu sürecin yerel ofislere katkısı oluyor mu sizce?

Dürrin Süer: Yalnız İzmir değil, son bir kaç yıldır büyük çabalarla, pek çok başka kent için de kamu binalarını, mekanlarını yarışma ile elde etme eğilimi başladı. Yeterli olmasa da umut verici. İzmir’de de halen devam etmekte olan iki yarışma dışında, Konak ve Bornova Belediye Hizmet Binaları, Tasarım Koridorları, Bornova Belediyesi Çocuk Dünyası gibi sayısı 10’u bulan yarışma açıldı. Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi gibi hemen uygulanan da oldu. Kentte açılan bir yarışma motive edici oluyordur diye düşünüyorum yerel ofisler için. Yeri tanımak, bilmek önemli. İçinde yaşarken, sorunlarla yüzleşirken mutlaka çözümler de üretiyordur mimarlar hayallerinde. Yarışmalar da bu fikirleri görünür kılmak için doğru ortamlar. Geçmiş yıllara göre İzmir’de ulusal yarışmalara katılan ekiplerin arttığını da gözlemliyorum. Başarı oranı da oldukça yüksek oluyor.


Konak Belediyesi Hizmet Binası Mimari Proje Yarışması’nde MartıD’nin eşdeğer mansiyon ödülü alan projesi


Tasarım Koridorları Ulusal Fikir Yarışması’nda MartıD’nin eşdeğer ödül alan projesi

“Körfez’in yıllarca kentin kanalizasyonu gibi kullanılmasının, kentlinin denizle arasını mesafelendirdiğini düşünüyorum.”

İzmir gibi denizle ilişkisi bulunan kentlerde kamusal mekanın üretilmesi ve kullanımı konuşulması gereken başlıca konulardan biri oluyor. Bu bağlamda İzmir’de kamusal mekanın önemi ve kullanımına dair neler söylersiniz?

Dürrin Süer: Kentteki potansiyeli geliştirmek için 2011 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Deniz Projesi adı altında bir çalışma başlattı. Yaklaşık 40 kilometrelik kıyı şeridi boyunca kesintisiz devam eden, yaya ve bisiklet ulaşımı sağlayan, ayrıca kentlinin denizle buluşmasını arttıran, motive eden, farklı programlarla zenginleştiren mekanlar sunmak gibi amaçları var bu projenin. Farklı disiplinlerdeki pek çok sayıda tasarımcıyı bir araya getiren, birlikte üretim ortamı sağlayan bu çalışma Türkiye için kamusal mekanların tasarlanmasında örnek olabilecek katılımcı bir model olarak görülebilir.

İzmir Deniz Projesi ile kent yaşamında pek çok mekansal kazanım elde edildi. Bugün kıyı boyunca çeşitli noktalarda konumlandırılmış kiralanabilir bisiklet istasyonlarından erişilebilecek bisikletlerle, kesintisiz ulaşım sağlanabilmekte. Ayrıca yaya ve engelliler için dolaşım güzergahları oluşturuldu. Bisiklet park alanları, internet erişim durakları, evcil hayvanlar için suluk noktaları gibi çağdaş kamusal mekan donatıları yerleştirildi. Gölgelikli oturma mekanları, denize uzanan farklı kimlikli iskeleler, çeşmeler, çocuklar için oyun parkları yeniden düzenlendi.

Metin Kılıç: Kamusal mekanın üretilmesini bütün kentlerin önemli eksiklerinden olarak görüyorum. İzmir için de böyle. İzmir bir deniz kenti; Körfez, kentin sahnesi gibi. Bir amfi tiyatro gibi yerleşmiş şehir körfezin çevresine. Ancak yıllarca kentin kanalizasyonu gibi kullanıldı. Bu durumun kentlinin denizle arasını mesafelendirdiğini düşünüyorum. Yaklaşık 15 yıl önce tamamlanan büyük kanal projesi ile Körfez temizlenmeye başladı. Bu bağlamda Büyükşehir Belediyesi kentlinin denizle ilişkisini arttırmak amacıyla, Körfez boyunca 40 kilometrelik alanın düzenlendiği bir çalışma başlattı. Biz de Bayraklı bölgesinin düzenlenmesinde bu projeye dahil olduk.


MartıD’nin İzmir Deniz projesi kapsamında Bayraklı’da tasarladıkları proje


MartıD’nin İzmir Deniz projesi kapsamında Bayraklı’da tasarladıkları proje


MartıD’nin İzmir Deniz projesi kapsamında Bayraklı’da tasarladıkları proje

“İzmir’de yapılacak iş hala çok fazla…”

Kentte, tasarım anlamında eksik kaldığını düşündüğünüz veya müdahale edilmesi gereken alanlar var mı?

Dürrin Süer: Ooo pek çok… Bu bir meslek refleksi belki de. Örneğin Alsancak, Kordon, Punta bölgesi kentin ticaret, eğlence merkezi. Yayalaştırılabilecek bir bölge olarak düşünüyorum. Kemeraltı’na bağlayacak yaya güzergahı oluşturmak gerekir. Büyük ölçüde yayalaştırılmış bir bölge ama düzenlenmesi gerekiyor. Otopark olanakları yaratılmalı. Aslında, tarihi mirasın korunması, yeniden işlevlendirilerek kent yaşamına dahil edilmesi özel sektör, yerel yönetim, kamu kurumları tarafından değerlendiriliyor İzmir’de. Eski gümrük binası Konak Pier’in bir alışveriş mekanına, eski Merkez Bankası binasının bir otele, Fransız Konsolosluğu binasının bir bölümünün müzeye dönüşmesi gibi pek çok örnek var. Kentsel dokuların korunması, yaşama dahil edilmesi için çalışmalar yapılıyor. Ancak yapılacak iş hala çok fazla.

İzmir’de en beğendiğiniz yapı hangisi?

Dürrin Süer: Tek bir örnek veremeyeceğim ama az önce söz ettiğim Kordon’daki Arkas Müzesi çok etkilendiğim bir mekan oldu. Eski Halkapınar Un Fabrikası, bir dönem devlet güvenlik mahkemelerine hizmet etmişti, o binayı sevmişimdir hep… Hatta bir zamanlar “Ne güzel bir mimarlık okulu olur” diye düşlerdim. Şimdi Büyükşehir Belediyesi’nin girişimiyle Meslek Fabrikası adı altında bir eğitim yapısına dönüştürüldü.


Arkas Sanat Müzesi


Tarihi Halkapınar Un Fabrikası

Etiketler

Bir yanıt yazın