Murat Germen ile son zamanlarda ürettiği projeler üzerinden kente ve kıra bakışını konuştuk.
Murat Germen’le bir yaz günü buluşup Kapadokya’da yaptığı son projesinden, Ankara’da ve Kanada’da açtığı sergilerden bahsettik. Tüm bunların arka fonunda ise Germen’in imge üretiminde belki de en kritik noktada duran kentler ve o kentleri kuran tüm bir yapının eleştirisi vardı.
2010 sonrası sergilerinizde gördüğüm genel bir odak var. İnsan ölçeğinden çıkmış, belki de bir şekilde ilişkisini yitirmiş gözüken yapısal çevreleri fotoğraflıyorsunuz, bu ölçeğe sizi çeken nedir?
Belki bu çalışmalarla ortak yaşamdaki yerimin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Şöyle tarif etmeye çalışayım: Bir bağlamınız var, o bağlamda hayatınızı sürdürüyorsunuz; bağlam kırsal olursa ona göre bir tavır, kentsel olursa farklı bir tavır geliştiriyorsunuz, bu bağlam şehrin ötesine geçip metropolis / megalopolis olduğunda ise farklı bir yaşam biçimi geliştiriyorsunuz. 2008’de kentli dünya nüfusu kırda yaşayan nüfusu geçti, bu çok önemli bir kırılma noktası çünkü gelecekte 30-40 milyon kişinin yaşadığı çok sayıda mega-şehir olacağı öngörülüyor. Bu öngörülen çok yüksek nüfuslu kentlerde altyapı, ulaşım, barınma konuları layıkıyla halledilmiş olmayacak, bunlar aslında köy-kent gibi bir yapıya sahip olacaklar. Nüfusun belki %10’u düzgün sayılabilecek yerlerde yaşayacak ama geri kalanı berbat şartlar altında yaşamak zorunda kalacak. İstanbul’da daha şimdiden böyle alanlar olduğunu biliyoruz. Dünya bu yöne doğru gidiyor, kırsal nüfus gittikçe azaltılmak isteniyor; çünkü tarım kitlesel üretime dönüp mekanize oldu. Tohumlar teknik bir ürüne dönüştüler. Genetikleriyle oynanarak sadece bir dönemlik tohumlar üretiliyor ve atalık tohumlar yok edilmeye çalışılıyor. Hatta bu yüzden, daha önce HES’lerin doğayı tahrip etmesine yönelik %5 adlı projeme eklemlenecek “Tohum” adlı bir proje için çalışmalara başladım ufaktan. Kırdan kopartılan, tarımdan kopartılan bir nüfus var. Bu nüfus kente dolduruluyor, çeşitli özendirmeler üzerinden durmaksızın tüketmeleri sağlanıyor ve uzun vadeli borçlarla muhtaç bırakılıyor; hiçbir şeyi sorgulayamayan, eli-kolu bağlı, teslimiyetçi oy verenlere dönüştürülüyorlar.
Kırda yaşayan biriyseniz, çok fazla imkanınız, toprağınız olmasa dahi yaşamınızı sürdürmeye devam edersiniz. Çiftçisinizdir, toprağınızı ekmeyi bilirsiniz ve temel ihtiyaçlarınızı karşılayıp yaşamınızı sürdürmeye devam edersiniz. Kentlere geldiğimiz zaman ise bir çeşit mülksüzleştirme yaşanıyor; kendi kendinize yetebileceğiniz kırdan uzaklaştırılmış oluyorsunuz. Şehirde bir daireniz olsa bile artık tarım yapamıyorsunuz, bu da aslında sizin en azından gıdaya bağımlı olmanıza yol açıyor. Başkalarının yetiştirdiği, bilmediğiniz şartlarda üretilmiş meyve sebzeyi satın alıyorsunuz, o da zaten kitlesel üretim ürünü oluyor ve gittikçe sağlıksız bir yaşama doğru sürükleniyorsunuz. Belki kırda kalmak hepimiz için en iyi çözüm; fakat gittikçe şehirlere tıkılıyoruz. Bu tıkılma yaşandıkça biz de bağımlı ve bu yüzden de olan biteni sorgulayamaz insanlar haline geliyoruz. İşte ben o yüzden kentler üzerine seriler yapıyorum, çünkü kentler insanın ve onun ürettiği kültürün aynaları. “Kent dediğimiz şey nereye evriliyor?”, “mutenalaştırma denilen şeyin sonucu ne oluyor?”, “biz bunun içerisindeki insan ögesi olarak nasıl bir geleceğe yelken açıyoruz?”, “özgürlüklerimiz, kentte insan gibi yaşama haklarımız elimizden alınıyor mu?” gibi konulara değinebilmek için mimarlık ve kent planlaması üzerine çalışmalar, işler yapıyorum.
Kentle başladık kırla devam edelim. Bu sene Cappadox festivali için yaptığınız proje de kurduğunuz kent ve kır ilişkisi açısından bakıldığında farklı anlamlar kazanıyor. Bu projeden biraz bahsedebilir misiniz, “kır”ı nasıl ele aldınız festivalde?
Kapadokya zaten çok gelişmiş bir kent ortamı olmadığı için etkinliğin ve serginin orada düzenleniyor olması beni otomatik olarak kıra attı. Daha önce HES’ler, hidroenerji ve onların inşasıyla ortaya çıkan doğa tahribatı ile ilgili bir çalışmam olmuştu. Çalışmaya 2015’te eşim Sema Germen’le başlamıştık, bir sürü yere gittik. Bir yerden destek al(a)madık, tamamen kendi çabalarımızla yaptığımız bir çalışmaydı; benim için hayli “kutsal” bir konuydu. Büyük şehir yaşantısı üzerimize bastığı zaman, kendimizi kentten doğaya atmaktan bahsediyoruz; ama doğa öylesine tahrip ediliyor ki, artık kaçacak doğanın da kalmayacağı bir yere doğru ilerlemeye başladık. Kapadokya’ya gidince ve kendimi halen tahrip edilmemiş doğanın ortasında bulmak iyi geldi. Cappadox’ta çok güzel bir yapı kurdu küratör Fulya Erdemci, iki ayaklı bir etkinlikti. 2015 ayağında Kapadokya’yı üç katmana, “alt-dünya-orta dünya-üst dünya”ya bölerek “kırda ve kentte neler oluyor?”, “kırsal ve kentsel arasında bir denge olası mıdır?”, “bu dünyalar bizim müdahalelerimize nasıl geri tepki veriyor?” soruları üzerine eğilmiştim. Videoların yanında üç tane poster ürettim; alt, orta ve üst dünyanın posterleri orada çeşitli otellere, bürolara, turizm acentalarına asıldı ve bu şekilde yörede kalıcı oldular, iz bıraktılar.
İkinci ayakta da bu kalıcılık fikrinden yola çıkarak o yöreye has ve uzun vadede o yörede varlığını sürdürecek bir pusula-harita çalışması yapmayı uygun gördük. Etkinliğin ikinci ayağı, yani 2016 ayağı öncesinde uzun uzun oturup konuştuk Fulya Erdemci ve Kevser Güler ile, ortaklaşa karar verdiğimiz bir üretime dönüştü proje. Haritanın yanında verilen kartpostal setini öneren Fulya oldu. Dünyada harita kullanılarak yapılan oldukça çok sayıda iş var (kütüphanemde 3 adet kitap var harita sanatı ile ilgili). Bizde de harita tabanlı çalışmalar yapıldı ve yapılmaya devam edecek: Hemen aklıma gelen Serkan Taycan’ın “İki Deniz Arası” var, Sinan Logie ve Eren Sulamacı’nın çalışmaları var. Bunlar gittiğiniz yeri deneyimleme üzerine kurgulanmış çalışmalar. Ben ise şahsi deneyimin ötesinde orada kalıcı olma üzerine kurguladım projeyi, hazırladığımız kartpostal seti ve harita şu an bölgede varlıklarını sürdürüyorlar. Otel, dükkân ve turizm acentalarında bu harita mevcut. Sanat eserleri sergilendikleri bağlam ile sürdürülebilir bir ilişki kurmak üzere düşünülmüyorlar genelde. Sergilendikten sonra o diyarı terk edip orada iz bırakmıyorlar, ileri vadede bağ kurmuyorlar. Cappadox işlerimde kaçınmaya çalıştığım bir olgu idi bu…
Çalışmayı yaparken ve sergilerken yerel nüfus ile bağ kurdum, Kapadokya’da görüşmeye devam edeceğim dostlarım var artık. Projeye bir ön araştırma gezisine giderek başladım. Orada 4 gün boyunca Middle Earth Travel seyahat acentasından Uraz Nehir ve Atıl Ulaş aracılığı ile muhteşem insanlarla tanıştık. “Burada göz ardı edilen, unutulan, keşke biraz daha göz önünde olsa diyeceğiniz neler var; siz nerelere gidiyorsunuz huzur bulmak için, turist yoğunluğundan bıktığınız zaman nerelere kaçıyorsunuz?” diye sorduk. Sora sora kendiliğinden bir sürüklenmeye doğru gittik, sitüasyonistlerin de yaptığı gibi “hele bir yola çıkalım, bakalım yol bizi nereye götürecek.” dedik. Benim yaptığım haritayı kullananlar aynı süreci yaşamamış oluyorlar ve önerdiğim yönlendirme ile dolaşmış oluyorlar; ama ben harita için bilgi toplarken gittiğim yerlerde ne bulacağımı bilmiyordum, oluruna bıraktım. Çok yoğun bir çalışma oldu, bir grup sergisi için ilk defa bu kadar çok çaba ve zaman sarf ettim. Yerlerin bulunması, fotoğraflanması, fotoğrafların post-prodüksiyonu, hangi coğrafyanın projeye dâhil olacağına karar vermek hayli uzun sürdü; ama çok mutluyum yaptığım için. Bir de tabi şöyle sorunlar vardı, uydu haritalarının önemli bölümü ordunun elinde ve onlara ulaşmak hiç kolay değil. Bazı özel uydu şirketleri var, ama onların haritaları da çok pahalı. Sonunda bana bir türlü bir harita bulunamadı ve ben de “Google’a danışalım madem” dedim. Ortaya çıkan harita estetiği ne tipik bir uydu haritası -uydu haritası çok koyu oluyor, üzerine bilgi işleyemiyorsunuz- ne de normal bir Google haritası, ben ikisini katman saydamlığı kullanarak Photoshop’ta harmanladım. Yani standart vektörel Google haritasıyla Google uydu haritasını üst üste getirdim. 110’ar tane, yani toplam 220 tane ekran görüntüsü aldım ve birleştirdim, tam deli işi. Bu detayda bir harita o yörede yoktu, bu ilki. O yüzden de insanlar haritayı görünce pek hoşlarına gitti.
Turizm rotasından farklı bir rota çizmek gibi bir amacı var projenin; diğer yandan oraya turist çekmeyi amaçlayan bir festival kapsamına dâhil. Burada bir ikilem yok mu?
Var tabi. Bu benim arada üzerine çok düşündüğüm, arada darlandığım bir konu; sanat her daim bir şekilde sermayeyle bir yan yanalık sergilemek zorunda. Diyelim ki Londra’daki Tate’i veya New York’taki MoMA’yı görmek istiyoruz, oralardaki sergileri izlemek istiyoruz. Bu devasa kültür-sanat yapılanmalarının varlığı sermayenin desteği olmadan mümkün değil, çünkü bunlar çok çok yüksek bütçeli oluşumlar ve sermaye olmadan bunların hiçbiri var olamaz. Dolayısıyla eninde sonunda kitlesel hareketten beslenen çeşitli sermaye kuruluşlarının aracı, destek olduğu sanatsal etkinliklere de dâhil oluyorsunuz ister istemez. Bundan kaçınmak imkansız. Burada önemli olan her ekibin; yani organize eden ekibin, finanse eden ekibin ve sanat ekibinin birbirleri ile dengeli ve saygılı bir ilişki kurmaları; çünkü öbür türlü hiçbir şey yapamaz hale gelmek söz konusu. Söylediklerime, vaat ettiklerime, müşteki olduğum şeylere ters düşmüş gibi görünebileceğim icraatlar yaptığım zaman benim için bir denge meselesi devreye giriyor. Yani “ben neyi ne için yapıyorum, elime ne geçiyor / geçmiyor, kolektif düzlemde bir katkım oluyor mu ve sonunda nasıl bir adam olmaya devam edebiliyorum?”, “özgürlüğüm elimden alınıyor mu, alınmıyor mu?” bunların hesaplarını yapıyorum. Şu ana kadar katıldığım sanat etkinliklerinin hiçbirinde özgürlüğüm elimden alınıyormuş gibi hissetmedim; hissetse idim muhakkak affımı isterdim. O zaman “ben kendi prensiplerimden çoğunlukla taviz vermeden, ufak tefek bazı bağlam ve konularda ödün vererek gene de istediğim gibi yaşıyor ve onurumdan da bir şey kaybetmiyorum” diyerek kendimi teselli ediyorum. Öbür türlü; kendinizle tümüyle barışık, samimi ve hakikatli olabilmek için büyük şehirden gitmeniz lazım. Büyük şehir insana vaat ettiği veya istediği şekilde yaşama imkânı sunmuyor, sizin ilkeleriniz dışında uymanız gereken ve herkesi bağlayan çeşitli kurallar bütünü ve protokol var. Büyük şehir talepkâr bir yer, sizi kullanmak istiyor ve ancak kullandığı ölçüde size bir karşılık vermek istiyor. Önemli olan bunu kendinize uyacak bir şekilde dengelemeye çalışmak. Dolayısıyla evet, bazı çelişkiler var. Bir yandan kitle turizmini oraya çeken bir etkinlik var; ama diğer yandan da ben o kanal içerisinde, Fulya’nın “Gelin bahçemizi ekelim!” diyerek çok güzel ortaya koyduğu, ortak bir üretim yapılsın istediği bir bağlamda oradaki insanlarla beraberce ve görece bağımsız bir şeyler yaptık. Kitle turizminin insanları gitti oradan, ama benim işim (ve aklım) orada kaldı.
İstanbul üzerine yoğun olarak çalıştığınız bir şehir. Muta-Morfoz serinizde bir dizi İstanbul imgesi üretmiştiniz. 2016’da Aga Khan Müzesi’nde açılan “A city Transformed: Images of İstanbul Then and Now” isimli sergide sizin ürettiğiniz İstanbul da, diğer tarihi İstanbul imgelerinin yanındaydı. Bir de 2015’te sergilediğiniz “Ankara: Öncü Modernizm’den Öykünmeci Mimesise” seriniz var. Burada benim merak ettiğim sizin gözünüzden, sizin ürettiğiniz fotoğraflar üzerinden bakıldığında bu iki şehrin dönüşümünün nasıl farklılaştığı. Çünkü iki şehir de benzer şekilde sermayenin baskısı altında olsa dahi şehirlerin imgelerinin evrildikleri yerler birbirlerinden oldukça farklı.
İki tür büyük şehir var; başkent olarak düşünülen ve ona göre tasarlanan büyük şehirler, bir de başkentlerden daha önemli sayılan ve ölçek olarak fark edilir derecede daha büyük megalopolisler. Mesela Amerika’da başkent Washington ama en önemli şehir New York. Türkiye’de başkent Ankara ama en önemsenen şehir İstanbul. Buradan hareketle, kendinden daha “önemli” bir şehrin varlığında başkentler genellikle daha duru, daha sakin, daha huzurlu, daha oturmuşluğa sahip oluyorlar. Öyle çok ittirip kaktıramazsın başkentleri; bir duruşları vardır, daha planlıdırlar, daha resmidirler. Ankara bu anlamda bir başkent ağırlığı taşıyor(du). İstanbul ise bir zamanlar başkentlik yapmış, ama rant sevdasından öyle bir şehre dönüştü ki artık her an her yerde her şey olabilir bu kentte. Hâlbuki İstanbul’da vizyoner, yenilikçi veya alışılagelmişin dışında marjinal projeler yapılabilirdi, çünkü burasının bir başkent ağırlığı yok uzunca süredir. Bu esnekliği iyi değerlendiren, dünya çapındaki ünlü mimarlarla çalışıp kendine has eserlerle marka değerini arttıran şehirler var; ama İstanbul bunu başaramadı…
Ankara’da son dönemde yapılanları ise düpedüz zevzeklik olarak görüyorum. Hatta, biraz daha ağır bir kelime kullanacağım: çok pespaye, zevk / gusto yoksunu; “kitsch” olarak bile bir değeri yok. Ankara’da Cumhuriyet döneminde yapılanları siyasi boyutta seversiniz, sevmezsiniz o ayrı mesele ama bir mimarlık ve kent plancılığı boyutlarında bir ağırlığı, vizyonu olduğunu reddetmek bence yanlış olur. Bir başkente yaraşırlığı vardı orada yapılanların, o da gitti bitti artık. Ankara sanki hiç başkent değilmiş, kötü bir belediyenin eline geçip çarçur edilmiş bir kasaba gibi gözükmeye başladı. Ankara Erimtan Müzesi’ndeki sergide benim ifade etmeye çalıştığım buydu.
İstanbul’da ise o kadar hoyratça ilerliyor ki birçok şey. Bütün ülkenin ekonomisini zor bela ayakta tutmaya çalışan inşaat temelli bir eylem var. İnovasyon ülkesi değiliz, AR-GE ve yerli tasarım yapan bazı firmalar olsa da yeni bir teknoloji icat etmiyoruz, zaten başkaları tarafından yapılmış icatlar üzerinden icraat yapıyoruz. Bir Türk markasının dünyada her iki saniyede bir ev eşyası satmasıyla övünebiliyoruz; ama lider ülkeler vizyonerlikleriyle başka bir şeyin tasarımına çoktan geçmiş durumdalar, başka bir arayüz, başka bir etkileşim deneyimi, başka bir yazılım peşindeler. İşin hammaliyesi bize bırakılmış; ürettiğimiz her bir cihaz için tasarımcısına, mucidine patent parası veriyoruz oysa ki…
Bu yüzden de İstanbul’u yüceltmek, bir dünya kenti yapmak gibi bir niyete soyunduğunuz zaman yapabileceğiniz tek şey inşaat oluyor maalesef. Bu dar bakışın sonuçlarını da görüyoruz. Son zamanlarda Londra’ya sıklıkla gider gelir oldum, şehrin merkezi bölgelerinde bile yürümeyle en geç 15-20 dakikada küçük ya da büyük bir parka denk geliyorsunuz, inanılmaz bir yeşil alan ağı var. İstanbul’un yeşil alan yüzdesinin ise %2,2 olduğunu öğrendik yakında. Burayı markalaştırmanın tek yöntemi olarak inşaatı öne sürerken, bu şehrin asıl kayda değer olan özelliklerini, mirasını kaybettiğimizin farkında olunmaması; aktivistlerin bu kayıplar konusundaki uyarılarına karşılık olarak gayet pişkin, ebleh, cahil cevaplar verilmesi beni çok hayal kırıklığına uğratıyor. Toronto Ağa Han Müzesi’ndeki İstanbul temalı sergide göstermeye çalıştığım şey de buydu. Bu şehirde bizim fiziki, kültürel, mimari miras ve belleği nasıl koruyamadığımızı göstermek istedim. Neredeyse apokaliptik sayabileceğimiz fotoğraflar göstererek “Görmüyor musunuz İstanbul ne halde?” diyebilmeyi arzu ettim.
Özetlersek, Ankara’daki sergiyle Ankara’nın nasıl başkent ağırlığından yoksun bırakıldığını ve pespaye bir planlama anlayışıyla çarçur edildiğini ispatlamaya çalıştım. Toronto’daki İstanbul sergisiyle ise, İstanbul’u bir dünya kenti yapacağız diye yola çıkanların sadece inşaattan medet ummalarının ne derece vizyonsuz ve şehrin kimliğine hiç uymayan bir hamle olduğunu göstermeyi amaç edindim. Aslında her iki şehirde de, şehirlerin esas kimliklerinden yoksun bırakılma süreçlerini konu edindim.
Şehir imajlarınızın tarihsel bir boyutu da var, çünkü katman katman birbirinin üstüne eklenerek ilerliyorlar ve şehirle beraber ilerlemeye de devam edecek gibiler.
Maalesef. Ben bunları üretmeye başlayalı yirmi sene geçti, yirmi senede bir şehir demek bu kadar çabuk değişebiliyormuş. Ben kendi içimde bile bir İstanbul tarihi oluşturmaya başladım ve bu çok fena bir şey, keşke böyle olmasaydı. Keşke on yıl sonra çektiğim fotoğraf yine aynı olsaydı.
Bir yandan da helikopterden çektiğiniz yeni fotoğraflar var, onlar sizin için şehir hakkında yeni bir şey söyleme potansiyeli taşıyor mu? Çünkü hem ölçekleri hem de şehre bakma açıları farklı.
Drone (İHA) ile çekilmiş fotoğrafların kent fotoğrafına yeni bir boyut getirme imkânı var mıdır, yok mudur? Bu konu ile ilgili bir sunum yaptım Londra’daki bir konferansta yakın zamanda. Genelde ya göz seviyesinden ya da biraz daha yükselerek gökdelen tepesinden çekiyorum. Ama drone ile kente baktığım zaman uydu görüntüsüyle yer hizasından görüntü arasında bir açı elde ediyorum. Bir yükseklik tercihim var, genellikle 100-150 m’ye yolluyorum cihazı; çünkü çok yükselince uydu görüntüsü açısı elde etmeye başlıyorum, iyice aşağıdansa sadece cepheyi görüyorum. İHA ile çektiğim fotoğrafta, hem kentin görece düz yeşil alanlarını hem de daha üçboyutlu mimari hacmini görebileceğim bir açı tercih ediyorum. Bu şekilde hem hava görüntüsü alabiliyorum hem de 45 derece baktığım için 3 boyut bilgisini de dahil edebiliyorum.
Aura serisinde insan görüyoruz, sonraki serilerinizde ise insan neredeyse yok. İnsana neden yer yok kent imajlarınızın içinde?
Aslında insan çekmiyor değilim. Gezi’den sonra kurgusal işlere biraz ara verdim; çünkü olan biten o kadar kurgusal, hatta sürreel görünüyor ki sadece onları belgelemek yetiyor. Bu amaçla, kullanımı daha çabuk ve kolay olan bir makina kullanmaya başladım. Gezi’de oldukça fazla insan fotoğrafı çektim ve çok haz aldım belgeleme yapmaktan. En son Zonguldak’ta bir madene indim ve orada insan, emek ögelerini öne çıkartarak bazı çekimler yaptım; ama sonunda alt dünyadaki bu eylemi orta dünyada inşa edilmiş dev termik santrallerin fotoğraflarına bağlayarak gene mimari ve inşaî bir boyuta dikkat çektim. Yani kısacası, benim fotoğraf eylemim hiçbir zaman salt insana odaklanmıyor. Bunun nedeni insan yaşamının hep bağlamıyla birlikte şekilleniyor olması. Başta anlatmaya çalıştığım şey: O insan o şehirde yaşadığı için o şeyleri yapıyor oluyor. Yakınlarda Magma dergisine bir Seul serisi verdim. Orada da gene “insan şehri nasıl şekillendiriyor?”, “yeni binalar nerede, nasıl inşa ediliyorlar?”, “eski miras korunuyor mu, korunuyorsa hangi yöntemle korunuyor?” ve “eski ve yeni nasıl dengeleniyor?” sorularına cevap aradım. Serinin üçte biri insan fotoğrafından oluşuyor, dolayısıyla insanı es geçmek niyetlisi değilim kesinlikle. İnsan artık eskiye göre daha çok var fotoğraflarımda, sadece insanları paylaştığımda anlatacağım şey ile kentin işin içine girdiği hali paylaştığımda anlatabileceğim şey arasında etki farkı olduğunu düşünüyorum. İnsanlar farklı dilsel, dinsel, cinsel, kültürel, geleneksel eğilimler sergilese de eninde sonunda birbirlerine anatomik olarak benziyorlar. Ama şehirler, her ne kadar son zamanlarda yüksek yapı inşaatı furyası yüzünden birbirlerine benzeştirilmeye çalışılıyorsa da, çok bariz anatomik, ya da mimari dille tektonik farklılıklar gösteriyorlar. Şehirlerde olan biten üzerinden bir şeyler aktardığın zaman o kültüre dair daha çok şey söyleyebiliyorsun gibi geliyor bana. Benim daha çok anlatmaya çalıştığım: Bu insanlar yaşadıkları yere nasıl bir iz bırakıyorlar? Bu bana daha çok aktarım imkânı sağlıyor gibi geliyor.
Kent ve mimarlıkla olan bağları üzerinden baktığınız zaman, ürettiğiniz imajları mimarlık disiplininin ürettiği imajlar arasında görebiliyor musunuz? Mimarlık başlığı altında yeri var mı fotoğraflarınızın yoksa sadece sanat ürünleri olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Cevap vermeden önce, son mimari yaklaşımlarda olan tavır değişiklerinden bahsetmek gerekiyor. Venedik Mimarlık Bienali’ndeki tartışmayla birlikte bunlar tekrar gündeme geldi. Pritzker ödülünün Alejandro Aravena’ya verilmesi ve onun çevresinde oluşan yeni diskur… Ki bu sadece Aravena’nın icat ettiği bir süreç değil, dünyada birçok benzer icraat var öncesinde; yirmi sene evvel Arif Hasan’ın Karaçi’de yaptığı çalışma gibi… Tasarımcı, mimar, sanatçı gibi yaratıcı içerik üreten insanlara bir bilgelik atanmış ve buna istinaden “doğru fotoğraf şudur” veya “doğru mimarlık budur; benim uygun gördüğüm mekânın içinde yaşayın bakalım!” gibi üstten bakan kibirli yaklaşımlar türemiş. Aravena ve diğer insanların ise yapmaya çalıştığı şey şu: “Hayır, ben bir bilge gibi size nerede ve nasıl yaşamanız gerektiğini anlatmayacağım. Ben size depreme ve iklime dayanıklı bir altyapı, esnek bir temel hacim sunacağım ve siz onun içine girdikten sonra orayı kendi istediğiniz gibi şekillendirebiliyor olacaksınız.” Bu çerçevede bakarsak, benim de Cappadox katılımda yapmaya çalıştığım şey fotoğrafla belli bir yaşam biçimini veya lokasyonu yüceleştirmekten çok; dikkati yaşayan kültürü deneyimlemeye çekmek. Bu yapmaya çalıştığım ile mimarlık dünyasındaki gelişmelerin arasında paralellik var.
Amerika’dan döndüğümde Türkiye’de yukarıda tanımladığım gibi bir mimarlık eyleminin var olabileceği bir ortam bulamadığım için mimarlıktan vazgeçtim. Burada gökdelen, AVM ve lüks konutlar tasarlamak gibi seçenekler kaldığı ortaya çıktı ve “ben bunun için mimarlık okumadım” gibi bir tepki oluştu bende. Hâlbuki o zaman Herkes için Mimarlık gibi bir yapılanmalar olsaydı ben şu an mimarlık yapıyor olabilirdim belki.
Bu olguyu sanat ortamına taşıyalım. Normalde bir eser sergilenir, sergi biter, sergiden birisi bir iş almak isterse alır, götürür evine koyar ya da çok büyük çoğunlukla depoya koyar. Dolayısıyla artık o iş görünür olmaktan çıkar, kamusal varlığını yitirir. Benim rahatsız olduğum bir durum bu, sıkıntılı olduğunuz bir konuya dair bir laf atıyorsunuz ortaya, “söz uçar yazı kalır” kabilinden onu bir ürüne çeviriyorsunuz, bir bakmışsınız o bile uçuyor…
Eserlerin kamusal alanda varlığı herhangi bir etki sağlar mı peki? Cevabı zor bir soru. Çektiğim “bakın bu tarz mimarlık ne kadar kötü sonuçlar veriyor” fotoğrafı, belki dolaylı olarak mimari bir önerme de yapıyor; “bir daha yaptığımızda böyle şeyler yapmasak mı?” diye soruyor bir yandan. Ben bunları içimden “kusarak” gösterirsem, insanlar günün birinde “acaba başka türlü bir şeyler mi yapsak?” diyebilirler belki gibi naçizane bir ümidim yok değil. Çiftehavuzlar’da yaşadığımız sokak boyunca 18 tane apartman yıkılmakta, yıkıldı, inşa edilmekte veya edildi. Bunun her gün gürültüsünü, tozunu, kirini, trafiğini çektiğim için; benim üzerine iş ürettiğim meselelerimden birisi de bu doğal olarak. Sanatçı öyle bir insandır; hep güncel ama şahsi bir meselesi üzerinden ifade geliştirmeye çalışır. Ortaya çıkardığım bütüne “sanat değil” diyen olursa hiç gocunmam ve tartışmam, önemli olan izleyicinin ürettiğim şeye baktığı zaman ne düşündüğü ve ardından ne gibi bir eyleme geçmek istediği. Onun hayatına bir fotoğraf serisi olarak da değebilir, bir mimarlık eylemi olarak da değebilir, sanat eylemi olarak da değebilir, orası hiç fark etmiyor benim için; yeter ki değsin. Bu toplumda bana düşen, bu konularda hassasiyet üretmek adına küçük bir görev var. O görevimi yerine getirebiliyor muyum? Birlerinin aklını çelebiliyor muyum? Mesele bu. Bu söyleşiyi de onun için yapıyoruz aslında. Şurada beraber ürettiğimiz metnin bakarsın iki, üç insanın aklını çelmekte faydası olur. Hayatıma başka türlü de devam edebilirim ama ben bunu bu kadar ifade etme hezeyanı içine girdiysem, beni çok ciddi bir şekilde dürten bir şeyler var demektir. Adı “sanat” olsun, “mimari” olsun; yapmaya çalıştığım şey, beni dürten şeyin başkalarını da dürtmesini sağlamak. Sanırım bir çeşit dürtü transferi yapmaya çalışıyorum. Benimle aynı fikirde olmayan insanlar “Sen de amma mesele etmişsin, boş ver.” diyebilir; ama katılan da olabilir. Mesele etmeyi unutunca sistem seni tümüyle teslim almış oluyor.