Daimon Yayınları genel yayın yönetmeni Aykut Köksal ile Türkiye'de mimari kitap yayıncılığı ve yayınları üzerine sohbet ettik.
Aykut Köksal: Mimarlık yayıncılığıyla ilgilenmeye başladıktan sonra bu alanın ne kadar çok sorunla iç içe olduğunu gördüm. Bunlar bir yandan Türkiye’de yayıncılığın genel sorunları, bir yandan da özellikle mimarlık yayıncılığına ilişkin sorunlar. Türkiye’de yayıncılığın sorunları var çünkü -hep söylendiği üzere- çok az sayıda kitap okuru var ülkede. Bu yüzden kitaplar kısıtlı sayılarda basılmak zorunda kalıyor ve bu da kitap maliyetlerini düşük tutma zorunluluğunu getiriyor. Bu zorunluluk çeviri sürecinden kitap basım sürecine kadar tüm aşamalarda niteliği düşürme gibi bir sonucu beraberinde getiriyor. Önce kitapların yayın haklarını almaktan başlıyor zorluk. Türkçeye kazandırmak istediğiniz bir kitap var ama istenen telif bedelinin kitabı okur için ulaşılmaz fiyatlara taşıdığını görüyorsunuz, vazgeçiyorsunuz. Bu sorunlar okur sayısının çok kısıtlı olmasından kaynaklanıyor. Tabii bunlar genelde yayıncılığa ilişkin genel sorunlar. Bunlara bir de mimarlık yayıncılığına ilişkin sorunlar ekleniyor. Özel bir bilgi alanı olduğu için bu alanda uzman çevirmen ve editör bulmak zor. Türkiye’de zaten çevirmenlik neredeyse gönüllü bir işe dönüşmüş durumda çünkü yayın piyasasında ödenen ücretler çok düşük düzeyde. Bu yüzden çevirmenler düşük bir ücret karşılığında adeta kendileri için yapıyorlar bu işi. İyi bir editoryal çalışma için de çok farklı değil durum. Ben baştan beri yayınladığımız kitapların neredeyse tümünde editörlük işini de yüklenmek durumunda kaldım.
Kitap tasarımının çok önemli bir etmen olması da herhangi bir yayından farklı kılıyor mimari yayını. Mimarlık ve kent yayıncılığı yapıyorsunuz, kitap tasarımına da gereken önemi vermeniz gerekir. Bu da maliyete temel bir girdi olarak yansıyor. Ardından kağıdın kalitesi, basımın kalitesi… Bütün bunlar eklendiğinde aslında neden bugüne kadar istikrarlı, düzenli ve kalıcı bir mimari kitap yayıncılığının olmadığı da görülüyor. Bu koşullarda bu işi belirli bir düzende ve istikrarla yapmanın neredeyse imkansız olduğu çıkıyor ortaya.
Türkiye’de metniyle, çevirisiyle, editoryal çalışmasıyla, tasarımıyla, basım ve kağıt kalitesiyle, her açıdan nitelikli kitap çıkarmak çok zor. Sonunda hedeflediğiniz de 500 kişilik okur kitlesi…
Mimarlık kitapları yayınlamak isteyen Türkiye’nin önde gelen yayınevlerinden biri, “Daimon” adı altında yapacakları mimarlık yayınlarının genel yayın yönetmeni olup olamayacağımı sordu. Ben de olumlu yanıt verdim. Bu şekilde yola çıkıldı. “Daimon”un kurumsal kimliği, kitap kimliği, logosu, yayın politikası belirlendi, bu konularda benim niteliği korumaya yönelik, olmazsa olmaz gördüğüm koşullar vardı, tüm kararlarda yayıneviyle uyum içinde çalışıldı. Doğrudan satışa yönelik, popüler okurun ilgisini çekecek yayınlara yönelmekten çok temel kitaplara yönelmeyi doğru buldum. Ana misyonumuzu geçmişten ya da bugünden temel kitapları yayınlama olarak tanımladık.
Nitekim ilk yayınladığımız kitap olan Le Corbusier’nin Urbanisme’i (Şehircilik) bunun tipik bir örneğidir. Çevirisi çok zor bir kitap, metin çetin bir metin, Le Corbusier’nin 1920’lerde adeta bir manifesto olarak kaleme aldığı, polemik yönü ağır basan bir metin. Le Corbusier metni yazdıktan sonra bir daha geri dönmemiş bile olabilir… Oldukça dağınık yapılı bir kitap ama 20. yüzyıl kent paradigmasının oluşmasında belirleyici olmuş kitapların başında geliyor. Le Corbusier’nin kent düşüncesinin de temel yapı kurucu kitaplarından biri. Bu kitap az önce sözünü ettiğim zorluklardan dolayı, şaşıracaksınız, tam olarak İngilizceye bile çevrilmemiş. Biz Fransızca metinden yaptığımız çeviriyi kitabın özgün tasarımını da koruyarak bastık. Özgün kitaptaki sayfa sayısını ve sırasını aynen koruduk. Türkçe basım ile özgün kitabı karşılaştırırsanız sayfa numaralarında dahi tam bir paralellik görürsünüz.
1991’de kitap tasarımı üzerine bir yazı yazmıştım. Le Corbusier’nin kitaplarındaki savaşımcı sözün genellikle kendi yaptığı tasarımlarda da sürdüğünü söylemiştim. Kitaptaki tüm düşünce akışı kitabın tasarımı ile birleşir. Bir Le Corbusier kitabını özgün tasarımından koparıp anonim bir kitap tasarımına aktarırsanız sözün önemli bir kısmını da ortadan kaldırırsınız. O yüzden bu zor işi yapmak gerekiyordu. Nitekim YEM’in yayınladığı Modulor’un Türkçesinde de aynı yol izlenmeye çalışılmış. Sayfa numaraları tam paralellik göstermese de Modulor’un Türkçe basımını çok başarılı buluyorum. Kitabın özgün boyutları da korunmuş. Hatta bu kadar başarılı olmasa da, Yapı Kredi’nin yayınladığı Vers une architecture’ün (Bir Mimarlığa Doğru) Türkçe çevirisinde de benzer bir yol izlenmiş.
Yayınladığımız kitaplara dönersek, söylediğim gibi önce Le Corbusier’nin Şehircilik kitabını yayınladık. Ardından Bruno Zevi’nin kitabı geldi. Bruno Zevi’nin Mimarlığı Görebilmek adlı kitabı bir dönem mimarların amentüsü olmuş bir kitap. Sadece 50’ler 60’lar için değil, 1970’ler için de, etkinliği özellikle mimarlık eğitiminde kendini göstermiş, temel, paradigma kurucu bir metin Zevi’nin metni. O kitabın Türkçeye kazandırılmasını istedim hep. Sanırım 1980’ler veya 1990’larda çok başarısız, yalan yanlış bir Türkçe çevirisi olmuş. Bizim için Alp Tümertekin Türkçeye çevirdi. Benim mimarlık tarihi hocam olan Bülent Özer, Bruno Zevi’ye çok önem veren bir kişiydi. Hatta ben öğrenciyken, Zevi’yi Türkiye’ye iki kez davet etmişti. Bülent Özer’in 1960’larda yayımlanmış, kitap hakkında bir makalesi vardı, onu da –kendi izniyle- bu çevirinin önsözü olarak kitabın başına koyduk. Ne yazık ki özgün dilinden değil Fransızcadan çevrildi. Fransızca çeviride bir bölüm eksikti, ama metnin özünü eksilten bir eksiklik olmadı bu. Ayrıca çevrilen bölümler özgün İtalyanca metinle karşılaştırıldı ve sıkı bir editoryal denetimden geçti.
Bundan sonra, koruma düşüncesinin yapı-kurucu bir kitabı olan, 1903’te Avusturyalı bir sanat tarihçisi olan Aloïs Riegl’ın Modern Anıt Kültü adlı kitabını yayımladık. Riegl’ın o dönemde bir rapor olarak yazdığı bu metin başlangıçtaki amacının çok ötesinde bir öneme ulaşmış. Çağdaş koruma düşüncesinin kurucu metinlerinden biri haline gelmiş, bir “kült” metne dönüşmüş. Fakat şaşırtıcı olan, bu kadar önemli bir metin olmasına rağmen, Fransızca, İngilizce gibi Batı dillerine geç bir tarihte, 1980’lerde çevrilmiş olması. Aynen Zevi’de olduğu gibi bu metnin de Türkçeye kazandırılmasını önemli buluyordum. Bizim okulumuzun (MSGSÜ MF) öğretim üyelerinden Erdem Ceylan özgün Almanca metinden çevirdi. Çeviri üzerinde çok çalıştık, büyük bir mesai harcadık. Ben Fransızcaya çevirisi ile de karşılaştırdım. Ayrıca Erdem Ceylan, Aloïs Riegl’ın bu metni üzerine çok önemli bir araştırma yaptı ve bunu da kitabın başına koyduk. Bununla da kalmadık – dediğim gibi Riegl koruma konusunda çok temel kavramları ortaya atmış biri – kitabın en sonuna, yine Erdem Ceylan’ın hazırladığı Riegl’ın kavram sözlüğünü ekledik. Yani aslında her açıdan, Batı dillerindeki çevirilerinden daha yetkin bir çalışma çıktı ortaya.
Evet öyle… Modern Anıt Kültü özellikle akademik çevreye seslenen bir kitap ve çok temel bir metin, o nedenle böyle bir çalışma ile bütünlenmesi anlamlı oldu. Dördüncü kitap benim kişisel ilgi alanlarımdan biri olan dilbilim/göstergebilim üzerine. Bu alanda bir dizi kitabımız olacak. Bunlardan ilki, bir dilbilimci olan ve bugüne kadar göstergebilim üzerine çalışmalar yayımlamış olan Fatma Erkman’ın çevirisi ile Mimarlık ve Dil oldu. Mimarlık ve Dil, dil ve mimarlık arasındaki ilişkiden yola çıkan, dilbilim üzerine yapılmış çalışmaları kendine esas alan ve bunu mimarlığa yansıtan bir kitap; yazarı bir mimar akademisyen: Günther Fischer. Özgün kitabın önsözünü ünlü mimarlık kuramcısı Jürgen Jöedicke yazmış. Bu kitap da oldukça çetin bir editoryal süreçten geçti, çeviri üzerine Fatma Erkman’la tartıştık, her nüans için büyük bir özen gösterdik. Özgün kitabın tasarımını da iyileştirdik; hatta Günther Fischer de Türkçe çevirinin tasarımını çok başarılı buldu. Mimarlığı bir dil olgusu olarak dilbilim ile ilişkileri üzerinden ele alırken, Fischer, temel tasarım çalışmalarına kadar yansıyabilecek, eğitime katkısı olabilecek kavramlar ileri sürüyor. Ben bu kitabın da akademik dünya için bir kazanç olduğunu düşünüyorum.
Temel mesele paradigma kurucu ancak Türkçe yayınlanmamış metinlerin yayınlanması. Şu mesele çok önemli: Eğitim sistemi tamamen “gibi yapmak” üzerine kurulu bir ülkede yaşıyoruz. Bize gelen öğrenciler 10 yıl yabancı dil okumuş olarak geliyorlar ama o yabancı dille yakından uzaktan bir ilgileri yok ve bu onların suçu değil. Ne yazık ki sayısı iki üç tane olan yabancı okuldan mezun değilseniz aslında bir yabancı dili bilmiyorsunuz bu ülkede. Derdim bu metinlerin o öğrencilere ulaşması, mimarlara ulaşması. Bunu çok önemli buluyorum. Ayrıca şimdiye kadar Türkçe yayımlanmış başarısız çevirileri de yeniden ele almayı arzu ediyorum.
Bir kitabın Türkçe yayımlanması büyük bir sorumluluk istiyor, öncelikle bunun ayırdında olarak yola çıkmak lazım. Çünkü çok satan bir klasik romandan söz etmediğimize göre, bu kitaplar bir kere çevriliyor ve bir kez basılıyor. Bazen ikinci kez basılmasından söz edilebilir ancak ikinci kez çevrilmesinden söz edilemez. O yüzden bu kitapların çevirisini yapmak büyük bir sorumluluk istiyor. Bir kitabın hiç çevrilmemiş olması kötü bir biçimde çevrilmiş olmasından çok daha iyidir. Örneğin Aldo Rossi’nin “L’architettura della città” kitabı keşke hiç çevrilmemiş olsaydı ve bugün yeniden çevirme imkânına sahip olsaydık.
Evet geç sayılır, İngilizceye 1982’de çevrilmiş, üstelik yanlış dolu özensiz bir çeviri. Türkçeye de İngilizceden çevrildiği için bütün o yanlışlar katlanarak Türkçe metne yansımış. O kitabın muhakkak özgün metinden ya da oldukça iyi bir çeviri olan Fransızca metinden çevrilmesi gerek. Bir kez Bilgi Üniversitesi’ndeki derslerimde o kitabı ele almıştım ama kitabı işlemekten çok kitabın çevirisinin tashihi ile geçti dersler.
Var tabii, pek çok. Mesela Aalto’nun metinlerini yayınlamak istedik ancak yanına bile yaklaşamayacağımız bedeller istendi. Eğer o kitabın telif hakkı bir yayınevinde ise sizi biliyorlar, Türkiye’nin koşullarını anlıyorlar ve kaç adet basılıp satılabileceğini tahmin ederek, ona göre telif için makul bir bedel istiyorlar. Eğer kitabın telif hakları yazarın adına kurulmuş bir vakıfta ise ve o vakfın yayıncılıkla doğrudan bir ilgisi yoksa sizin özel durumunuzu hiç dikkate almıyorlar. Amerika’da basıp 20-30.000 satacak bir yayınevi ile Türkiye’de 1000 basıp zar zor 500 tane satacak bir yayınevinden aynı telif bedelini talep ediyorlar.
Evet, kitapların okurdan belirli bir ilgi gördüğünü söyleyebilirim, ama tabii Türkiye ölçeğinde.
Üniversitelerin kütüphane bütçeleri var, bizim gibi veya Janus gibi yayınevlerinin oralara kitap göndermesi değil onların bizden satın alıp desteklemesi gerekir. Aslında sürecin tam tersi olması gerekir. Tabii bir de eleştiri konusu var. Süreli mimarlık yayınları genellikle yolladığınız basın bültenine yer veriyorlar ama onun dışında kitabı ele alan değerlendirme yazıları pek ender.
Editoryal süreci tamamlanmak üzere olan kitaplar arasında Robert Fishman’ın “20. Yüzyıl Kent Ütopyaları – Ebenezer Howard, Frank Lloyd Wright, Le Corbusier” başlıklı kitabı, Le Corbusier’nin “Katedraller Beyazken”, Ebenezer Howard’ın “Yarının Bahçe Kentleri”, Marc Augé’nin “Yok-yerler”, Atilla Yücel’in “İstanbul Yazıları”, Cengiz Can’ın “İstanbul’un Yabancı ve Levanten Mimarları”, Umberto Eco’nun “Mimarlık Göstergebilimi”, Adolf Loos’un “Süsleme Bir Suçtur”, Peter Zumthor’un “Atmosferler” ve “Mimarlığı Düşünmek”, Sigfried Giedion’un “Mekân, Zaman ve Mimarlık” adlı kitapları yer alıyor. Bir de telif haklarını aldığımız ama çevirmenini bulamadığımız kitaplar var; örneğin Jean Castex ve Philippe Panerai’nin kitapları gibi…