“Beyoğlu, Doğaçlama Bir Tiyatro…”

Semtler ve İnsanlar söyleşi serisinin bu haftaki konuğu usta yazar Ahmet Ümit.

“Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”yle, Pera’yı, Taksim’i, Tarlabaşı’nı, neon ışıkları, orospuları ve bir gösteri alanı olarak Beyoğlu’nu konuştuk. O anlattı, biz dinledik 1978’de başlayan İstanbul hikayesini… Sadece hikaye değil sözlü bir tarih deneyimi yaşadık Ahmet Ümit’le. Tam da dediği gibi; Beyoğlu’nun tarihi İstanbul’un tarihi, İstanbul’un tarihi bu ülkenin tarihi…

Cihan Keyif: Ahmet Ümit’in Beyoğlu ile ilişkisi nasıl kuruluyor?

Ahmet Ümit: 1978’de üniversite için İstanbul’a geldim. O güne kadar Beyoğlu’nu filmlerden tanıyordum. Gangster filmlerinde önce sokağı gösterir, yanıp sönen neon ışıkları görürüz ve ardından bir bara ya da bir pavyona gireriz… Kafamda hep böyle bir Beyoğlu vardı. Gündüz değil, hep gece.

Beyoğlu’nda yaşamaya başlamam ise 1994’te başlıyor. 1991’de de Tepebaşı’nda çalışmaya başlamıştım. Ali Taygun’la birlikte reklamcılık yapıyorduk. O zaman da işe gidip gelirken yolumuzu Beyoğlu’ndan geçirirdik. Yürümek keyifli olurdu. Suç yine vardı, kaotikti; ama bu kadar kalabalık da değildi, çok daha özgündü. O dönem yazarlık süreci de başlamış. İlk öykümü yazmışım. Entelektüeller sürekli buralarda oluyormuş haberlerini alıyoruz (Gülüyor). O arada arkadaşım Levent Yılmaz da İpek Sokak’ta Cem Yayınevi’nde çalışıyor, yayınevi Cağaloğlu’ndan oraya taşınmıştı. O dönem Marmara Üniversitesi, Kamu Yönetimi bölümünde okuyorum, serde solculuk var; kaymakamlık, idarecilik falan yapmak aklımızdan geçmiyor. Ben de sonra Cem Yayınevi’nde çalışmaya başladım. Kitaplarım da oradan çıkmaya başladı; Çıplak Ayaklıydı Gece oradan çıkmıştı. Cem Yayınevi’ne de birçok yazar gelip gidiyordu; rahmetli Bekir Yıldız gelirdi. Pek çok yazar ve şairle tanışıyordum böylece. Akşam olunca içki içmeye Aya Triada Kilisesi yanında Hacı Baba vardı, oraya giderdik. Umut Ocakbaşı hâlâ ayakta, oraya giderdik. Böylece Beyoğlu’nda yaşamaya başladım ama hâlâ deryada yaşayıp da deryayı bilmeyen balık gibiyim. Taksim’de yaşıyorum ama boşa, tam bir cehalet içerisinde; tarihle, öykülerle ilgilenmeden yaşıyorum. O sırada Sis ve Geceyi yazıyordum ve Beyoğlu, Tarlabaşı kısmıyla da olsa yazıya girmeye başlamıştı. Beyoğlu’nu tanımaya başlamam ise 1991 yılında Beyoğlu Rapsodisi romanını yazmaya başlamam ile oldu. Beyoğlu’nun tarihini okumaya böyle başladım. Bir harita çıkartıp önüme, tek tek tüm binaların tarihlerini okumaya başladım.

Neden yapılardan başladınız tarihine Pera’nın?

Buranın tarihi aynı zamanda yapıların da tarihidir. Burada da önemli olan yapılar aslında elçilikler ama onlardan da önce Gritti Ailesi var. Gritti Ailesi’nin oğullarının Taksim civarında bir konağı var. Aile Venedik Doçu, çeşitli imtiyazlarla ticaret yapıyorlar. Gritti’nin oğlunun bu konağı sebebiyle bu bölgeye Beyoğlu dendiği söyleniyor. Bey’in oğlu gelip gidiyor konağına.

Asıl yerleşim ise Fransız Elçiliği’nin açılmasıyla başlıyor. Galata zaten hep batılı olması dolayısıyla, üzerine bu tip yerleşimler başlayınca da küçük bir Avrupa oluşuyor. Ermeniler ve Rumlar da buralara dükkanlar açmaya başlıyorlar, bambaşka bir yerleşim. Peyami Safa’nın Fatih – Harbiye diyerek adlandırdığı şeyin temelleri burada atılıyor, Fatih; Türk ve Müslüman, Harbiye ise Batılı.

Açıkçası burada her bina anıt değer taşıyor ve Beyoğlu’yla ilişkilenen bir hikayesi var. Çiçek Pasajı’nın yerinde daha önce Naum Tiyatrosu var. Bu tiyatroda dünya prömiyerini Paris, Londra gibi şehirlerde yapan oyunlar çok kısa süre içinde izlenebilir oluyordu. Sadece halk değil, padişahlar da geliyormuş. O sokağın adı Sahne Sokak’tır. İşte bunların hepsinin hem İstanbul, hem Beyoğlu’nun, hem de Türkiye’nin tarihini oluşturduğunu anladım. Bunlarla ilgilenmeye başlayınca resmi tarihin ne kadar sıkıcı olduğunu anladım. Bu da beni daha çok sözlü tarihe eğilmeye çekti.

“Beyoğlu Türkiye’nin en özgür olduğu yer”

Burada yaşamanızın sebebini nasıl özetlersiniz?

Burada yaşamamın tek nedeni sadece bu tarih değil, buradaki hayatın çok renkliliği. Sabah 7-8 gibi gel başka bir Beyoğlu vardır, iki saat sonra insanlar gelmeye başlar başka bir Beyoğlu olur, 11’den sonra başka… 1’den sonra ikindiye doğru başka, akşamüzeri, gece yarısı başka bir Beyoğlu’dur. Sabah 3’te Beyoğlu hâlâ yaşar, azalmıştır artık, gecenin kalıntıları ortaya çıkar.

Başta söylediğiniz aventür filmlerdeki Beyoğlu’na mı dönüşür?

Aynen o çıkar ortaya. “Arabesk” filminde işte o Beyoğlu var. Uğur Yücel kapanışta tek başına yürür, boşalmaya başlamıştır, sarhoşlar düşmektedir yere, artık yorgun ışıklar vardır… Ayrıca Beyoğlu’nun şöyle bir özelliği var. Benim çok yabancı arkadaşım var; İspanyollar, Almanlar, Amerikalılar, İtalyanlar, İngilizler… Burada karşılaşırız onlarla. Burada kendilerini özgür, rahat, kendi ülkelerinde gibi hissederler. Son dönemde biraz şikâyetçiler yaşananlardan ama öyle…

Ama hâlâ daha iyisi yok, mu diyorsunuz?

Hâlâ daha iyisi yok. Özgürlük ortamı burası. Türkiye’nin en özgür olduğu yer… Burası gerçek, burada insanlar hakikaten yaşıyorlar. Burada suç da var, burada uyuşturucu satıyorlar, fuhuş var, insan öldürüyorlar; doğru… Ama hayatın her yerinde var bunlar. Ve burada politika çok yüksek. Burada çok 1 Mayıs’lar gördüm, biz eylemler yaptık ama burada hiç unutmayacağım anılarımdan bir tanesi Gezi olayları sırasında Beyoğlu’nun adeta kurtarılmış bölgeye, bir tür devrim alanına dönüşmüş olmasıydı. Kelimenin tam anlamıyla söyleyebilirim. Bu devrim özgürlük devrimiydi…

“Burada tarihi olan her şeyin bir göndermesi var.”

Ofisiniz de burada. Binayı biraz anlatır mısınız?

Burayı çok seviyorum, o yüzden burada bir ofis aldım. Ofisim de 1920 yılında yapılmış. Manuşka Apartmanı. Yüksek tavanlı. Ekim Devrimi’nden kaçan bir Rus General 1918’da gelmiş buraya ve 1920’de bu binayı yapmış.

Ekim Devrimi sonrasında çok Rus geldi değil mi Beyoğlu’na? Onlar ne kattılar?

Onlar bambaşka bir şey kattılar. Onların, ülkenin ve Beyoğlu’nun tarihiyle çok ilgilidir bu binalar. Çiçek Pasajı’nın ismi oradan gelir. Şimdi “Nataşa” diyorlar ya Rus kızlarına, o zaman “Haraşo” denirdi. Tabii hepsi soylu sınıftan ve beyaz. Ama bir süre sonra paraları bitiyor ve düşkün olmaya başlıyorlar. Ne yazık ki fuhuş işinde ya da eğlence sektöründe bu kadınlar kullanılıyor. İngilizler İstanbul’u işgal ettiği dönemde, 1. Dünya Savaşı’nda, Galatasaray’ın önünde bu kızlar çiçek satıyorlar. İngiliz askerleri bu kızlara musallat oluyor, onun üzerine pasajın içine giriyorlar. Çiçek Pasajı’nın ismi oradan kalıyor… Burada tarihi olan her şeyin bir göndermesi var.

“İnsanlar sterilize edilmiş alanlar istiyor ama ben Beyoğlu tatsız, yaşamayan, müze kente dönüşsün istemiyorum”

Beyoğlu’nun değişen yüzü sizi buradan soğuttu mu?

Benim için Beyoğlu hâlâ cazip. Bir sürü insan buradan kaçıyor, bazı insanlar “Burası çok Arap doldu, varoş geliyor” diyor. Ben bunların hiçbirine katılmıyorum. Biz de varoştan geldik buraya. Ben Antep’ten geldim. Nasıl olacaktı? Burası belli bir kesimin yeri mi olacaktı? O insanlar buraya gelecekler, Türkü barlarını getirecekler, Arabesk barlarını getirecekler. Sen de cazını koyacaksın, klasik müziğini dinleyeceksin. Şimdi, insanlar sterilize edilmiş alanlar istiyor, böyle bir şey yok. O Prag’da oluyor. Tatsız, yaşamayan; müze kent. Beyoğlu böyle olsun istemiyorum. Şuradan in şimdi Tarlabaşı’na görürsün, uyuşturucu satıyor. Kadın satıyor şurada, sokağın başında şu an satıyor. Aşağıda çocuklar uyuşturucu satıyor. Polis giremiyor oraya ya da avantasını alıp çekiliyor. Daha önce gasp yapıyorlardı. Şurada ise biraz ileride bankada finans konuşuyorlar. Onun hemen yanında Çalık Grubu trilyonluk inşaat yapıyor. Biraz ilerde kilise, cami var, insanlar ibadet ediyor. Aslında bir gösteri devam ediyor…

Ne demek “gösteri”?

Beyoğlu çok kültürlü bir yer. Beyoğlu doğaçlama bir tiyatro. Buraya kim çıkarsa çıksın bir tiyatroda olduğunu bilir. Çünkü orası bir podyum gibidir. Yürürken kızları da erkekleri de görürsün… Bazen kavga ettiklerini görürsün… Zabıtaların işportacıları kovaladığını görürsün. Gösteri yapıldığını. Polisle insanların çatıştığını, bir çocuğun ağladığını, bir çocuğun sevinerek geçtiğini görürsün. Burayı ben minyatür bir dünya, bir tür Babil kulesi olarak görüyorum. Elbette geçen yüzyılın başında bu tanımlamamı daha çok hak ediyordu Beyoğlu; çünkü o zaman yaklaşık 80 dil konuşuluyormuş. Herkes vardı burada. Ne yazık ki Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve 1974 Kıbrıs Harekatı’ndan sonra devlet eliyle provokasyonlar düzenlenerek bu insanları kovduk biz. Ama her şeye rağmen Beyoğlu o günlerin izlerini taşıyor ve o yüzden de benim için ilginç.

Gezi Parkı’nın sizin kişisel tarihinizde nasıl bir yeri var?

Gezi’nin kendisi çok önemli. Gezi insanların direnebileceğini ve karşı çıkabileceğini söyledi. Gezi benim için çok önemliydi. O yüzden Gezi Parkı da çok önemlidir. Bir anım da var Gezi Parkı’yla ilgili. Eşime evlenme teklifini Gezi Parkı’nda yapmıştım. Orada eskiden bir köprü vardı, Divan Oteli’ne geçen, yıkıldı. O köprünün üzerinde evlenme teklifini yapmıştım… Gezi olayları başlamadan önce 40 aydın imza verdik, burada bir AVM yapılmasın son derece basit ve insani şehirlerde artık çok az kalan parkı koruyalım…

Son dönemde bana en büyük heyecanı veren Gezi Parkı olaylarıdır. İnsanlar ne derse desin Türkiye politik tarihinde çok büyük önem olan bir harekettir. Politik etkiden çok kültürel bir etkisi vardır. Politika kültüre göre daha sınırlıdır.

“Geçmişi 8 bin yıla uzanan İstanbul’da dikeceğin apartman için bin kere düşünmen gerekiyor. Çünkü o 8 bin yıl senin değil, insanlığın tarihi.”

Konuşmanın başında Tarlabaşı’nın genişletilerek trafiğe açılmasından bahsettik. Bunun üzerinden biraz da yapılaşmadan bahsedelim isterseniz…

Dalan’ın hikayesi. Çok yanlış bir anlayış var. Modernite veya halkın ihtiyaçlarını karşılamak adına bir takım uygulamalar yapıyorlar. Los Angeles, Dubai gibi şehir yapmak isterseniz çölün ortasında olur, sıfırdan istediğin gibi yap, koruyacağın hiçbir şey yok. Ama İstanbul gibi tarihi 8 bin yıla uzanan bir şehirde dikeceğin apartman için bin kere düşünmen gerekiyor. Çünkü o 8 bin yıl senin değil insanlığın tarihi. Yazının tarihi 5 bin yıl. Beyoğlu’ndaki yol açma meselesine ve Tarlabaşı Bulvarı’na da böyle bakmak lazım.

İstiklal Caddesi’nin trafiğe kapatıp, Tarlabaşı Bulvarı’nın açılması nasıl bir etki yarattı?

Hayattan uzaklaştırıyor her şeyi. Buranın trafiğe kapanması belki iyi oldu ama burası ne? Dokuyu yok ettiler. O yüzden de şu binalar ortaya çıktı. Şimdi Demirören binasını yaptılar yandaki Sina Camisi’ni öldürdü. Aynı şeyi Kazlıçeşme’deki binalarda yaptılar, şimdi yıkamıyorlar. Süleymaniye’nin görüntüsünü, İstanbul’un siluetini bozdu. Düşünsene, Kanuni’nin zamanında hepsinin kellesi gitmişti. Geldiğimiz yer bu. Burada da korunması gereken yerler anıt binalar var. Afrika Han, Rumeli Han, Anadolu Han, Mısır Apartmanı, Çiçek Pasajı, GS Lisesi, El Hamra, Narmanlı Han ve daha pek çok anıt binalar var, hepsinin korunması lazım.

Türkiye nüfusunun neredeyse dörtte biri burada yaşıyor. Bu sürdürülebilir mi sizce?

Böyle bir şey olabilir mi? 20 tane daha köprü yaparlar 20 tane daha böyle yol açarlar… Sorun o insanları oraya çekmek ama bunun için de şu lazım. Konya; Selçuklu’nun başkenti. Antakya, Hristyanlık’ın üç büyük kentinden biri, Kayseri; Hititler’in başkenti ve her şehrin bir yapısı var. Bunu kurmadığın ve bu şehrin tarihi önemine saygı duymadığın sürece… Medeniyet ya da uygarlık dediğimiz şey burada başlıyor. Abdülaziz, sarayın bahçesinden tren yolu geçirdi; Sirkeci. O surların hepsini mahvettiler modernlik adına. Böyle modernlik olur mu? Yeni denilen her şey olumlu değildir. Olumlu olan şey geçmişteki olumlu değerlere sahip çıkarak yeniyle birleştirmek.

“Emek Sineması’na karşı sorumluluğumu yerine getirdiğimi düşünüyorum”

Bu birleştirme olmaksızın yapılan bu dönüşüm neye mal olacak?

Tarihin yok olmasına. Tarihi bilincin, tarihi belleğin yok olmasına neden olacak. Hepimizin anıları silinecek. Bak sana bir şey anlatayım. Ben Beyoğlu Rapsodisi’ni yazıyordum. Adeta kayıt tutar gibi yazdım, bina bina… Emek Sineması da var… Geçen bir okurum diyor ki; “Beyoğlu Rapsodisi’nde Emek Sineması’nı okudum gözlerim doldu”. O zaman bana dediler ki; “niye yazıyorsun bunları?” ben de dedim “kaybolacak şimdi”, Beyoğlu Emek Sineması’nı yüz yıl sonra birileri okuyacak ve burada Emek Sineması varmış diyecek. Geçmişi olmayanın geleceği olabilir mi? Bu mekana karşı sorumluluğumu yerine getirdiğimi düşünüyorum.

Gidişatın olumluya döneceğine dair bir görüşünüz var mı?

Aslında bir fren var şu anda, Gezi’yle birlikte bir duyarlılık ortaya çıktı ve yaptıkları her şeyde birden bire bir tepki alıyorlar. Sadece İstanbul’da değil, bir yerde bir ağaç yıkılsa millet ayağa kalkıyor. Artık işler o kadar kolay değil o yüzden de çok hızlı dönüştüremiyorlar bunu çok olumlu buluyorum. Ama bunun yasalarla güvence altına alınması lazım. Önce bir demokratik yapı lazım ama aynı zamanda sadece hükümetin değil bütün siyasi partilerin şu gerçeği fark etmesi lazım, üzerinde yaşadığımız topraklar müthiş bir tarihe ve kültüre sahip ve bu tarih ve kültür bize insanlığın mirası bunu korumakla yükümlüyüz.

Ahmet Ümit bir yapı seçecek olsa Pera’dan bu hangisi olurdu?

Beyoğlu’nda beni en çok etkileyen yapı; Galata Mevlevihanesi çünkü Beyoğlu’yla büyük bir kontrast yaratıyor. Sokak çalgıcıları, gürültüler, konuşmalar, bağırışlardan sonra bahçesine bir adım atıyorsunuz, 15. yüzyıl başlıyor; ağaçlar, huzur, mezarlar… Tarihi dokusu da korundu, içerisine de müze yaptılar. Bunun haricinde Aya Triada Kilisesi’nin içi ve Galatasaray Lisesi’nin bahçesi yine en güzel yapılar. Ama yine de en iyisi Galata Mevlevihanesi.

Etiketler

Bir yanıt yazın