Buket Uzuner ile kent, tabiat üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.
Yazar Buket Uzuner ile şehri, kitaplarını ve daha pek çok konuyu konuşmak üzere buluştuk. Bir yandan yunus parklarının kapatılması için verdiği mücadeleye diğer yandan Moda Muhtar Meclisi üyesi olarak da çalışmalarına yakından şahit olduk. “Biz istediğimiz kadar keselim, biçelim. Tabiatın deprem gibi uyuyan bir devi, volkanları, sel, heyelan ve kıtlığı var” diyen Uzuner: “Her ağaca düşman olmak, her dereye HES, her parka AVM, site yapmak, betona, paraya ve güce tapmak nereye kadar? Sonunda su ve tohumu, toprağı koruyan dünyayı yönetir derler ama bence son sözü daima tabiat söyler: ‘Buraya kadar insanoğlu’ der.” Söz Uzuner’de!
Buket Uzuner: İstanbullular romanının asıl karakterini özellikle İstanbul’un bizzat kendisi olarak kurdum. Yüzlerce yıldır bizlere ev sahipliği yapan tabiatı bütün güzellikleriyle bize sunduklarına karşı delik deşik edip, parçaladığımız şehrin bizi insan sesiyle eleştirmesi için bir edebi oyun tabii… İstanbul’u da büyük imparatorların, sultanların gözdesi, şair ve gezginlerin dostu, görmüş geçirmiş ve feleğin çemberinden geçmiş, hâlâ güzel, dişi, zeki, güçlü ve bilge bir kadın olarak hayal ettim. Gerçekte böyle bir fâni olmayacağı için onu romanın anlatıcısı olarak başköşeye oturttum ve araya girip, açgözlü, fırsatçı, ikiyüzlü İstanbullulara ağzının payını versin istedim. Orada İstanbul’un sesi olarak aslında bir kadın, tabiat ana da ses veriyor; “Bana neler yaptılar ama o zalimler hep giderler, ben kalırım” diyor. Benim orada tuttuğum damar şehrin taşı toprağı, tabiat ananın damarı. O sırada, şimdi yazmakta olduğum tabiat dörtlemesine (Su, Hava, Ateş, Toprak romanları) dair hiç fikrim yoktu. İstanbullular’ı yazarken zaten İstanbul’u aldığı göçler ve tarihi nedeniyle sadece bir İstanbul olarak değil, Türkiye’nin bir kesiti olarak aldım. Bir şehri anlatmanın birçok yolu var, böyle çok göç alan, hâlâ taşı toprağı altın İstanbul için ben bir kapı metaforu olarak havaalanını seçtim. İstanbul gibi muhteşem bir şehri dört saatte anlatmaya kalkıp mekân olarak da havaalanına sıkıştırdığımı düşünenler de oldu. Bu da 21.yy’da her anlamda üzerimize çöken küresel ‘büyük birader’ ve tabiat katlinin yarattığı küresel ısınma boğuntusunun bir simgesidir aslında. İstanbullular, küçük ölçekte bir Türkiye romanıdır ve “Ben İstanbulum” dediği her yerde “Ben tabiat anayım” diyor.
Tabiatın milliyeti, ırkı yok, bu nedenle tabiata karşı işlenen bütün kıyımların ortak suçlusu insanlıktır. Kadim insanlık tarihinde tabiat anaya duyulan saygı, bütün canları onun parçası kabul eden inançlar, monoteist dönemle değişmiş, erkek insan tabiatın efendisi olmuştur. O zamandan beri tabiat talan edilmekte, hayvanlar, ağaçlar, her canlı insanın kölesi muamelesi görmektedir. Erkek egemen iktidar, tabiatı sadece doğuran, tahıl-besin ambarı, bir takım biyolojik cisimleri içinde barındıran bir nesne gibi görüyor, bunu mutlak bir gerçek gibi kabul ediyor, gözümüzü kapıyoruz. Toprağı alıp satıyoruz; işgal ediyor, fetih diyor, üzerinde ve içindekilerle sahip olduğumuzu sanıyoruz. İşgal ya da fethedilen yerlerdeki kadınlar ve çocuklar da mülk sayılmış yüzyıllarca… Çocuklar ve kadınlar da toprakla birlikte alınıyor, erkekler öldürülüyormuş. Bir toprak üzerindeki bütün canlıları, içindeki bütün bakteriler ve yaşayan bütün organizmalar ile birilerinin mülkü oluyormuş. Hâlbuki gerçekte böyle bir şey mümkün değil. Tabiat mutlaka bunun cezasını veriyor. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Bugün buna küresel ısınma diyoruz, yarın başka bir şey diyeceğiz. Nuh Efsanesi’nin çok biyolojik ve gerçek bir tabiat felaketi olduğuna inanmak için dindar olmaya gerek yok, çünkü kendisine ihanet edenlere mutlaka ders verir tabiat ve sonunda mutlaka galip gelir. Biz istediğimiz kadar keselim, biçelim. Tabiatın deprem gibi uyuyan bir devi, volkanları, sel, heyelan ve kıtlığı var. Bu kadar azmaya, her ağaca düşman, her dereye HES, her parka AVM, site yapmaya, betona, paraya ve güce tapmak nereye kadar? Sonunda su ve tohumu, toprağı koruyan dünyayı yönetir, derler ama bence son sözü daima tabiat söyler: “Buraya kadar insanoğlu” der.
Onu dinleyen olabilir, dinlemeyen olabilir. Dünya nüfusu öyle bir noktaya geldi ki bizim bildiğimiz böyle bir büyüklükte dünya nüfusu hiç olmadı. Bir biyolojik eleme olacağını düşünüyorum. Bu kadar had aşmaya bir cevap olacaktır. Üçüncü köprü, Kanal İstanbul gibi tabiatla didişmenin, şansını zorlamanın bedelleri maalesef acı olacak, bunu mutlaka tabiat bize ödetecek. Emin olun tabiatın hangi ihaneti hangi parti yapmış gibi bir derdi yok. İstanbul, Yeni Zelanda’dan Hindistan’a şu anda dünyada yükselen bir değer, insanlar merak ediyor, tanımak istiyorlar. Bahsettiğimiz İstanbullular romanımı Amerika’da “I am İstanbul” ismiyle yayımladılar. Ben orada henüz pek tanınmayan bir yazarım ama İstanbul adı bile inanılmaz ilgi çekiyor, kitap çok okunuyor. Ancak biz İstanbul’a iyi bakmıyor taşını toprağını, ağacını suyunu, balığını, boğazını talan ediyoruz. Aklımızı başımıza almazsak, İstanbul hiçbir zaman yok olmaz ama ona bu kötülükleri yapan bizler yok olacağız.
Nuh Tufanı da sınır geçildikten çok sonra oldu. Şu anda Amerika’nın bir yarısı selden yok olurken diğer tarafı kupkuru. Gökçe Ada geçen haftaki yağmurdan sonra afet bölgesi ilan edilsin isteniyor. Mesele bütün bu işaretleri okuyabilmektedir. Bir Nuh peygamberi beklememize gerek yok. İnsan aklı, bilim ve teknoloji tüm işaretleri gösteriyor. Burada klişe bir ‘kötüler ve iyiler’, ‘tabiat düşmanları, arsızlar ve tabiat-seven iyiler’den bahsetmiyorum. Çünkü iyi biliyoruz ki, hepimizin içinde iyi ve kötü var. Şu anda biz içimizdeki kötüyü terbiye etmiş iki insan olarak konuşuyoruz. Benim liseden başlayarak, hayatımın önemli bir bölümü fen bilimleri, biyoloji, çevre bilimleri eğitimiyle geçti. Çevre mühendisliği dersleri anlatarak, su projelerinde çalışarak hayatımı kazandım. Bunu anlatmamın nedeni tabiattan söz eden romantik bir edebiyatçı olmadığımı belirtmektir. Bilime insan aklının bir ürünü olarak bakıyorum ve insanlık için iyi kullanıldığı zaman mesela tıp birçok hastalığı tedavi ediyor. Bilimi de insanın kullandığını unutmamak gerekiyor. Mesela Hitler’in interneti olsaydı ne olurdu diye düşünürüm. Şimdi de birçok Hitler var. Bu açıdan bakınca Edward Snowden ve Julian Assange’ın cesaretini henüz takdir edecek kadar durumu farkında değiliz. Ben şahsen özgürlük ve mahremiyetimizi yok eden ‘internette kitlesel gözetleme’ (mass surveillance) konusunda yazarların imzaladığı dilekçeyi imzaladım. Şu anda ‘Tabiat dörtlemesi’ romanlarının SU’dan sonraki ikinci roman “Toprak”ta: Çorumlu bir genç bir hacker karakteri var. Onun odasında U2 ya da Sting yerine Asange’nin, Snowden’in posterleri var. Günümüzde mesela HES’lerin yapılmasına karşı çıkarak, onları hackleyen eko-hackerler bir çeşit resistance hareketinde, tabiat ana için savaşıyorlar.
Şehirleri insanlar kurmuştur ve bu yüzden hepsinin karakteri ve bir cinsel kimliği var. Ankara ve New York mesela, erkek karakterlidir. Sokakları cetvelle çizilerek yapılmış, düzgündür, binalar dikey büyür vbg… Tabii Amazonların kurduğu söylenen Güney Amerika’da antik bir şehir dışında şehirleri hep krallar, mimarlar, şehirciler yani hep erkeler kurmuştur. Bundan dolayı kadınların ihtiyaçlarının karşılandığı bir şehir henüz kurulmamıştır. Umarım bir gün olur. Kadınlara, çocuklara, engellilere çok daha insana değer veren bir şehir olacaktır o. Şehirlerin bazıları coğrafi yapılarına göre dişi. Biz bir şehri seviyorsak emin olun, kendimize benzeyen şehirleri seviyoruz. Ben 78 kuşağıyım, 1970-80’lerde Ankara’da ODTÜ ve Hacettepe’de okudum. Ankara’nın güzel zamanlarıydı, neredeyse bütün yazarlar Ankara’da yaşıyordu. Bir köşeden Atilla İlhan diğer taraftan Aziz Nesin geçerdi. Atilla İlhan’ın yanına gittiğimizde Uğur Mumcu ile Bülent Ecevit, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal’a rastlardık. Buna rağmen ben İstanbulluyum. Dünyada yaşamak isteyeceğim 4-5 şehir var; biri İstanbul, çünkü kendimi, kendime benzeyen bu şehirde bütün sorunlarına rağmen rahat hissediyorum. Çok fazla değil 10 tane falan tarihi olan, kozmopolit yapısı olan şehir var dünyada. Sonradan oralı olabilirsiniz. Sonradan Çorumlu, Lyonlu olamazsınız. Parisli, New Yorklu, İstanbullu olabilirsiniz.
İstanbul çok dişi, birincisi içinden su geçiyor. Su, hayattır, doğurganlıktır. Biz Avrupa ve Anadolu kısmını ‘yaka’ diye anarız ben İstanbulular romanında dişi bir yüklemeyle bir bacağı Anadolu, öbürü Avrupa’da içinden deniz geçen tek şehir olarak betimledim şehrimizi. Su, hayat, doğum suyu… Göç alması da doğurganlık işareti, yine dişi olma özelliği ile alakalı. Geçmişte kadınlara yazı yasaklanmış. Şairler bu yüzden hep erkek, kadınlar sözel edebiyatı, masal, ninni ve efsaneleri taşımışlar… E, erkek şairler de şehir anlatan aşk şiirlerinde -Heteroseksüel erkek şairler- aşkın mecazı olarak şehrin dişi halini kullanmışlar tabii. Yani hep dişi olmuş İstanbul. Paris, Roma üzerine yazılmış şiirlere bakın erkek şair, şehre hep kadın unvanı vermiş. Ben o yüzden bu romanı yazarken çok ikilemde kaldım. Bir klişenin devamı olmak istemiyordum. Bir şehri kadın ya da erkek yapan nedir diye çok düşündüm. Ankara dikeydir, New York’ta sokaklar adları numaralıdır ve erkekler sayılarla konuşmayı çok severler. Kadınlar sayıları değil, şekilleri seviyor. İstanbul yedi tepeli, Roma’yı kuranlar kurmuş İstanbul’u. Biz tabi AVM, betonlar, koca cipler geçsin diye büyük yollar yapıyoruz onlar tam tersine şehirlerini korumak için küçük arabalar yapıyorlar.
Kadın olmak sadece İstanbul’da değil bu bütün Türkiye’de hatta dünyada zor. Kadının insan haklarının henüz dünyanın her ülkesinde kabul gördüğünü söylesek çarpılırız. Gazetelerin üçüncü sayfaları kadın taciz ve cinayetleriyle dolu… İstanbul da artık çok cepheleşti. Kendisi gibi yaşamayanları komşu istemeyen, İstanbul gibi çok kültürlü bir şehir için hiç hayırlı olmayan tektipleşmenin yoğunlaştığı bir dönemdeyiz maalesef. Kadının hayatını gelenek adıyla kontrol etmek bence Doğulu olmakla ilgilidir. Japonya’daki kadına yapılan baskıyı gözlerimle gördüm. Resmi dini olmayan çoğunluğu Pagan, Shintoist olan Japonya’da kadınlar gelenek adı altında büyük baskı altında. Japonya’da beni tiyatroya götürdüler, ben beğendiğim zaman alkışlıyordum, İnsan öldürmüşüm gibi bakıyorlardı bana. Duygunu belli etmek onur kırıcı bir şey eğer bir kadınsan. Benim rehberim bakanlıkta çalışan, üç üniversite bitirmiş kültürlü bir kadındı. Caz çalıyorlarmış bir grupla. Bana “ben evliyim ve o erkeklerin hiçbiriyle de bir ilişkim olduğunu düşünme” dedi. O kadar baskı altında kadıncağız. Ben zaten hiç öyle bir şey düşünmemiştim. Mesela bir Türk kadını bunu açıklamaz. En baskıcı ortamda, aşirette yaşayan bir kadın bile Anadolu’da cenazede ve düğünde bağırır, çağırır, ağlar sevinir.
Buket Uzuner (Fotoğraflar: Sercan Sunmeyer)
Şu an gördüğümüz AVM, market, plastik su şişesi, konserve kutusunda salça vbg şeyler çok yapay. Ninelerimiz çiftçiydi. Saraydaki paşa kızları ve haremdeki köleler dışında çoğumuzun geçmişte köylü, toprakla ilişkisi olan kimselerdik. HES’lere karşı direnen, bildiğimiz şalvarlı köylü kadın ve adamlar aslında o geleneğin devamı. Hükümet bu insanların arkasında yabancı, kötü güçler olduğunu söylüyor. Ben gittim o direnişlere; arkalarında hiç kimse yok. Onlar bizim İslam öncesi kadim Kaman geleneğimizdeki Tabiat Tanrıçası, Tabiat Ana, Umay Nine’nin kızları ve oğulları. Jean Poul Roux “Türklerin Tarihi” adlı kitabında Türklerin tabiatla ilişkisini araştırıyor. Türkler bir ağacı kesmeden gidip ağaca sarılıyor, geyiği vurmadan önce geyikle konuşuyor, büyük bir vicdan muhasebesi yapıyor, onu yedikten sonra fazlasını tabiata bırakacağını söylüyor. İhtiyacından fazlasını tüketmeyen güzel insanlarmışız. Açgözlülüğümüz sonradan ve yapay.
Bu sadece biz de değil, dünyada böyle. Şehirle ilgili olarak da yapay bir durum var. AVM’lerin çok değerli mekanlar, bir statü merkezi gibiymiş gibi sunuluyor bize. Tabiatla ilişkimiz bu kadar iyiyken bugün bu kadar sevgisiz hale gelmemiz siyasetle de, okuduğumuz tarihle de alakalı. Hiçbirimiz Kamanlık ne bilmiyoruz. Tarih kitaplarında “Dede Korkut bir Kamdı, Ozandı, Dede Korkut bir Şamandı” diyor. Bize öğretmedikleri için birçok şeyi atlıyoruz, Kendi geçmişimizi hiç bilmiyoruz. Selçuklu’dan öncesi karanlıkta, 1071 Alpaslan’dan evvel yoktuk sanki… “Kutadgu Bilig” ile tekerleme gibi neredeyse alay ediyoruz. Eskiden Şamanlık veya Paganlıkta bütün dünyada tüm canlılar; bir yaprak, bir balık, bir yunus ile bir su damlası, bir ağaç ve insan eşitken tek tanrılı dinlerde tabiatın efendisi insan oluyor ve genellikle de erkek ve beyaz insan oluyor. Bütün peygamberler, yazarlar, krallar hep erkek.
Gezi Parkı’nın yeşille ilişkisi çok önemli bir referans bizim geçmişimiz açısından. Gezi Parkı olayları ağaç ile başladığında bana İspanya, Yunanistan, İtalya’daki yayıncılarım, gazeteciler “Gezi parkı direnişi birkaç ağaç ve yeşil alan için başlamış. Biz Türklerin hiç bu kadar tabiat-yeşil sever olduğunu bilmiyorduk” dediler. Neden olmasın, geçmişimiz kadim Kamanlık. Bir parkta dozerin karşısında oturan yaşlı kadın Tabiat Ana Umay’ın kızı aslında. Bu hepimizin içinde var, biraz deştiğinde çıkıyor. Babaannem vaktinde bütün bakırlarını plastik ile değiştirmiş, bir bakır mangal kaldı; sadece o kurtarılmış. Neden, çünkü modernleşmeyi yanlış anlatmışlar. Kadın, plastik kolaydır, uğraşmayacaksın öyle kalaydı, malaydı, modernleşeceksin falan… İnsanlara neyin iyi olduğunu anlatırsanız insanlar oraya doğru gidiyorlar. Hele de özlerinde varsa. Biz tabiata karşı insanlar değiliz bize yanlış anlatılıyor.
Orhan Pamuk’un müzeler ile ilgili çok iyi bir tanımı vardır: “Müzeler bak biz ne kadar medeniydik demenin, tarih boyunca neler yaptığını gururla sergilenmesinin bir başka şeklidir” der. İşte oraya gelebilmek için de 3-4 kuşak gerekiyor. Ben de babaannem gibi aynı eğitim sistemiyle büyüseydim, sadece doğurup çocuklarımı büyütmek, ailemi devam ettirmek sınırları içinde yaşamış olsaydım ben de elimdeki bakır mangalı verip, plastikleri alabilirdim… Eğitim; kendi değerlerini kavramaya, onlardan utanmak yerine onlara sahip çıkmanın bir yolu. Emek Sineması’nın, bu perspektiften bakınca İstanbul’un şehir mobilyalarından biri, açık şehir müzemizin çok değerli bir eseri olduğu söylenebilir. İçinden İstanbul hikâyelerinin geçtiği, şehrin ortak belleklerinden birini daha fazla para için yok ettiler. Çünkü paraları var görgüleri yok. Paranın tarihte asla alamadığı iki şey vardır: Görgü ve vicdan! Orayı yıkan AVM yapacak olanlar bir kere bile oraya gitmemiştir hayatı boyunca. Şimdi ağlaşmak yerine bize düşen yerel yönetimlere girmektir.
Kentleri, mahalleleri bizim adımıza yönetenler orada yaşamamış, farklı bir kültürden gelmişse, bizim hayatımız hakkında da verdikleri kararlar gerçekçi ve doğru olmuyor. Kimseye de danışmıyorlar. O halde Elimizde kalanları korumak için yerel yönetimlere girmeliyiz. Elimizi taşın altına sokmalıyız. Benim kendi kuşağıma ve benden öncekilere yaptığım özeleştiri şu; biz zannettik ki, kadın hakları ve birçok konuda biz demokratikleştik ve bunlar bizim elimizde kalacak. Bunları korumak için mücadele etmemiz gerektiğini yeni anladık. Bir aşk bittiğinde aşkın değeri ancak anlaşılır. Çünkü kaybetmeye başladık. Emek Sinemamızı kaybettik, Gezi Parkımızı kaybediyoruz. Bunlar sembolik değerler ve o kadar da bizi birbirimize bağlayan şeyler… O yüzden şimdi ben bu kadar işimin arasında küçücük Moda Mahalle Muhtarlığı’na zaman ayırıyorum, Moda Mahalle Muhtarlığı Meclisi’ne katıldım. Bunu 20 yıl önce yapmazdım çünkü birileri yapıyor zannediyordum; birileri yapmıyormuş.
Bizim gençliğimizde varoş dediğimiz gecekonduları tek tek gezerdi Rahşan Ecevit, oradaki kadınlarla konuşurdu. Seksen cuntasından öyle bir kopma oldu ki o ruh, iletişim kesildi. Sonrasında eğitimli kentli kadınlar gittikleri Anadolu’da halkla hiç iletişim kurmadılar. Özellikle, subay, öğretmen eşleri çok kapalı kaldılar. Bunun tabii ki sebepleri var siyaseten tehlikeli gösterildi bu bilinçli olarak. Onun yerine tamamen dini referanslar üzerinden, fukaralık edebiyatı, sadaka, bağış kondu. Şimdi geldiğimiz noktada o insanlar da mutlu değiller, o insanlarda farkındalar kendilerine sadaka verildiğinin. Varoş kültürü ve kent kültürü arasındaki iletişimi yeniden kurmak zorundayız. Biz ve onları kaldırmak zorundayız.
Bir dönem ODTÜ’de çevre mühendisliği bölümünde asistanlık yaptım. O zaman termik santraller çok gündemdeydi. Anlattığım ders de termik santrallerin yarattığı sorunları içeriyordu. O dönemde Özal termik santral yaptırıyordu, derste bunların tehlikelerini anlatmak bile sorun olmuştu. Şimdi de nükleer santrale karşıyım dediğim her an birileri çıkıp karşıma şunu diyor : “Bu romantik cehalet”. Ben çevre mühendisliğinde bu dersi anlattım. Biz de temiz güneş, su ve rüzgâr enerjisi kullanılmalıdır. Bu enerji kaynaklarının kurulumu pahalı, atıkları zararlı diyorlar. Yanlış biliyorlar. Çevre hesaplarında mutlaka ÇED ve kar-zarar hesabı, fizibilitesi yapılır. Zaten hiçbir şey insan hayatından pahalı değildir. Nükleer santralin vereceği zararı artık herkes biliyor. Kaç kuşağı etkiliyor, çoluğun, çocuğun gidiyor, toprak gidiyor. Bütün canlılar birbirine bağlı, birini çıkardığında denge bozuluyor. Bizi kandırıyorlar. Bizi çok kandırıyorlar!