Raşit Karaaslan tasarımlarının markası MOBİ'ye "archesa"yı ekledi. MOBİ'yle aynı kaliteyi tutturan ama daha ekonomik olan bu markanın lansmanında Raşit Karaaslan ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Yurtdışı fuarlarına Türkiye’den katılan ilk firmalardan birisi olmasıyla tanışıklığımız var Raşit Karaaslan ve markası MOBİ ile. İstanbul Güzel Sanatalar Akademisi’nden mezun olan iç mimar, askerlik dönüşü tesadüfen iş sebebiyle gittiği Bursa’da kalmayı tercih ediyor ve tasarımlarının hikayesi orada başlıyor. İsterseniz sohbetimizle devam edelim…
1975 yılında eski adı İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, yeni adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nin İç Mimarlık Mühendislik Tasarım Bölümü’nden mezun oldum. Okul bittikten sonra askerliğe kadar olan dönemde değişik ofislerde mekan tasarımı üzerine çalıştım. Askerlik dönüşü Bursa’da tesadüf eseri bir ofis düzenleme işi aldım. Bursa’ya gelip giderken, artık havası, suyu, dağı mı etkiledi bilmem ama İstanbul’dan sonra sanayisi kuvvetli ama o kadar da büyük olmayan küçük bir şehire taşınma fikri beniçok cezbetti. Sonrasında buraya geldik ve yerleştik. Önceleri bir ofiste gerek proje bazlı gerekse anahtar teslim iç mimarlık, taahhüt işleri yaptım. Sonra 1983 yılında ilk mobilya mağazamı açtım. Bursa’nın Çekirge semti vardır, Bursalılar çok iyi bilir. O zaman gündemde olan bir semtti. İstanbul’daki zamanın Rumeli Caddesi gibi bir cadde, orada işte. İlerleyen dönemde tabii bir üretim zorunluluğu oluşmaya başladı. Ve böylelikle üretime de yavaş yavaş başladık.MOBİ’nin aslında başlangıcı işte 1983’e kadar dayanıyor. Dolayısıyla bu sene otuzuncu seneyi tamamıyla doldurmuş durumdayız.
Bugüne kadar, felsefe olarak sadece bir takım şeyleri tasarlayayım, üreteyim, sonra da gidip satayım gibi tutmadım hedefimi. Ürettiğim mobilya dünya bazında kalitesi kabul edilebilir olsun istedim. Sadece burada değil, dünyanın herhangi bir başka noktasında da satılabilir olsun. Bu nedenle de bir takım ticaret fuarlarına katılmayı hep firma olarak önemsedik ve girişimlerde bulunduk. Sonuç olarak 1989’da yurtdışı fuarlarına katılmaya başladık. Önce Hollanda’ya gittik. 1994’te Köln Messe’de fuara katılan ilk Türk firmasıydık mesela. İlerleyen zamanda da Köln Messe’ye hiç ara vermeden 15 yıl boyunca katıldık. Yurtiçi fuarlar da önemliydi tabii. 8 sene önce İstanbul Fuarı’ndaydık mesela. O sene, fuarın ilk kurgulanması aşamasında MOSDER Türkiye Mobilya Sanayiciler Derneği’nde yönetim kurulu üyesiydim. 2 dönem yönetim kurulu üyeliği yaptım.
Şu anda mekan tasarımının ötesinde mobilya tasarlıyorum, üretimi de kendimiz yapıyoruz. Bir dizi mobilya koleksiyonumuz var, tüm dünya pazarımız diyebilirim. Öbür yandan da projeden, iç mimarlık mesleğinden koptuğum söylenemez. Arada taahhüt işleri de yapıyoruz.
Kesinlikle evet. Yani şöyle söyleyeyim, farkında olmadan bir şekilde terbiyesini alıyorsunuz. Biz Köln’deki fuara ilk gittiğimizde tasarım olarak insanlara cazip gelen mobilyalar ürettiğimizi farkettik. Ancak kalite olarak, ürünün fonksiyonelliği olarak, veya başka bir takım unsurlarda geride olduğumuzu, batının bizden çok daha ilerde olduğunu gördük. Dolayısıyla bu deneyim ile zaten isteseniz de istemeseniz de kendi üretiminizi o standarda getiriyorsunuz. Aksi takdirde rekabet etme gücünüz zaten hiç olmaz.
Biz seri anlamda üretim yapan, çok büyük stokları olan bir firma değiliz. Daha ziyade, konvensiyonel yöntemlerle üretim yapıyoruz ama bunun yanı sıra çağdaş makineleri kullanıyoruz. Biraz insan becerisini, emeğini de işin içine katıyoruz. Dolayısıyla yurtdışındaki fuarlardan öğrenmedik diyemem. Aksine çok şey öğrendik.
Bunları sadece mobilya için de demiyorum. Hangi işi yaparsanız yapın, başkaları da öyle ya da böyle üretiyor aynısını. Onlarla rekabet edebilmeniz için 3 ana unsurdan bir tanesini çözmeniz lazım, ki o da “kalite”. Hani estetik konusu tamam, o sizin tasarım gücünüzle ilgili. Bir diğeri de fiyat biliyorsunuz. Ne kadar ucuza mal edebilirseniz, o kadar kişiye ulaştırabiliyorsunuz. Özet olarak, evet fuarlar bizim için çok öğretici oldu.
Trend var evet. Ancak o trende girmesem bile yıllardır oluşturduğum kendi tarzımda devam ediyorum diyebilirim.
Ben tam anlamıyla “güncel” diyorum. Modern belki ama, minimalist değil. Biraz detaycıyım. Benim ürünlerime baktığınız zaman emek harcanmış olduğunu hemen farkedersiniz. Bu da bence bir miktar zenginlik katıyor. Yalın çizgilerden biraz uzağım ama estetik kaygıyla, fazlaca süsleyerek kötü işler çıkardığımı düşünmüyorum.
Seyahat ettiğiniz zaman bile, gözlemlediğiniz ya da gördüğünüz şeylerden etkileniyorsunuz. Dolayısıyla onu yaratmak istediğiniz işe yansıtıyorsunuz. Aslında biraz önce bahsettiğimiz trend, burada ortaya çıkıyor, var aslında. Mesela bir takım oryantal desenlerin mobilyaya girişi, geçtiğimiz 2-3 yıl, belki 5 yıl öncesinde oldu. Bizim ürünlerimizde de, Osmanlı ya da Selçuklu literatüründen geçmiş desenler var. Bu desenler günümüzde CNC makineleriyle, gerek çizgisel gerekse rölyef olarak uygulanabiliyor. Eğer bu desenleri aşırıya kaçmadan mobilyaya aktarabilirseniz o zaman çok hoş bir tarz çıkabiliyor. Benim yaptığım da o aslında. Çizgisel olarak desenlerin her bir parçasını ben kendim tasarlamıyorum ama mesela Endülüs ferforjelerinden etkilenerek yaptığım Granada isimli bir model var. Ya da, Osmanlı’dan esinlenip yaptığımız Ottoman koleksiyonumuz var. Şimdi “archesa” için Oriente isimli yeni bir seri yaptık. O desen mesela Ortadoğu orijinli oryantal bir desen. Veya, Kos’ta bir Osmanlı Camisi var. Onun külliyesindeki bir yapının pencerelerinin önünde demir parmaklıklar vardı. Ben o deseni bir iskemlede kullandım, adı da Kos oldu. Bir Yunan adasının ismi ama Osmanlı deseni. Kapının bir bölümünde New York ana garındaki bir detaydan etkilenmiştim onu uyguladım. Esinleniyorum evet ama bütün mesele asında ölçüyü iyi tutturmak, tıpkı yemeğe katılan tuz gibi.
Ben doğal malzemeleri tercih ediyorum. Büyük miktarlarda seri üretim yapmadığımız için doğal malzeme kullanmak hem işime geliyor hem de seviyorum açıkçası. Mesela ürettiğimiz dolapların arka panellerinde bile biz hiçbir zaman melamin kaplanmış malzeme kullanmıyoruz. Oralarda da gerçek ahşap kaplama kullanıyoruz. Üstünü de bildiğimiz klasik yöntemle cilalıyoruz, öyle kullanıyoruz. Tek fark, önde ceviz kullandıysak, arkada kayın, daha ekonomik bir malzeme tercih ediyoruz sadece. Ama kaliteden hiçbir zaman ödün vermiyoruz. Metal ve imitasyon olmayan deri kullanıyorum zaman zaman tasarımlarımda. Ahşap,metal ve deri… Bu üçlüyü aslında birbirini çok iyi tamamlayan doğal malzemeler olarak görüyorum.
Plastik esaslı poliüretan gibi hiçbir zaman geri dönüşü olmayacak malzemeler kullanmıyorum. Belki bu tip malzemeler kullanarak çok üretim yapıp ürünü ucuza mal edebilirim, böylelikle bahsettiğiniz demokrasiyle daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirim ama benim felsefem bu değil. Zaten ben sadece tasarlayan değilim, bu firmada ikinci bir kimliğim var. O da ürettiklerimi satmak.
O bir şans aslında. Ve bulunduğum konumdan çok memnunum.
Şimdi, işin bir tasarım tarafı var, orada sizi sıkan hiçbir unsur yok. Piyasa ya da çevreyle sizi doğrudan etkileyen bir baskı yok. Ama bir firma sahibi olduğunuz zaman, o firmanın yaşayabilmesi için satış yapmanız, sattıklarınızdan kar etmeniz, yani bir süreklilik oluşturmanız lazım. Şimdi ilkinde çok rahatım ama ikincisinde yapmam gereken zaman zaman farklı bir takım aktivitelerin olması gerektiğini görüyorum. MOBİ, evet çok kaliteli ürün yapmaya çalışıyor, tasarım gücü fazla, ürünlerde kullandığı malzemelerin parasal girdi olarak maliyetleri fazla, işçilik fazla. Dolayısıyla satış değerleri de yüksek. Bu rakamlarla da, bahsettiğimiz tasarım demokrasisini ben kendi içimde ne yazık ki oturtamıyorum. Yani her noktaya satma şansına sahip olamıyorum. O yüzden 1-2 çizgi segment aşağıda, her kesime hitap edecek yeni bir hat, yeni bir çizgi oluşturma gereğini hissettim. Bunun bir başka nedeni de piyasanın daralması. Piyasa şartlarının sizi zorladığı dönemlerde başka bir kulvarda da hareket edebilme şansını yakalayıp, açılan boşluğu burdan kapatmak gibi bir endişe. Zaten büyük markalara baktığınız zaman bunu hep görürsünüz. Giyimde de var, Vakko ve W mesela…
Biraz daha minimalizme yaklaştı diyebilirim. Daha ekonomik olması için de işin tamamen insan emeğiyle ilgili olan kısmını azaltıp, makinelerin yaptığı kısmını çoğaltmak kaygısıyla hareket ediyoruz. Böylelikle daha hızlı ve daha kolay üretiyoruz.
Evet, zaten hedef de o değildi. Çıkış noktası asla o olmadı. Çünkü kaliteye bir alışkanlığımız var artık, onun terbiyesi yerleşti, istesek de bozamıyoruz zaten. Başka taraflardan kazanç sağlamalıyız. Bunun en önemlisi tekrar söylüyorum, çok üretmek, kolay üretebilmek. Miktar olarak çok ürettiğiniz zaman, üretim kısmında daha kolay yol alabildiğiniz zaman zaten ürünü ucuza mal ediyorsunuz. “archesa”nın çıkışı aslında tamamen bu ve çok yeni daha.