Gazeteci yazar Banu Güven ile güncel kent meselelerinden HES'lere pek çok konuyu konuştuk.
Banu Güven’in kentsel meseleler, çevre sorunları ile ilgili olarak ekranlardan kimi zaman bakanlara, kimi zaman uzmanlara, STK’lara sorduğu soruları bu kez biz kendisine yönelttik. Keyifli söyleşimiz Güven’in “Roboski Adalet İstiyor” isimli yeni belgeselini tebrik ederek başladı. Kentsel meseleler ve medya konusunda “Alacağın inşaat ihalesi ile ilgili endişen varsa iktidara göbekten bağlısın” diyen Güven,”Bu iktidar memleketin toprağından, suyundan mümkün olsa havasından da rant yaratmaya çalışıyor. HES’ler bu işin en acıklı tarafı. Veysel Eroğlu su boşa akar diyor. O su boşa akmıyor” dedi. Söz Güven’de!
AKM tadilata girmeden hemen önce İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenen “Operation: Orpheo”ya ev sahipliği yaptı. Eser olağanüstüydü. Ama zannederim, AKM kapanacağı için biraz boşlanmıştı. Üç defa elektrikler gitti. Işık o oyun için çok önemliydi. Çünkü ışık ile dekor birleşiyordu ve hakikaten muhteşem bir görsellik çıkıyordu ortaya. Elektrikler gitti, her seferinde uzun süre gelmedi, ama seyirciler büyük bir sabır ve nezaketle beklediler. Oyuncular açısından çok zordu. Dansçılar ve koro oldukları yerde kalıyordu, ama onlar da çok profesyonelce devam ettiler. Bütün bunların üzerine, bir de oyuncuların ve koronun önünden bir kedi geçti. Oyuncular sahneye derinlik veren bir çerçevenin içinde yatıyor ve partisyonları oradan seslendiriyorlardı. Kedinin oyunun içinden ağır ağır, gerine gerine geçişi üzerine herkesin konsantrasyonu dağıldı, sonra yine toparlandı. İşte AKM Büyük Salon son temsiline böyle evsahipliği yapmıştı. Tüm altyapı sorunlarıyla kendisine yatırım yapılmadığını ve adeta gözden çıkarıldığını hatırlatarak.
AKM’yi eleştirenler olabilir ama ait olduğu dönemin mimarisinin iyi örneklerinden biri bence. O binaya hem içten hem dıştan bakmak gerekir. Dışarıdan baktığınızda ön cephesindeki konstrüksiyonun verdiği güzel bir derinlik vardır, bir şey anlatır. Gece ışıkları yandığında çok güzel görüntüsü vardır. Lambaları ve merdiveni bu dikkate alınarak tasarlanmıştır. İçeriden baktığınızda da Taksim Meydanı’nı çok güzel görürsünüz. Bütün salonlarına gitmişimdir, bence hepsi de görevini yerine getirecek salonlardı. Ben bu güzelliğin kaybolmasını istemeyenlerdenim. Mimari kimliğinden başka belleğimizdeki kültürel hatıralarıyla da varlığını sürdürmeli. Klasik sabah beş, akşam dokuz mantığından ziyade kapıları geç saatlere kadar açık olan, insanların meydandan girip içeride sergi gezebilecekleri, kitap alabilecekleri, kütüphanesine girip çıkabilecekleri, ufak tefek etkinlik programlarına katılabilecekleri bir yer olmalıdır. Paris’teki Centre Georges Pompidou bunun için iyi bir örnektir. En üst kata çıkılır, sergi dolaşılır, sinemaya gidilir ve kapısında insanlar müzik yapar… Kültür merkezinin önü de bir yaşam alanıdır.
Birincisi, bunun politik bir yanı olabilir. Taksim Meydanı, Türkiye’nin en değerli alanı. İstanbul Türkiye’nin en canlı ve en kozmopolit yeri. Taksim de oranın göbeği. Dolayısıyla toplumsal, siyasi ve ekonomik açıdan da çok önemli bir yer. Bütün siyasi iktidarlar bir şekilde sembollerini orada kullanmak istemiştir. Gezi Parkı uzun süre “İnönü Gezisi” olarak adlandırıldı. Meydana 1960’tan sonra dikilen Süngü Heykeli, askeri vesayeti simgeliyordu. AKM de adı üzerinde bir şey anlatıyor. Sadece mecliste sadece oturup çoğunluğu elinde tutmakla iktidar olunmuyor. Toplumsal bir boyutu da var. İktidar, AKM’yi geçmişin Kemalist elitine ait bir yapı olarak görüyor muhtemelen. İkincisi ise işin rant kısmı. Yeni bir bina, kongre merkezi yapılırsa ihale kime verilecek, kimler oradan para kazanacak? Birilerini iyice zengin edecek bir proje.
Çok doğru bir noktayı yakalamışsınız. Bravo (Gülüyor). Hans, Helga, Katerina böyle ”güzellikler” yaşamıyor. Başbakanın kendi iktidarını sağlamlaştırmak için kullandığı stratejilerden biri de sosyal statü açısından eksiklik hissi olanlara, Batı karşısında infial içinde olanlara böyle bir sinyal çakmak. Diyor ki, bu güzellikleri bir tek Batılılar mı yaşayacak. Büyük daireler, apartmanlar, geniş bulvarlar, duble yollar, refahı çağrıştıran ne varsa hatırlatarak bu duyguları kaşıyor. Bu bir taktik. Bu iktidar döneminde sınıf atlayan, zenginleşen, vergisi düşük ticari aracıya memlekete gitmek yerine farklı tatil seçeneklerine kavuşan, daha fazla hayata müdahil olan bir kitle oluştu. Bu da iktidarın gücünü pekiştiren etkenlerden oldu. Ranta dayalı zenginleşme sistemiyle birlikte köyde arsası olan bir insan orası imara açılsın isteyebiliyor. Rant merakı sadece iktidara ve büyük müteahhitlere ya da belediyelere has değil, toplumun bazı kesimleri için de rant cazip bir seçenek.
Başbakan kendini otoriter bir baba konumunda görüyor. Sizin kaç çocuk yapacağınızı söylüyor, hey şeyinize karışıyor. Herkes için en doğrusunu o biliyor. Kafasındaki modelle diğer çocukları eğitmeye çalışıyor. Mutluluktan anladığı neyse onun diğer insanlar için de hayata geçmesini istiyor. Geleneksel ailedeki bu otoriter baba figürü Türkiye’nin siyasi kültüründe var. Asker de bu millete ne yapması gerektiğini söylerdi, CHP de öyleydi. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin genlerinde olan bir şey. Sistem karşıtı olan da aynı yapı taşlarıyla oluşmuş. Otoriter ve ataerkil, militarist tavır bugün de aynen Erdoğan ile sürüyor.
Serkan Ayazoğlu ve Banu Güven
Aynen burada büyük bir tutarsızlık var. Onların ihtiyacı nükleer santralin en güvenli enerji olduğuna inanmak. Orada para dönecek, bir takım çıkar ilişkileri oluşacak. Buradan rant elde edileceği için enerji ihtiyacını karşılayacak farklı yollar denenmiyor. Kanal İstanbul Projesi de çok kişiyi zengin eder. Her yol paraya çıkıyor. Türkiye’de bu para işleri için bahane olarak kullanılan bir “gelişme fetişi” var. Mesela Başbakan üçüncü köprüyü de ”Yol medeniyettir” diyerek savunuyor.
Bir yazınızda kadın sığınma evlerindeki yetersizliği belirterek, belediyelerden kadın sığınma evleri inşa etmelerini istiyorsunuz. Halen yaklaşık 35 ilde sığınma evi yok. Bu durumun yaklaşan yerel seçimlerde HDP dışında kadın adayların azlığının ile etkisi var mı?
Kadının bağımsız bir birey olarak varlığını sürdürmesi kuralları koyan erkekler için bir tehdit. Bu yüzden Türkiye’de bu çıkmazı zorlayıp kurtulmak isteyen kadınlar için yeterince imkân tanınmıyor. Bir takım konularda belli çalışmalar yapıldı ama toplumsal cinsiyet başlığı altında değerlendirirsek bir takım alışkanlıkların değişmesinden yana değil bu iktidar. Bütün değer yargılarıyla ilgili bu durum. İsteniyor ki kadın evine dönsün, aile dağılmasın.
Ben HES’leri soruyordum. Eroğlu da biz kaç tane ağaç diktik diyor. Biz izleyici için oradayız. Ben bir takım soruları sorarken cevabını nasıl alacağımı bilsem de izleyiciyi de soru sorar haline getirmek, cevap bulmalarını sağlamak benim görevim. Belli konularda kaçış yok. Dere kuruyorsa, kuruyordur. Onu gösterdiğinde karşındaki bir takım bahaneler üretmeye çalışır. İzleyici inanmak isterse inanır, istemezse inanmaz. Konuşulması gereken konuları gündeme getirerek bir baskı da oluşturmaya çalışıyoruz. Ama o mekanizma çoktan dağıldığı için öyle bir durum da kalmadı. Son yıllarda medya darmaduman oldu. Medyanın baskı unsuru olma özelliği tamamen ortadan kalktı. Bir zamanlar biz soru sorarak sıkıntı yaratabiliyorduk.
Halk sağlığı konusunda bile böyleydi. Prof.Dr. Onur Hamzaoğlu çok değerli bir araştırma yaptı. Dilovası’nda kanserde ölüm oranlarının yüksek olduğunu ortaya koydu. Bu araştırmanın üzerine mecliste oradaki sanayileşmeye dur denilmesi konuşuldu. Ama tabi ki sanayileşme durmadı. Onur Hamzaoğlu’nun bulduğu sonuçlar haber niteliğindeydi ve hoca onları paylaşmak istiyordu. Hakkında soruşturmalar açıldı, hiçbir yere çıkarmadılar hocayı. Benim de tam yayını bıraktığım haftaydı. Kendisini çıkarmayı düşünürken Sağlık Bakanlığı’ndan birisi ekranlara çıktı. Böyle bir ortamda nasıl çevre konularında veya başka konularda yayın yapacaksınız? Ben de nasıl yayın yaptığımıza şimdilerde şaşırıyorum. İktidarın daha güçlü bir şekilde ayakta tutan, bilmem nerde inşaat yapan adam memnun olmayınca bu size kadar yansıyor. Büyük Anadolu Yürüyüşü vardı. Kaç yerde gördünüz haberini?
Erdoğan Bayraktar, bir kara kutu. Kim bilir neler biliyor… Bakın hala partide. O çıkışına rağmen. Bayraktar, inşaat sektörünün ekonominin lokomotifi olduğunu söylüyordu. Birikim Dergisi’nin özellikle “İnşaat Ya Resulullah” sayısını herkese tavsiye ediyorum.
Bayraktar’ın açıklamasının çok daha öncesinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız bana bir program sonrasında Bakanlar Kurulu’nda HES’lerin çok abartıldığının konuşulduğunu söylemişti. Bu iktidar memleketin toprağından, suyundan mümkün olsa havasından da rant yaratmaya çalışıyor. HES’ler bu işin en acıklı tarafı. Veysel Eroğlu su boşa akar diyor. O su boşa akmıyor. Roboski’ye giderken de baraj çalışmaları gördüm. Çevrenin nasıl etkilendiğini anında görüyorsunuz. İnsanların suya erişimini engelliyorlar. Her zaman su aldığınız dereye gittiğiniz zaman birinin gelip, hop geçemezsin burası özel mülkiyet diyecek olması akıl alır gibi değil. Dereleri parça parça birilerine satıyorlar. Suya erişim hakkı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bile konusu olabilir.
Bir başka Bakan Mehmet Şimşek bana Hasankeyf Ilısu Barajı ile ilgili projenin tamamen örgüte karşı yapıldığını söyledi (PKK’yi kastediyor). İçini dolduruyorlar ki örgüt üyeleri geçemesin. Onu da yayından sonra söyledi tabii.
Rant ekonomisinde her olayı paraya çevirme varken yeşil alanla neden uğraşalım diye bakılıyor. Ağaçlarıyla, gölgeleriyle, koşu alanıyla, yeşilliği ile kaç tane alanımız var? Yok… Küçük ama biraz Gezi, biraz Maçka, Süper Fransız saray bahçeleri şeklinde düzenlenmiş Göztepe Parkı var. Bunlar ve sahil yollarındaki düzenlemeler de dışında park yok…
Başbakan’a soru sorulamaması yeni bir şey değil. Başbakan’a yazdığım açık mektupta da vardı. Pamukova tren kazasının ardından 2004’te ”Ulaştırma Bakanı istifa edecek mi?” diye soran muhabire ”Sen hangi gazetedensin?” diye çıkışmıştı. Akif Beki’nin basın danışmanı olduğu günlerde üç muhabirin Başbakanlık akreditasyonları iptal edilmişti. Ne oldu? O kurumlar başbakanlığa yeni isimler bildirdiler. Yani, medya bu durumu besledi. Yemek zorunda kalacağın cezalar, alamayacağın inşaat ihaleleri, olası ekonomik kayıplar sebebiyle korkuyorsan, ya da alabileceğin ihale ile ilgili endişelerin varsa iktidara göbekten bağlısın demektir. Başbakan antidemokratik şekilde cezaevine girmiş, çıktıktan sonra ben değiştim falan demişti. İnsanın demokratikleşmesi için illa ki özgürlüklerinden mahrum edilmesi gerekmiyor diye düşünüyorum. Partiden dershane tartışması sonrasında istifa eden İdris Bal Başbakan için, “Ne zaman muktedir oldu, o zaman aslına döndü” demişti.
Sözünü ettiğiniz söyleşiye gelince: O dönem Ergenekon iddianamesiyle ilgili dosyaların eklerinde ilgili ilgisiz kişilerin özel hayatlarına dair ayrıntılar da bulunuyor, bunlardan bazıları, mesela hükümeti destekleyen Star gazetesinde, manşetten yayınlanabiliyordu. Benzer bir durum Uğur Dündar’ında başına gelmişti. Eşinin seyahatleri vs gibi lüzumsuz bazı konular basına yansımıştı. Uğur Dündar da anahaber bülteninde Başbakan’a seslenerek ”Kendi eşinizle ilgili benzer durum olsa ne yapardınız?” diye sormuştu. Bu soruyu Başbakan’a ikinci kez soran olmadı. Ta ki bizim söyleşimize kadar. Konu edilen kişinin kim olduğu önemli değil burada. Gazeteciyseniz, bu konuyu gündeme getirmek için haksızlığa uğrayan kişiye yakın olmanız da gerekmiyor. İşiniz bu. Gündemle ilgili soru sormak. Başbakan sinirlenmişti bu konu açılınca. Sesi giderek yükseldi ve konu Aydın Doğan’a kadar geldi. Bir cevap alamayacağımı anladım. Daha sert sözlerin sarfedilmesinden endişe ettiğim ve o program içinde ilgili kişilere cevap hakkı tanıyamayacağımız için takip sorusu da sormadım. İlgili kişilerin kendi programlarından tartışmanın devamını getireceklerini de düşündüm. Başbakan program bittiğinde vedalaşırken “Banu Hanım, yaptın yine yapacağını” dedi. Ben de ona ”Ben işimi yapıyorum” gibi bir cevap vermiştim. Bu arada, ertesi gün Uğur Dündar’ın, Başbakan’a sorusunu ve isyanını hatırlatmış olmama rağmen, benim için bir yerlerde “mikrofon sehpası” demiş olduğunu duydum. Başbakan’a cevap vermediğim için kızmış!
Doğrusunu söylemek gerekirse pek değilim. İstanbul’da yarış Topbaş ve Sarıgül arasında geçiyorsa, nasıl umutlu olabilirim? Yalnızca HDP potansiyelinin biraz üzerinde oy alabilirse, bu katılımcı demokrasi konusunda kuvvetli bir irade beyanı olur diye düşünüyoru