“El, Beyin ve Göz Koordinasyonunu Sağlamak Mecburiyetindeyiz”

CM Mimarlık'ın kurucusu Cem Sorguç ile projeleri, tasarım süreçleri, İstanbul'un güncel değerlendirmesi, edebiyat ve müziğin mimari anlayışıyla nerelerde kesiştiği gibi konularda keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Aslı Uzunkaya: Ofisinizin işleyişininden, çalışma tarzınızdan biraz bahseder misiniz? Daha önce yayınlanan bir röportajınızda ofisin çok sakin olduğunu, işlerin sükunetle yürüdüğünü hem siz hem de çalışan arkadaşlar belirtmiş. Özellikle bu konuya değinsek…

Cem Sorguç: Sakin, hala öyle galiba, değişen pek bir şey yok. Niye sakin, ben de bilmiyorum ama bir süre sonra tepkime haline geliyor. Tabii sessiz olunacak, kimse konuşmayacak kaygısı yok, kendiliğinden oluşan bir durum. Aslında o sakinliğin içerisinde epey de matrak bir ofis. Ofisin kendi içindeki dinamiğini ve işin dışında çalışanlar arasındaki sosyal formatını çok önemsiyorum. Onu da bir şekilde kollamaya çalışıyorum. İş yapıyoruz, hepimiz profesyonel hayatın içerisindeyiz ancak sonuçta hizmet sektörünün içindeyiz ve her şey maalesef o kadar kolay olmuyor. En azından bir işi yaparken o agresyonu buraya mümkün olduğunca taşımamak gibi bir derdim var. Ama zaman zaman bizim de ivmemiz artabiliyor tabii, projelerin teslimine bağlı olarak. Sükunetin hakim olduğu bir atölye ortamı sağlamaya çalışıyorum. O da var şu anda herhalde, yıllardır bozmadığımız bir şey.

AU: Projeler nasıl ilerliyor? Bir proje geldi mesela, sonuç ürün çıkana kadar, genelde bu şekilde ilerler diyebilir misiniz?

CS: Yok, diyemem.Öyle gelişmiş bir yöntem yok. O bence çok deneysel bir şey. Herkesin iş yapma tarzı farklı, o mimariyi de belli ediyor bence. Süreç nasıl ilerliyor dersen; çalışmamız gereken herhangi bir nokta, yer, mevcut yapı gelirse ilk etapta bir sindirme süreci yaşanıyor. Bu her zaman uzun boylu olmuyor, genelde belli de olmuyor. Bazı şeyler bir ay sonra da başlayabiliyor, sanki kenarda bırakılmış zannedilse de o bir ay süresince üzerinden geçmiş oluyoruz. En azından ben çok taşıyorum, lafı konulduktan sonra o iş artık benim defterime girmiş oluyor. O süre zarfında artık biraz demleme yani müşteriyle ilişkiyi kurgulama, yapıyla ilişkiyi kurgulama, onun programını geliştirme gibi birtakım şeyler zaman içerisinde biraz ele gelmeye başlıyor. O ele geldikçe tabii artık dillenmeye başlıyor, kabına sığamaz hale geldiği noktada ofisin içinde dağılmaya başlıyor. Bu arada bir konsept oluştuktan sonra herhangi bir hiyerarşik dağılım ve projenin filizlenmesi söz konusu değil. Çünkü bizim ofisimiz büyük bir ofis değil, çok küçük bir ofis de değil. Ne ölçektir dersek; Batı için küçük bir ölçek, Türkiye için de ortanın altı bir ölçek diyebilirim. Dolayısıyla burada hiyerarşik bir düzen kurmanın çok da doğru olduğunu düşünmüyorum zaten. Az önce o sükunetin içinde bahsettiğim kollektif iş yapma becerisinin aslında bunu da içerdiğini düşünüyorum. Muhtelif zamanda çalışılan projelere hakim olan arkadaşlarım var. Kimisi konut, ofis, iç mekan… gibi alanlarda daha çok kalem oynatmış olduğu için daha hızlı yol alabiliyor. Ancak onu da konut, ofis çizenler diye ayırmıyorum, bunların hep entegre ve birbirine geçen bir hale gelmesini kollamaya çalışıyorum. Aslında işin akışı böyle oluyor. Şantiye ve binanın gerçekleşmesi işine girildiği noktada ise işin hızı birden artıyor tabii, işte o anda o küme birden çoğalabiliyor. Çoğalmasını da istiyorum. Bir anda o proje herkesin ulaştığı bir proje haline geliyor. Hafifledikten sonra yine başka noktaya geçilebiliyor. Herkesin bir kalemi oluyor zaten, ama böyle zamanlarda birtakım kaydırmalar oluyor. Herkes aslında her projeden haberdar bizim ofiste.

AU: Arkiv Seçkileri’nde 2 adet binanız var. Göktürk U4 ve Doğuş Holding Yönetim Binası. Biraz bu projelerden bahsedebilir miyiz?

CS: İkisi de bizim çok yeni bitirdiğimiz projeler. Üzerinden ay mertebesinde geçti aslında. U4 projesi bizim yoğunluklu olarak çalıştığımız Eyüp, Göktürk’te, bir köşe bina. Kolay bir arazi değil orası. Köşe bina olması nedeniyle kıymetli bir yer, ama arazinin konturu itibariyle de güçlüğü var. Konut yapınca Türkiye’de mimarlığın yarısını mimarlar yapıyor, yarısını da mevzuat, belediye yapıyor aslında. Dolayısıyla o konuda elimiz kolumuz bağlı. Açıkçası benim tüm gayretim yazılı kitabın içerisinde kalmak koşuluyla ne yapılabilir yönünde. Gayretim 3. boyut ve binanın plastiği, kütlesi anlamında değil; işin içinde o da var ama, “Nasıl oynanabilir, nasıl standartlar zorlanabilir, kullanım açısından nasıl esneyebilir?” diye düşünüyorum. Açıkçası konut konusunda çok kafa patlattığımız, benim de çok takıldığım bir konu bu. Çünkü bizde muhtelif kurumlar yok, bir proje çiziyorsunuz, o projeyi değerlendirecek yerel yönetimler de, ruhsat aldığınız yerler. “Bu projenin mevzuatta şöyle bir problemi var, fakat kamusal alan içerisinde ya da kendi kullanımları içerisinde de artıları var. Dolayısıyla bu artılar büyüktür, geçirilebilir” şeklinde aslında Batıda olan insiyatif kullanma durumu bizde yok. Bunu anlatan bir yazılı durum, insiyatif ya da niyet de yok. Zamanla her belediyenin böyle uygulamaları olsun isteriz. Şimdi bazı belediyelerde böyle estetik bölümler kuruluyor, bir bölgede onlarla karşılaştık. Ama onlar ruhsat ofislerinden daha beter durumda. Aslında iyi gibi tınlarken, daha tehlikeli, çünkü onlar artık yorum yapmaya başlıyorlar, “Bu neden böyle, neden bu renk?” diye.

AU: Bu bölümlerin varlığı sanırım tekdüzeliğe de götürebilir.

CS: Bu aslında tamamiyle mimari eleştirinin Türkiye’de zaten gelişememesi ve bina üzerine yazılmamasının sonuçları. Sonuçta belli bir yerel yönetim içindeki imar ofisinden belli kişileri alıp, onlarla estetik kurul kuramazsınız. Bunun için dışarıdan bazı insanlara, danışmanlara ihtiyacınız var. Dolayısıyla U4 konusuna dönecek olursak oradaki en büyük sıkıntı buydu. O projeyi benden kaynaklı olarak herhalde 2-3 defa yaptık. Bir de böyle bir takıntı var. Ben proje içime sinmeyince 2-3 defa bozdum. Bu ofisi aslında hiç de ekonomik bir şekilde yürütmüyorum. Ofis gibi yürütmüyorum. Aslında üç tane projeyi bir proje diye yapabiliyorum. Bu da hep içime sinmemesiyle ilgili, bu ne zaman geçer, geçer mi, geçmeli mi, o ayrı konu. Az sayıda konutlu, köşe tipolojisini sorgulayan, biraz da kütleyi ve geometrik ilişkileri zorlayan bir proje U4. Geldiği nokta sonuçta içime sindi mi, evet sindi.

Doğuş Holding projesi aslında renovasyon projesi olarak algılanabilir ama sadece kontur gabari olarak öyle. Orada kontur gabariye sadık kalmak üzere içini ve cephesini biz düzenledik. Kolon-kirişler, aksiyel sistem tekrar yorumlandı, onun üzerinden kurarak, giydirdik. İç mekanı da tamamen biz projelendirdik. Bu tür yönetim mekanlarının iç mekan projeleri çok yüklüdür. En az bir bina kadar, bazen de daha fazla yorar. Bir de böyle üst düzey bir yapının, hem hiyerarşik olarak, hem de malzeme, mekan kalitesi ve hizmet açısından talep edilenler olarak çok fazla donesi var. Buna bağlı olarak, elektrik, mekanik, güvenlik hepsi iç mekan projesi haline geldi. Tüm bölme sistemlerini bile yorumladık, çoğunu biz tasarladık ve kurduk. Vidasından süpürgeliklerine kadar hepsini biz tasarladık, bir tek mobilyalar hazır alındı diyebilirim. dolayısıyla epey paftası vardı.

AU: İç mekan projeleriniz de mevcut. Son dönemde sanırım Backhaus var. İç mekan projelerine nasıl yaklaşıyorsunuz, tutumunuz nasıl?

CS: Son yapılan iç mekan projemiz Caddebostan’daki Backhaus. İç mekan yapmanın mimar için çok faydası var. O biraz atıl kalan bir şey. Yıllardır süregelen bir gelenek vardır, özellikle bazı okullarda, “İç mekan nasıl olsa yapılır, önemli olan mekan kurgusu ve binanın üçüncü boyutudur” denilir ama bence iç mekanı mimariden ayırmamak lazım. Yıllarca benim iç mekanla haşır neşir olmam, bir de uygulamadan gelip, hala takip ediyor olmam,belli bir noktaya, belli bir m²’ye kadar uygulamayı da yapmamız bu detaylarla haşır neşir olmamıza neden oluyor. Dolayısıyla iç mekan benim çok önemsediğim bir durum. Yani sonuçta bu dışın içe, için dışa bağlanması, birbirine paralel olur olmaz o ayrı ama bence bir mimarın boşlamaması gereken bir durum. Bir kabuk kurup, sonra iç tarafında ne olabilir, “İç mekan tasarımcısı gelir bunu tasarlar veya zaman içerisinde iki mobilya koyarız” gibi bakmamak lazım, beraber yürümekte fayda var.

AU: Göktürk’te konut projeleriniz var. Siz bölgenin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

CS: Biz Göktürk’e gireli 7-8 yıl oldu heralde. İlk yaptığımız bir, iki binadan bu zamana epey değişiklik var. Bu dönemin tüm belgeleri de var benim elimde. Göktürk hem yoğunluk, hem de yapı kalitesi anlamında epey yol almış durumda. Kaybettiği şans şu; yıllar önce, biz orada ilk binamızı yaptığımız zamanlarda çok iyi şekilde daha makro ölçekte düzenlenebilirdi. Sokaklar, cadde ilişkisi, yönler ile ilgili yapılmayan bu çalışma maalesef trafiği zorladı. Her geçen gün daha kalabalık bir hal aldı. Otopark sorunu ortaya çıkmaya başladı. Topografik olarak da değişken bir yapıya sahip, eğimli, bir sokak standardı ve kaldırım standardı yok. Aslında bildik, İstanbul’da zaman içinde gördüğümüz modellerin hepsi burada gerçekleşti. Yine trafik tıkalı, yine bina – yol arası mesafeler hesap edilmediği için bir rahatlık yok. Aslında bölge çok büyük bir şansa sahipti. Orada hep kapalı yapı kurgusu üzerine gidildiği için, hep böyle bir yer olarak kalacağı zannedildi. Her yapı kendi içine dönecek ve bunu yaparken de şehri dışarıda bırakacak gibi düşünüldü. Ama şimdi bir sürü apartman var. Ticaret, rekreasyon alanları da bayağı yoğunlaşmaya başladı. Bildiğimiz herşey orada da var aslında. Göktürk’ün gelişimi beni mutlu etmiyor, şu an geldiği nokta çok daha iyi olabilirdi.

AU: Orada şöyle bir durum da var sanırım, insanlar ev alıyorlar, hemen içini yenilemeye kalkışıyorlar. O kadar yeni bir yerleşim için, aslında bu durum da masraflı ve gereksiz olabilir.

CS: 3 – 4 sene sonra tadilata başlanıyor. Herşey birbirine o kadar bağlı ki… Hızlı inşaat yapıyoruz. Gereğinden hızlı proje üretiliyor. Dolayısıyla malzemeler de buna ayak uyduruyor, hızlı tükeniyor. Bu sadece psikolojik olarak tükenmesi değil, fiziki olarak da tükeniyor. Çünkü ona göre ahşap, duvar kaplaması, taş, seramik kullanılıyor. Ve tabii bitişler çok önemli. Bu malzemelerin arasındaki ilişkiler de o kadar hızın arasında yeterince çözülmediği için çabuk tükeniyor. Bir malzemenin ek noktaları zaaf noktalarıdır, onları iyi çözmeniz gerekir. Bu ülkenin genel sorunu, projeye harcanacak zamanın kayıp zaman olarak görünmesi. Halbuki projeye verilecek zamanın, aslında inşaatı daha ekonomik, daha sağlam ve hızlı yapmaya sebep olacağını bilmiyorlar. Bu kez inşaatlar yapboza dönmeye başlıyor. Sorunlar ortaya çıkıyor, tekrar tekrar yapılıyor… Dolayısıyla projeye harcayacağı zamanı aslında inşaata harcıyor ve bunu para harcayarak yapıyorlar. O kadar ters bir ilişki var ki… Sen o zamanı projeye ayırsan, yarısı kadar sürede ve bu kadar ekonomik külfete girmeden de onu çözebilirsin. Mesela gelişmiş ülkelerde inşaatlar çok hızlı bitiyor. Bizde ise bitmiyor, bitse bile bu sorunlu oluyor. Oralarda herşey çok sistemlidir. Herşeyin paftası vardır, herkes ne yapacağını biliyordur. Fizibilite yapılmıştır, neyin nereden alınacağı, ne zaman geleceği bellidir, herşey tıkır tıkır işler. Bu projeye doğru zamanı vermekle ilgili bir şey. Sıkıştırdığınız zaman, bu kez programsız bir altyapıyla inşaat yapmaya çalışıyorsunuz, o inşaatın doğru ortaya çıkması tabii ciddi riskler barındırıyor.

AU: Bizde genelde “O nasıl olsa şantiyede halledilir” deniyor.

CS: Aynen öyle, Bu zaten tam bizim için “Kervan yolda düzülür” hikayesinin inşaata uyarlanmış hali. Proje de şantiyede biter.

AU: Yakın zamanda “Koleksiyon / İstanbulSMD Mimarları Ağırlıyor” serginiz açıldı. Sergiden biraz bahseder misiniz?

CS: 27 Şubat’ta açtık. Serbest Mimarlar Derneği ve Koleksiyon’un ortak çalışması. Bunun İzmir, İstanbul ve Ankara olmak üzere muhtelif ayakları var. Biz İSMD ayağındaki 9. sergiye konuk olduk.

Hız denilen lanet şey bir süre sonra sizin ofis içerisinde arşivleme yapmanızı ve geriye dönüp bakmanızı da engelleyen bir şey. Bir gün durup sakin kafayla, “Dün ben ne yaptım, bu projeler nereye gidiyor” diye düşünmenizi, muhakeme yapmanızı, hatalarınızı görmenizi ve yönünüzü buna göre ayarlamanızı da engelliyor. Zaten arşivciliğimiz, belgeciliğimiz, yazmamız-çizmemiz, tarih atmamız zayıf, bu hızla bunlar iyice çuvallıyor. Dolayısıyla ben en çok bu yüzden bu işe gönüllü oldum. “Ne yapıyoruz, ne ediyoruz?”u temize çekmek için… Çalışması bayağı da sürdü aslında, en az bir 5-6 ayı var. Ne bu sergiye girer, hangi proje yer almalı… O esnada elinizdeki sürece dair malzemelere bakıyorsunuz, bir de yaptığınız işlere bakıyorsunuz. Her yaptığımız şey çocuğumuzdur gibi naif bir cümle kullanmak istemiyorum. Herkes bilir ki kimi projeler bazen o ofisin elinden kaçar, şantiyede çözülür, içinize sinmez… Çok severek başladığınız bir proje, bir bakarsınız ki, hiç anlamadığınız bir hal alır. Benim başıma geldi o, teslim etmişsiniz, her şey çok iyi gidiyor, ondan sonra şantiye yönetimi değişmiş, bir gidip bakıyorsunuz, projeyle alakası yok, saçma bir hale gelmiş… Bu tip hayal kırıklıkları da yaşayabiliyorsunuz. Dolayısıyla hem o projeleri dizmek, “Hangisini seviyoruz, hangisi tam istediğimiz gibi oldu”nun da cevabını almak için fena bir yol değildi bu. En çok ona yaradı. Memnunum, Nisan ortasına kadar devam edecek. Sergiyi gezenlerin bana söyledikleri hep şu oldu, “Projeler internet sitesinde de var, oradan da bakıyoruz ama burada başka bir şey algılanıyor.” Sergideki panolama, birebir göz teması aslında çok önemli. El ve göz hala çok önemli bence. Dijital dünyada bir tuhaflık var, nasıl bizim ölçeğimizi ve zamanımızı kaçırıyorsa, bu kaçtığı zaman, bizim onunla ilişki kurmamız çok güç.

Dijital dünya tamamiyle bir fragman, bir kareden oluşuyor. Biz günden güne çok fazla bu ekranlarla yüzgöz olduğumuz için, bir süre sonra görseller, metinler her şey birbiri içine girmeye başlıyor. Dolayısıyla aslında birbirinden ayırt etme halini de kaçırmış oluyoruz. Metinle görseli bile karıştırmaya başlıyoruz. Bence hala kitap kıymetli bir şey. Sayfasını çevirmek kıymetli bir şey. Hala göz, gerçekten görmek, kıymetli bir şey. Bunu öğrencilerime de söylüyorum. Başta hakikaten el, beyin ve göz koordinasyonunu sağlamak mecburiyetindeyiz. Onlar oturduktan sonra bence bilgisayar vs gelmeli. Hiçbirine itirazım yok. Bu bir tasarım yöntemi de olabilir. Bilgisayarda tasarlanabilir, böyle bir yöntem geliştirilebilir, çok kuvvetli bir tasarım yolu olabilir, ben bilmiyor da olabilirim ama hala el, beyin ve göz koordinasyonu sağlandıktan sonra yapılması taraftarıyım. Herhalde hiçbir karikatürist direkt bilgisayarda çizerek başlamaz. Ya da sağlam illüstratörler de ekolinlerden, çinilerden geldikten sonra muhtemelen daha iyi işler yapıyorlardır. Bizim mesleğimiz de biraz öyle bence.

Sergiden buralara geldik… Serginin en önemli getirisi geri beslemeler. Yorum anlamında bir şey alıyor muyuz, almıyor muyuz. Bunu önemsiyorum. Genelde muhtelif meslek gruplarında pek hazzedilen bir şey değildir. Mimarlıkta da öyle olduğu zannedilir, en azından geçmişte öyleydi. Ama ben kendi meslektaşlarımla, akranlarımla, benden büyükler veya küçüklerle mimari camiada bir arada olmayı seviyorum. Onlarla mimarlık konuşmayı, kendi mimarlığımı ve onların mimarlığını konuşmayı da seviyorum. Ne kimse bundan gocunmalı ne de bundan imtina edilmeli.

AU: Mimar Sinan ve İTÜ’de dersler veriyorsunuz. Türkiye’deki mimarlık eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

CS: İTÜ’de tezsiz yüksek lisans, Mimar Sinan’da lisans atölyesi yapıyorum. Epey zamanımı alıyor. Bu benim tüm zamanımı kaydırmış durumda. Artık 15 dklık aralıklarla ayarlıyorum kendimi. Zaten günler kısa değildir benim için, yani hem sabahından hem gecesinden hep uzatırım. Artık biraz daha birbirine yaklaştı. Ama bu durumdan şikayetim yok çünkü mimarlık eğitiminin çok önemli olduğunu düünüyorum.

AU: Bir ara sanırım siz de akademisyen olmak istemişsiniz.

CS: Bir ara akademisyen olmayı düşünmüştüm. Ama ben çalışmaya çok erken başladım, birinci sınıftan itibaren çalıştım ve onun lezzetini aldım. Yine de düşünüyordum ama o zamanki koşullarım uygun değildi, çalışmam gerekiyordu. Ondan sonra da arası açıldı artık.

Aslında biraz önce konuştuğumuz o mimarlık yapmanın formunun değişmesi mimarlık öğrencilerinin eğitimine girmiş durumda. En fazla onun zaafını görüyorum. Metinsel ulaşmalar vs… Her şey bir ekranın ve klavyenin üzerinden yürümeye çalışıyor. Hep söyleyegeldiğim bir şey var benim. Kütüphaneye girdiğiniz zaman kartoteks kullanmayı, bir kitabı nereden bulacağınızı biliyorsanız, internette de nereden bulacağınızı bilebilirsiniz. Aslında düzayak aramakla istediğiniz bilgiye ulaşamıyorsunuz herzaman. Doğru bilgiye ulaşmak için onu nasıl arayacağınızı bilmelisiniz. Onun da yolları manuelden geçiyor. Ben çocukluğumda çok kütüphaneye giderdim, kartoteksleri karıştırırdım, onun faydasını internet dünyasında çok görüyorum. Benzer şekilde öğrencilerin de kalem, kağıt, metin araştırması ve okumalar üzerinden yoğunlaşmaları için hep gayret sarfediyorum açıkçası. Çünkü bilgisayar ile simülasyonel ve fragmanlar üzerinden böyle direkt bir yol var. Bunun hakkını teslim etmek lazım, benim bilmediğim başka bir alana açılabilir tabii… Mimarlığı başka bir boyuta getirebilir. Ama benim bildiğim dünya içerisinde onun başka bir değeri var.
Mesai yaptığım her iki okul da benim için reddedilemeyecek ve keyifle gittiğim, gidegeldiğim okullar. Bu durumdan memnunum. Çünkü her ikisi de bu ülkenin en eski ve tartışılsa da hala devlete bağlı okullar.

AU: Eğitimle iç içe olmak sizin profesyonel mimarlığınıza nasıl etki ediyor?

CS: Mimarlık konusunda okumayı seviyorum. Onu biraz daha arttırdı. Bir de ofiste çalışılan 5 – 10 projenin üstüne Akademideki 17 ve İTÜ’deki 7 olmak üzere 24 proje geldi. Az önce bahsettiğim, birkaç defa projeyi bozup yeniden yapma durumu burada da var. Aynı takıntıyla hepsine kafa patlatıyorum. Hepsi sanki çözdüğüm projeymiş gibi. Bunun hızlı çözüm yeteneğine katkısı olabilir.

AU: Müzikten bahsedersek, uzunca bir süredir radyo programı yapıyorsunuz, müzikle ilgili yazılar yazıyorsunuz. Mimarlık-müzik arasında nasıl bir ilişki var sizce? Müzik mimarlığınızı besliyor mu?

CS: İkisinin ilişkisi hep kurulur. Gerçi ben ikisinin de içinde olmama rağmen o ilişkiyi hiç kuramadım ama. Yine de müzik mimarlığımı besliyor diye düşünüyorum. Farkettiğim bir şey var. Müzik kalan bir şey değil, bence iyi bir müzik dinleyicisi sabit bir kulağa sahip değildir. 9-10 yaşlarında pop müzik dinlemeye başlayabilirsiniz, müzik dinlemezseniz orada kalırsınız. Ya da daha sonra genç yaşlarınızda müziğe ara verirseniz sizin için dünyanın en güzel müziği odur. Genelde bizim alışkanlığımız nedir, insanlar öğrencidir, birkaç yıl çalışır, ev bark sahibi olur, sonra müzikle bütün ilişkisi zayıflamaya başlar.

Ben 25-30 yıldır konserlere gidiyorum. İstanbul’da konser salonlarındaki kitle 5-6 yılda bir değişir. Hiç değişmeyen 3-5 kişi var, bir tanesi de benimdir. O kitleye ne olur, evlenir barklanır, çoluk çocuğa karışır, sonra ne olur, müzik orada donar. Onun için 90’larda örneğin Oasis dinliyorsa, onun için Oasis’ten iyi bir grup yoktur, çıkmamıştır, evveli de yoktur. Heavy metalde evi dağıtmışsa, ondan daha büyük bir müzik türü yoktur. Dolayısıyla müzikin mimarlıkla böyle bir ilişkisi var. Mimarlıkta da benzer şekilde mimarlığınızı beslemiyorsanız, ya da dünyada neler oluyor, sosyal yaşamla, politikayla da mimarlığınızı beslemeye çalışmıyorsanız o mimarlık da orada kalır. Bunun örneklerini görüyoruz dünyada. 30-40 sene önce kurulmuş bir ofisin aslında hala aynı tip yapıları yaptığını görüyoruz. Tutarlılık da fena bir şey değil ama bir taraftan da müzikle bağlaştıracak olursam, birtakım şeyler oluyor, müzik türlerini ya da mimari üslupları geçelim, hayat değişiyor. Yaşam şartlarımız değişiyor. Hayatın değişmesi demek aslında , mimarlığın değişmesi demek direkt, kitle değişiyor demek. Müzik değişmese bile güfte değişiyor demek.

Biz artık bu şehirde şurası konut bölgesi, şurası iş merkezi, şurası sanayi bölgesi diyebiliyor muyuz, hayır diyemeyiz, bu bitti. Bölgeleme sistemi bitmiş durumda. İsmi de artık “metropol” haline geldi. Her şey birbiri içine geçti. Bunu algılamak lazım. Zemini de algılamak lazım. Dolayısıyla müzik ve mimarlığın bence böyle bir direkt ilişkisi var. Ama siz merak edip, kulağınızı da hiçbir zaman köreltmeyip, en azından her türlü müziğe kulak verseniz farketmez, mağazadaki, dolmuştaki müzikte olur, bu sizin kulağınızı sabitlemez. İleri götürür mü, götürmez ama hiç olmazsa ahkam kestirtmez, en iyisi budur dedirtmez. Bu bence iyi bir şeydir, mimarlıkta da böyle. Dinleme süreci ve yapma sürecini böyle çakıştırabiliyorum. Onun dışında ben müzikle çalışmayı çok seviyorum, bu ofis de çok seviyor. Mesela dün akşam dinlediğim bir şey acayip mekansal hale gelebiliyor. Dinledikçe, yaptıkça daha da basitleştiriyorsunuz. Müzik de öyle birşey, iyi müzik kulağı aslında fazlaları atmaya başlar. Bence iyi mimarlık da fazlaları atmaya başlar. Baktığınız zaman müziğe meraklı kişilerin işlerinin nasıl sadeleştiğini, üslupsal durumlardan kaçtığını, daha sese ve kompozisyona odaklandığını görürsünüz. Yapma süreçleri de gelişme süreçleri de birbirine çok benziyor birbirine.

AU: Edebiyatla ilgiliymişsiniz, müzik yazarlığı yaptığınızı biliyoruz. Hala yazıyor musunuz?

CS: Artık yazmıyorum. En son galiba bir sene önce bir gazeteye yazmıştım. Geçenlerde yine öyle bir istek geldi. Yıllarca müzik ve edebiyat yazısı yazdım. O biraz metne düşkünlüğümden geliyor. Hep metinle haşır neşirim. Yazmak istiyorum hala fakat o kadar zaman bulamıyorum. Bir süre sonra o kadar vagonu çekemiyorsunuz. Biraz boşaltıp, arkadan birkaç vagon bırakmak gerekiyor. Teker teker onları doğru yerde bırakmak lazım. Ama yazmam demiyorum. Çok notlar alıyorum, kendi kendime yazıyorum, bazen kendi sayfamda yazmaya çalışıyorum ama bir süredir sekteye uğradı açıkçası.

AU: Peki biryerde mimarlıkla ilgili yazıyor musunuz?

CS: Hayır. Mimarlıkla ilgili yazmaya ürktüm biraz. Mimarlıkla ilgili ilk yazımı öğrenciyken bir dergiye yazmıştım. Art-Nouveau’yu Gaudi’ye bağlayarak yazmıştım, 80’lerin ikinci yarısıydı. Ondan sonra birkaç kez daha yazdım. Ama hep ürktüm. Mesleğim olduğu için, severek yaptığımı ve yapacağımı düşündüğüm için hep çok büyük laflar edeceğimden çekindim. Nedense müzik hep daha kolay gelmiştir bana, orada daha amatör olduğumdan. Mimarlık benim için hep daha büyük, cüsseli birşeydi, hala öyle de. Ama mimarlık konusunda yazmayı çok istiyorum. Yazıyorum zaten ama bunları yayınlamıyorum. Ancak çok kalem oynatıyorum mimarlıkla ilgili, kendi kendime yazıyorum, defter dolduruyorum; ama bunları hep tutuyorum. Ya demlemek deyin, ya da günlük tutmak… Hem tespit, hem kişisel tarihi dökmek, hem öğrendiklerini tutmak gibi… Unutuyor insan sonra çünkü.

AU: Mimarlığın yanında çok fazla alanda başarılı işleriniz var, radyo programı, belgesel, Zero İstanbul Design Guide… Bunların hepsini toparlarsak, tüm bu işler mimarlığınızı nasıl etkiliyor? Bir bağ kuruyor musunuz?

CS: Eskiden beri basından ve birtakım alternatif yayınlardan arkadaşlarım vardı. O arkadaşlarım da basın sektöründe muhtelif yerlerde işlerine devam ediyorlar. Aslında Zero İstanbul Design Guide böyle çıktı. Mekansal bir iş olduğu için de böyle bir ilişkiye girdik. Hatta şimdi tekrar birşeyler istediler. Onlara da yazmaya çalışıyorum tabii… Bunu destek vermek olarak düşünebiliriz.

Bu bana çok söyleniyor. Ailem de söylüyor. Duramıyorum, birinci sebep o. Bunları yapmayı seviyorum. Geri dönüp baktığım zaman da bunların hiçbiri benim için profesyonel bir ilişki değil. Benim tek profesyonel ilişkim mimarlıkla. Diğerleri ancak onu besleyen, benim de yapmaktan zevk aldığım şeyler. Ben de belki çoğu insanın yaptığı bazı şeyleri yapamıyorum. Bu bir tercih. Bunları yapmayı daha çok seviyorum.

AU: Son olarak İstanbul’un güncel durumuyla ilgili bir değerlendirme yapmanızı istesem.

CS: Bu şehirde çok hızlı karar alınıp, hızlı uygulanan bir süreç yaşıyoruz. Her şeyi kaçırmış durumdayız, yani biz mesleğin içindeyiz, bu şehirde yaşıyoruz, bu şehirde iş yapıyoruz, bu şehrin fiziki yapısına iyi ya da kötü birşeyler ekliyoruz. Hakikaten dünyanın kıymetli şehirlerinden biri. Fakat burada hergün hala elimizden, gözümüzden kaçan birşeyler oluyor. Bilemiyoruz yani, o taraf kazılıyor bir şey çıkıyor, bu taraf kazılıyor başka bir şey çıkıyor, bir yer inşa ediliyor, başka bir yerde yarışma açılmış, ulaşım desen öyle… Dolayısıyla çok hızlı ve her şey böyle bir bağlantı haline gelmiş durumda. Ben bu şehri günden güne büyüyen bir istasyona benzetiyorum. Her şey ulaşım üzerinden çözülüyor. Muhtelif şehirleri bağlayıp, buradan da dağıtan bir kavşak gibi bir hal alıyor burası. Tüneller, karayolları, deniz tüp geçitleri, köprü… Her şey hakikaten koca bir ulaşım projesinin parçası gibi. Bunların etrafında projelendirilen yapılaşmanın hepsi aslında birer motif baktığınız zaman. Şehirsel motif gibi… Taksim’deki kışla, Çamlıca’daki cami, Yenikapı’daki doldurulacak alan… Bunlar ne işe yarayacak, gelecekte ne olacak, bunların bugünkü ve yarınki programı ne, bunların fiziki yapısı nasıl, etrafına nasıl bir katkısı var, kamusal yaşamla nasıl bir entegrasyonu var? Ancak Taksim’deki her şey bir ulaşım sorunu ile ortaya çıktı. Bir tane yapıyla taçlandırıldı. Baktığınız zaman ciddi bir hikaye var burada. Aslında birbiriyle çok paralel, siyasi olarak da yorumlanabilecek, 1940’lardaki İtalya ve Almanya ile de paralellik kurulabilecek, ciddi bir hikaye dönüyor aslında burada. Ama deprem falan bahane, ben ona kesinlikle inanmıyorum. Böyle bir korku üzernden böyle bir imar faaliyeti olmaz. Bu durum iyi yapılan şeyleri ve bazı niyetleri de çöpe atıyor. Yöntemde de bir yanlışlık var zaten. Niyetler iyiyse, yönteminiz yanlışsa iş yine yanlıştır. Aslında hakikaten bütün meselemiz trafik. Konut sorunumuz var mı? Bence var. Normal bir istatistik içerisinde, yaşanabilir konutumuz var ama bütün olay bunları kamu projesi haline getirebilmek. Bu devletleştirmek anlamında değil de, o kapalılıktan kurtarmak anlamında. Okullar bile artık bir kamusal alan haline gelmeye başladı. Bu işin teorisi artık böyle yazılıyor ve tatbikatı da buna göre yapılmaya çalışılıyor. Ama biz konutları bile o alandan çekmeye çalışıyoruz. Içine kapanmalar, gettolaşmalar…

AU: Duruma plansızlık da hakim…

CS: Plansızlık zaten var. Hadi şimdi plan yapalım diye de bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü zaten imar planları gibi konular hep tartışılan şeyler. Planlamayabilirsiniz ama en azından öngörebilirsiniz. Bazı şeyler kendi kendine de oluşuyor. Genel şehir teorisinde metropol haline gelmiş şehirlerin artık planlamayı aştığını, planlamaya gelemeyeceğine dair de bir teori, bir tecrübe var dünyada. Bence İstanbul da bunu yaşıyor. Her şehrin bir kaderi var, ben ona inanıyorum. Bu şehrin de bir kaderi var. O kaderini yaşayacak, yapacak birşey yok. Bu durumu bilip, düzensizliğinin, plansızlığının noktasal ya da daha büyük ölçekte farkında olmak lazım. Vazgeçtik planlamaktan, projelendirmekten…
Daha sakin davranıldıktan sonra aslında her şey çözülebilir gibi geliyor. Ya da bazı öncelikleri mesela ulaşım önceliğini ikinci plana almak ya da diğerleriyle eşdeğer hale getirmekle çözülebilir. Atıl bırakmak değil ama eşdeğer hale getirmek, yanına birşeyler daha koymak lazım. İstanbul için kısaca bunları söyleyebilirim.

AU: Çok keyifli bir söyleşiydi. Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Etiketler

3 yorum

  • simla-sunay-ozdemir says:

    Katılıyorum. Bir de kırmızı renk var ki ödül projelerinden birinde günlerdir üzerinde düşünüyorum. Türkiye ve Kürdistan bayraklarının ortak rengi. Bayrağa kanla gelen. Açıklama metnini henüz tam okuyamadım ama bana dokundu bu kırmızı. Bölge yoğun kar alan bir bölge değil çok sert kara iklimi var yazlar aşırı sıcak ancak 28 Aralık 2011’de yüksek rakımlı alan karlı olduğu için bu tercih edilmiş pek çok katılımcı tarafından. Bir katılımcı olarak kazanan projelerle ilgili fikrimi söylemem yanlış anlaşılmayacaksa maliyeti yüksek ve yöre halkının kendi inşa edemeyeceği türde çoğu. Gösterişli bir iki proje var ki yarışmanın “alçak gönüllü bir şiir” ön tanımına uymuyor. Ama mimarlık kazanmış ona şüphe yok. 5 proje teknik ve sunum olarak güçlü, bienal ağzıyla yazılmış metinler duyarlı, şiirsel, deneysel.

    Yarışmanın en güzel yanı ailelerin de karara katılıyor olması. Bu yarışma bu nedenle özel. Kazanan ekipler çok emek vermişler, hepsi de övgüye değer. Ancak tartışmaya devam etmeli ve bu süreci takip etmeliyiz. Ayrıca 25 katılımı çok az buldum, mimarlık camiası utanmalı. Diğer projeleri de çok merak ediyorum lütfen göndersinler. Roboski mimari platformda tartışılmaya devam etmeli.

  • naz-ekim says:

    Çok güzel bir eleştiri yazısı, tebrik ediyorum.

  • bugrahan-sirin says:

    eleştiriniz ve bunu tasfir ederken kullandığınız edebiyattan dolayı tebrik ediyorum.

Bir yanıt yazın