“Ürettiği Her Bilgiyi ve Ürünü Karşılıksız Servis Eden ve Henüz Bir Meslek Odası Bulunmayan Bir Mesleğin Üyeleriyiz”

Akdeniz Üniversitesi öğretim görevlisi Prof.Dr. Nevzat Çevik ile Türkiye'de arkeoloji, müzeoloji ve kültürel miras konularını tartıştık.

Betül Atasoy: Kazı başkanlıklarını sürdürdüğünüz Myra ve Andriake antik kentlerinin geçmişinden ve kazılarda gelinen son noktadan kısaca bahserder misiniz?

Nevzat Çevik: Myra, Likya’nın en eski kentlerinden. Adı Muri’den Myra’ya, Tamira’dan Demre’ye kadar değişmeden gelir. Hepsinin anlamı Mersin Ağacıdır. Klasik Çağ’da nicelik ve nitelikte benzersiz kaya mezarlarının izinde çok önemli bir yerleşimdir. Sonrasındaki dönemlerde de metropoldür. St. Nikolaos’la parladığı Bizans döneminde ise bölgenin başkentidir. Anadolu’nun Pompeisi’dir. 5-10 metre alüvyonla kaplanmış koca kentten sadece tiyatro ve hamam gibi 1-2 yapı görünür. Arkeojeofizik yöntemlerle taradığımız Demre’nin altında yaklaşık 2 kilometre çapında bir kent olduğunu anlamış bulunuyoruz. Bir bilgi deposu gibi iyi korunmuş halde kazılmayı bekliyor. Belli ki Likya’nın karanlıkta kalmış öykülerini yazmaya aday bir metropol topraklar altında bizi bekliyor.


Myra Antik Kenti Tiyatrosu

Andriake (Çayağzı) ise Myra’nın limanıdır. Antik Akdeniz’in en önemli limanlarından biridir. 2307 metrekarelik granariumu (Horrea Hadriani), liman agorası, liman tesisleri, yapıları, onurlandırma anıtları, 2 hamamı, 6 kilisesi, Akdeniz’de keşfettiğimiz ilk sinagogu ve daha pek çok yapısıyla tam gelişkin bir liman resmi verir. Limanlı bir yerleşim değil, sadece limandır.


Andriake Liman Kenti

Myra ve Andriake’de mimarlığın her dönemi ve tipinden örnekler bulunmaktadır. 2009’da başlattığımız Demre (Myra-Andriake) kazılarında kısa zamanda çok yol aldık. Bu sonuç, uzun zaman ve büyük ekiple çok projeyi paralel yürütmekten kaynaklandı. Myra’da Tiyatro, Şapel, Nymphaion, Kaya Mezarları ve Andriake’de de Sinagog, Doğu Hamam, Granarium, Granarium önü işlikleri, Liman Agorası, Liman Dükkanları, Onurlandırma Anıtları, İşlikler, B Kilisesi gibi yapılarda kazılar gerçekleştirdik. Kazılarımızın ana prensibi kazısı tamamlanan yapıların hiç zaman geçirmeden koruma ve/veya restorasyonlarının yapılmış olmasıdır. Henüz 4. sezonumuzda/yılımızda olduğumuz halde Sinagog, B. Kilisesi, Doğu Hamam, Myra Şapeli, Liman Dükkanları, Liman Anıtsal Girişi, Onurlandırma Anıtları’nın koruma/restorasyon çalışmaları tamamlanmıştır. Granarium ve Liman Agorası’nın da restorasyon çalışmaları bu ay başladı 15 ay sonra tamamlanacak ve de Granarium Likya Müzesi olarak işlevlendirilecektir. Tiyatroda ise kazı çalışmalarına paralel olarak yapı mimari elemanlarının ve yapının kısmi restorasyonları sürdürülmüştür. Bu işlere gereken büyük finans kaynağı da asal himayedarımız olan Kültür ve Turizm Bakanlığı yanında, Akdeniz Üniversitesi, Antalya Valiliği, Demre Belediye Başkanlığı, Halk ve Özel Sektörden sağlandı. Myra Andriake Kazıları’nın yönetim politikasının ilk kuralı Halkla İlişkiler ve Tanıtım’ın çok iyi yürütülmesidir. Bu yolla benim “kutsal ittifak” dediğim, Devlet-Üniversite-Halk-Özel Sektör birlikteliği sağlanmış, zaman içinde paydaşlar hızla çoğalmış ve güçlenmiştir. Duyulan güven daha önce gerçekleştirdiğimiz işlerin niteliğinden temel almaktadır. Ama asal ittifak sevgi ve heyecan temelinde sağlanan ekip ruhundan ve yüksek gönüllülükten kaynaklanmaktadır. Çünkü arkeoloji ekipleri çalıştırdıkları her işçi yada profesyonel meslek erbabına ücret öderken nihayetinde kendileri bilabedel hizmet etmektedir. Amaç, göçmeden önce, bu güzel ülkeye olan borcumuzu biraz da olsun ödeyerek gitmektir.

BA: Türkiye’de arkeolog olarak sahada ya da bürokraside yaşanan zorluklar nelerdir?

: Ürettiği her bilgiyi ve ürünü karşılıksız servis eden ve henüz bir Meslek Odası bile bulunmayan bir mesleğin üyeleriyiz. Teknik-Sanat ve Sosyal Bilimlerin buluştuğu zorluklu bir yetişme ve çalışma sürecine karşın, işleri, gereğince değerde algılanmayan bir alanın çalışanlarıyız. Birçok alanda yaşanan bürokratik zorluklar arkeolojik çalışmalarda fazlasıyla yaşanmaktadır. üniversitede de bu sorun karşımıza çıkar. Düşünün ki, adına her kazı sezonu işyeri açan, vergi, stopaj, sigortalar ödeyen bir bilim alanı ve bir iş tipimiz var. Yani bilgi üretme aşamamız diğer alanlara göre hayli zahmetli ve uzun. Kaldı ki, kampüsdeki diğer bilim alanlarının araştırma birimlerini ve teçhizatlarını üniversite karşılıyorken, bizler üniversitenin dışındaki alanlarda çalışan bir bilim dalı olarak bu tür ihtiyaçlarımızı pekçok başka kaynaktan temin etmek zorunda kalıyoruz.

Kültür ve Turizm Bakanlığı özellikle son yıllarda Türkiye’deki tüm kazıları çok iyi destekliyor. Bakanlığın kaynakları tüm giderleri karşılamaya elbette yetmiyor. Bu nedenle sürekli sponsor arayışında emek tüketiyoruz. Bakanlığın hali hazır 2863 sayılı yasa ve yönetmelik ve yönergelerle tanımladığı sınırlarımız bazen işleri karşılayamıyor. Bunlardan en ciddisi kazı giderlerinin zaman ve işleyiş açısından herhangi bir devlet kurumuna benzememesi. Restorasyon işlerinin devlet ihale yasasına bağlı yürütülmesi bu çıkmazlardan biri. Oysa restorasyon, ruhu ve ilerleme tekniklerine göre baştan bütüncül ve eksiksiz belirlenebilecek ve bir müteahite yaptırılabilecek bir şey değil. Bunun için ayrı bir yöntem geliştirilmesi gerekiyor.

Üniversitelerin yürüttüğü kazıların ayrı, müzelerin ayrı kriterlerle yönetilmesi-kontrol edilmesi de eksiklerden biri. Oysa adına kazılar yürüttüğümüz Bakanlık bizleri tamamen kendisinden biri olarak görmeli. Yani, çoğu öğrencilerimiz olan müze memuruna sağladığı kolaylıkların hiç olmazsa bir kısmı Türk kazı başkanlıklarına da tanınmalı. Çok kıymetli bir antik kentin herşeyiyle sorumlusu kazı başkanıdır. O zaman kazı başkanına tam güven duyulmalıdır. Yoksa, az insiyatifle çok iş yapabilmenin yolları sorgulanmamalıdır. Bize tanınan yetkiler, sorumluluklarımıza paralel olmalıdır ki, işleri tam hakkını vererek yapabilelim.

Tam bir şirket gibi yönettiğimiz kazılarda, bilim, yönetim, hakla ilişkiler, tanıtım, muhasebe, personel, teknik gibi pekçok iş tipi var. Bunlar bir şirkette yada devlet kurumunda ayrı daireler ve uzman personelle yürütülürken, kazılarda başkan ve yardımcıları bu işlerin tümünü amatörce yapmaya çalışıyor.

Kazı Başkanları mali kaynak bulup bunu hakkıyla en verimli biçimde harcama sorumluluğundadır. Bu da tamamen kazı başkanının girişim gücüne ve çok yoğun mesaisine bağlı. Bu nedenle her kazı aynı biçimde yürümüyor. Örneğin Myra-Andriake Kazıları’nda Bakanlığın ciddi destekleri yanında Kazı Başkanlığı da pek çok kaynak bulmuş ve kazıların gereğince nitelikte ilerleyebilmesinde önemli paylar sağlamıştır. Ayrıca eskidenberi alışılan, yılda 1-2 ay kazı sezonu alışkanlığımız da yok. Yılın büyük bölümünde çalışmalarımız sürüyor. Son yıllarda Türkiye’deki kazıların önü daha çok açıldı. Örneğin, 2002 yılında 2 milyon, 2007 yılında 14 milyon lira olan kazı harcamaları son yıl 48 milyon Lira olarak gerçekleşti. Kültür ve Turizm Bakanlığı büyük bir ilerleyiş gösterdi.

BA: Ülkemizdeki arkeoloji eğitimini de değerlendirir misiniz?

NÇ: Pek çok yeni üniversite ve arkeoloji bölümü açılmış olması büyük bir öğretim üyesi açığını da beraberinde getirdi. Yeni kurulan bölümlerde birkaç genç hoca öğrencileri eğitmeye çalışıyor. Bölümlerin heryerde kurulması, ilgili bölgenin yakından ve yoğun araştırılabilmesi için çok önemli. Ancak sorun, bu bölümlerde henüz hoca kadrosu oluşmadan öğrenci alınmasında. Zaten arkeoloji mezunlarında –diğer birçok disiplinde olduğu gibi- mezun enflasyonu da çoktan oluştu.

Arkeoloji eğitiminde asıl sorun akademik sistemin baskın ders kredi fazlalığından geliyor. Öğrencilere yeterince seminer-okuma-ödev vs verilememesine yol açan bu standart YÖK uygulaması gerçek üniversite mezunu, araştırmacı beyinler yetişmesini engelliyor. Hiçbir Avrupa ülkesinde olmayan yoğunlukta ders sayısı ve kredi-saati uygulaması var. Öğrenciler derslerde verilenler dışında bir literatür araştırması yapamıyorlar. Diğer bir temel sorun da arkeoloji öğrencilerimizin yeteri kadar alan çalışmalarına katılamamaları. Alandaki araştırma tekniklerini öğrenmeden ne arkeolog olunur ne de arkeolojinin ruhu ve sevgisi kavranır. Mezunlarımızın –en azından iyi derecede mezunların- arkeolojiyle ilgili bir işte çalışmaları esas amaç olmalı. Yoksa boşuna arkeolog mezun etmiş oluyoruz. Arkeologlar açısından durum çok ilginç: Anadolu gibi bir yurtta, bunca hasta varken işsiz kalan hekimler gibi öğrencilerimiz.

BA: Kültür Bakanlığı yabancı heyet ve kurumlar tarafından yapılan kazılarda, ülke ile anlaşmazlık yaşanırsa, araştırmayı grubun elinden alabiliyor. Ayrıca yine bazı müzelere ülkemizden sergilenmesi için eser gönderilmiyor. Bu yeni politika hakkında ne düşünüyorsunuz?

NÇ: Anlaşmazık daha önce yurtdışına kaçırılmış olan eserlerin iadesi konusundaysa Bakanlık bu politikasında elbette haklı. Müstemleke olmadığımıza göre bizim de kendimize göre yaptırımlarımız olmalı. Bakanlık kazı ve restorasyon çalışmalarını gereğince yapmayan ekiplerin çalışmalarını durduruyor. Kazı alma şartları ilk anda bir protokolde zaten belirleniyor. Bunlara elbette uyulması beklenir. Alınan örneklere bakıldığında, örneğin Letoon ve Ksanthos kazıları 60 yıllık geçmişi olmasına karşın beklenenin çok altında bir gelişme göstermiş. Kaldı ki Türk kazılarından da kapatılanlar oldu. Bu aşamada önemli olan alınan kazıların daha iyi ekiplerle hakkıyla yapılmasının sağlanması. Yani, “Bu iş öyle değil böyle yapılır” diyebilmek gerekir ki bir yanlışı bir doğruyla düzeltmiş olalım. Zaten yoğun müzecilik işlerine yetişemeyen müzelere 5-10 kazıyı yüklemek doğru değil. Eserleri iade etmeyen ülkelerin kazılarının durdurulması eylemini daha önce Mısır bile yapmıştı. Yabancı ekiplere antik kentlerin kazı iznini vererek çok önemli bir ayrıcalık sunmuş oluyoruz. O zaman bu hakkın gerekliliklerini yerine getirmeleri beklenir. Ve sadece beklenmez… Önceki 2 yüzyılda, özellikle Türk Arkeolojisi’nin karanlık-talan döneminde giden değerli eserlerle büyük bir bedel ödedik. 20. yüzyıl ve devamında da bilimsel keşif ve yayın haklarını vererek yabancı ekiplere büyük ayrıcalıklar tanıdık. Türkiye’deki yabancı arkeoloji misyonları Anadolu keşifleriyle enstitüleştiler, bilim yaptılar. Bu ayrıcalıkların bedeli öncelikle koruma-restorasyon idi. Ama en çok da bu konuda sınıfta kaldılar. Çünkü bilgiyi çıkardıktan sonra çok da ilgilenmediler. Son zamanlarda yabancı ekiplerin bazılarında politika değişiklikleri oldu. Tanıtıma, korumaya ve eğitime yer vermeye başladılar. Onlardan, yükselen Türk Arkeolojisi’ne ayak uydurmalarını beklemek de hakkımız. Yoksa kültürel emanetler ve bilim evrenseldir. Elbette uygun şartlarda birlikte de çalışabiliriz. Çalıştık ve çalışmaktayız da.

BA: Ülkemizin müzecilik alanında geldiği noktayı da kısaca değerlendirir misiniz?

NÇ: Türkiye’de müze denince akla Arkeoloji Müzeleri, müzeci denilince de akla arkeologlar gelir. Bu yanılgının nedeni müzenin sadece eski eserlerle ilgili bir yapı olduğunun sanılmasında. Hemen her ilde bulunan arkeoloji müzelerinin çoğunlukla yegane müze olmaları da bu algıyı güçlendirdi. Oysa, arkeoloji ve müzeoloji tamamen farklı iki ayrı bilim alanı.Türkiye’de henüz lisans düzeyinde müzecilik bölümü yok. Birini de benim Akdeniz Üniversitesi’nde açtığım Müzecilik ABD ise sadece birkaç yerde var. Birkaç merkez müze dışında yakın geçmişe kadar müzeler oldukça kötü durumdaydılar. Son yıllarda müzelerin daha iyi duruma gelmek için çaba gösterdikleri gözlemleniyor. Son zamanlarda açılan örneğin Gaziantep Zeugma Müzesi çok iyi bir örnek olmuş ve nihayet Avrupa ödülü almıştır. Şimdilerde Urfa’da harika bir müze kuruluyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı da Avrupa’daki en iyi kültür kurumu ödülü aldı. Yalnız dikkat edilirse yeni -övgüye değer- müzeler de eski eser müzeleridir. Faaliyetler açısından müzelerimiz yetersizliğini sürdürüyor. Müzeler müzeoloji yapacaklarına kendilerini yoğun kazı işlerine adamışlar. Yılda bir kez yapılan Müzecilik Sempozyumu’ndaki sunumlar bu resmi gösteriyor. Sunumların büyük çoğunluğu müzeci meslekdaşlarımızın yaptığı arkeolojik kazılardan oluşuyor. Oysa beklenen müze bilimle ilgili faaliyetlerin ve teşhir-tanzim, eğitim vs. gibi alanlarda yapılan yeni uygulamaların anlatımı. Aslında bu bir eleştiri de değil. Çünkü müzeci dostlarımızın tamamı kendi gayretleriyle yetişmiş ve müzecilik yapmakta olan arkeolog veya sanat tarihçilerdir, müzebilim uzmanı değiller. Örneğin hiçbiri lisans eğitimleri boyunca halkla ilişkiler, eğitim –pedagoji, drama vs- kültür varlıklarının yönetimi/işletmesi, koruma-onarma, gibi pekçok müzebilim alanında dersler almamışlar. Buna rağmen Türkiye’de pek çok değerli müzeci bulunmakta ve modern müzecilik yapmak için büyük gayret gösteriyorlar. “Dünya Müzeciliğinde Yükselen Trendler” başlıklı konferansımda, müzelerde ziyaretçi değil “müze kullanıcısı” teriminin doğru olduğunu ve artık dünyada örneğin “Rent a museum” gibi uygulamaların söz konusu olduğu, “obje” değil “insan odaklı” müzelerin, eşyalardan çok öykülerin söz konusu olması gerektiği, tek katmanlı değil çok katmanlı, didaktik sergi yerine keşif ve kaynak alanlı aktif erişimli müzelerin söz konusu olması gerektiğini anlatmış; uydu müzeler, butik müzeler, depo müzeler gibi yeni kavramların bizde de hayata geçmesi gerektiğini önermiştim. Müze, yaşamın tümüyle ilgilidir ve objelerle eğitim verdiğinden rakipsiz bir eğitim kurumudur. Müze’nin kelime kökünden gelen “yaratıcılık” anlamını unutmadan yeniden bir modern müzecilik aşamasına geçmemiz gerekiyor. Bunun da köklü çözümü müzebilim eğitimiyle olacaktır. Bunlar şimdilik nafiledir: Çünkü, henüz “müzeolog” diye bir meslek ve kadro ismi dahi yoktur.

BA: Son dönemde tüm şehirlerde gerçekleştirilen hızlı yapım faaliyetlerinden kültürel miras sizce hangi açılardan etkileniyor?

NÇ: Hızlı yapılaşan kentlerdeki inşaat faaliyetleri erken yerleşim katmanlarını iki türlü etkiler.
1: Görünen herhangi bir oranda ayakta korunmuş son yapılar (en çok da geleneksel mimarlık ürünleri), 2: Toprak altında kalmış görünmeyen yada çoğunlukla görünmeyen kalıntılar. Özellikle ikincisi büyük sürprizler içermektedir. Kaldı ki, müzenin 1-2 arkeologu denetimindeki işçilerle yürütülen, inşaat firmasının üstlendiği bu tür çalışmalar çok hızla yürütülüp bir an önce yeni inşaatın önü açılmaya çalışıldığından emanetlerin korunmasını imkansızlaştırmaktadır. Köklü geçmişi olan kentlerin, özellikle erken başlangıçlarını oluşturan antik merkezlerinde yapılan modern kente ilişkin yapı-altyapı çalışmaları yerleşimin tarihsel verilerini elbette etkiliyor. Özel mülkiyet sınırlarına göre gerçekleşen ve tamamen lokal müdahale alanlarında gerçekleşen bu tür çalışmalar tümcül bir antik alan bakışıyla değil modern amaca yönelik olarak gerçekleşiyor. Dolayısıyla antik urbanistik kaygıların yönlendirdiği bir kazı alanı olmaktan çok, yeni yapılan modern yapının altına ne denk gelirse ona göre ilerliyor. Çevresindeki komşu dokular da zamansal ve mekansal bağdaşıklarından kopup ayrı-bağımsız uygulamalara maruz kalıyor. Daha ötesi, bu tür kazılarda amaç nihayetinde üstte bir yeni yapı yada alan yükseltmek olduğundan, kazılarda ne çıkarsa çıksın üstteki –yaşamda bir denge bulunma kaygısıyla- yeni amaca yönelik zorlama koruma çözümleri bulunmaya çalışılıyor. Kentsel alanlarda değişik “sit” statüleri ile toprak altındaki ve üstündeki geçmiş zaman emanetlerini korumak şimdilik elimizdeki tek araç. Ama bir kalıntının veya alanın üzerine, kağıt yüzeyinde sınır çizip “sit” yazmak -tescil etmek- korumada ideal-fiili yeterliliği tek başına sağlamıyor. Bunun üzerine yönetsel, yasal ve finansal açılardan yeni güçler eklenmeli. Ama bu “güç”, Yüksek Kurulu, yerel şartları ve alanları yakından tanıyan Bölge Koruma Kurulları’nın üzerinde karar bozma yetkisi olan yeni bir erk olarak tanımlamak değildir.

Çözüm, hızla büyüyen günümüz yerleşimlerinin, kentlerin antik merkezlerinin uzağında uydu yerleşimlerle büyümesini karşılamak. Zaten modern kentleşmenin alt yapı ve çevre ihtiyaçlarını antik merkezlerde çözmek de neredeyse olanaksız. Ve zaten ayakta korunmuş bulunan eski merkezlerin cadde ve sokakları ve daha başka dokuları o zamanın ihtiyaçlarına göre yapıldığından yeni kentin ihtiyaçlarını karşılayamayacak.

Olumsuz sonuçları yanında bazı olumlu yanlar da belirtilebilir: Asla kazılarak ortaya çıkarılması düşünülemeyecek bazı olanaksız alanlarda büyük boyutlu yeni çalışmalar yapıldığında tarihsel verilere ulaşma şansı da ortaya çıkıyor: Örneğin, Metro Projesi olmasaydı Yeniköy bulgularına asla ulaşılamayacaktı. Uzun vadede bakıldığında, “Rezerv alan olarak korunup, ilerde kazılabilirdi” savunması da geçerli değil. Çünkü, “ileride” de, bugünkü yaşam başka bir katman oluşturacak ve metropol merkezlerdeki hayal bile edilemeyecek kazıya yönelik kamulaştırma sorunu asla aşılamayacak. Tabii birgün tarihsel emanetlere ulaşmak metro yapmak kadar önemsenirse bunun tersi de mümkün olabilir. İdeal beklenti, eski zaman katmanları üzerine yeni, modern bir kenti parçalar halinde ve hızla inşa etmemektir. Eski zaman yerleşimlerine yurt olmamış ve özel bir dokusu bulunmayan alanlarda modern kentler büyütülebilir. Hem de mimarlığın ve mühendisliğin sonsuz olanaklarından yararlanarak ve de tarihsel emanetler “engeline” takılıp mecburi-kötü projeler üretmek zorunda kalmadan. Binlerce yıldır toprak altında saklanıp korunan tarihsel bilgileri ve verileri de yok etmeden. Unutmamak gerekir ki yeni şehirler ve yapıları heryere ve her zaman yapılabilir. Ama tarihsel kalıntılar geçmişe aittir, herhangi bir gelecekte yeniden yapılma şansları yoktur. Ve de bu sorumluluk yerel kararlar lüksünün uzağında evrensel sorumluluk kapsamındadır.

Her şey, her zaman
geçmişle gelecek arasındadır.
İki elimiz, iki gözümüz ve
iki kulağımız olması belki de bundandır:
Biri dünü biri de geleceği
Duysun, görsün ve dokunsun diye…
Ve biri hep dünde kalsın,
Öteki de geleceğe uzansın
diye de iki ayağımız vardır…

Etiketler

1 Yorum

  • mehmet-berksan says:

    Elinize sağlık ilgiyle okudum. Daha detaylı bilgiye ulaşmak isteyenler için binanın ingilizce literatürde geçen adı (National Pensions Institute) yazıya eklenebilirmiş. Ben bulmak için bayağı uğraştım 🙂 Bir de dışarıdan bir resim olsaydı keşke. Saygılar.

Bir yanıt yazın