Işık rengi yaratır, renk de mekanı…

April Greiman, ışıktan, renklerden, doğadan ve mimariden ilham alan çok yönlü bir tasarımcı. Eğer tasarımcı olmasaydı, en sevdiği şeyleri birlikte yapabileceği meslek olarak peyzaj mimarığını seçeceğini belirten Greiman'la bir söyleşi gerçekleştirdik.

Dilek Öztürk: Türkiye’de Uluslararası bir grafik tasarım konferansı olan AGİ (Allianz Graphiz İnternational) için İstanbul’daydınız. Önce biraz bu organizasyondan ve burada olma sebebinizden bahsedelim…

April Greiman: Allianz Graphic İnternational.. için burdayım. Bu çok garip çünkü benim şirketim de eskiden AGI idi. (April Greiman Internationl)

Bu konferans, her yıl başka bir ülkede oluyor. Yerel üyeler dersler, özel müze gezileri, kültürel aktiviteler organize ediyorlar. Geçen sene Şikago’daydı. Ben Şikago’yu tabi ki çok gördüm. Ama bu sene görmediğim bir şehirde… Bu yüzden daha çok boş günüm olmasını istiyorum tabi… (Gülüyor.)

DÖ: Birçok farklı disiplinde işler yapıyorsunuz. Çalışmalarınızda belirli bir yöntemi seçmenizin özel sebepleri var mı?

AG: Bu tamamen içeriğe bağlı olarak değişiyor. Bu çok genel bir durum, belirli bir sebebe kısıtlamak neredeyse imkansız. Uzun zamandır müşterilere yaptığımızı ben “transmedia” olarak tanımlıyorum.

Mesela mimarlarla çalışmadan önce, renk ve malzeme kullanımı ile ilgili bir komisyon oluşturuyoruz. Mimari ile çalışmak doğrudan binanın içeriği ile ilgili. Bu her zaman bir bina olmak zorunda değil. Bir alan, mekan tasarımı da olabilir ki bu benim en çok sevdiğim alan… Mimari yapı ile ilgili grafik çalışması, yol bulma, işaretleme sistemi gibi şeyler yapmadan önce, mimarlarla çok erken safhalarda çalışmaya başlıyoruz. Onların kendi insiyatiflerini kullanarak seçtikleri malzemeleri inceliyoruz. Bazen malzeme, renk seçimi için kısıtlayıcı bir kriter oluyor. Kullanılan malzeme çelik ya da betonsa, biz de buna göre renk seçiyoruz.

Eğer çalışacağım alan mimarlıksa, her zaman alana giderim. Çevrenin doğallığı kullanacağım bütün renk paletlerini etkiliyor. Renk ve materyaller beni çok etkiliyor. Teknolojiyi daha çok çevreci kullanıyorum. Ayrıca doğayı da fotoğraflıyorum. Mekandan anı toplamak, görüntü almak ve sonra onları birktirmek. Bu bana daha çok ilham veriyor. Sonra, alanı ve doğal çevreyi inceliyorum. İç mekan ve doğal çevrede çalışmak tamamen farklı bir duygu. Bir tanesi yepyeni bir bina, diğeri ise tamamen doğal…

Bütün işlerimde fotoğrafı özellikle ışığı belgelemk için de kullanıyorum. Bu bir anahtar gibi aslında… Çünkü ben renkle çalışıyorum ve renk, ışık demek. Fotoğraf çok özel bir anı çekip almak demek. O mekanda o ışık, renk bir daha oluşmayacak. Bu anı biriktirmek gibi bir şey… O sırada görüntüden aldıklarınız size ilham verir.

Kullandığım renk sistemine gelince… 8 farklı renk paleti kullanıyorum. Herhangi bir şeyden herhangi bir rengi alıp, başka bir zeminde kullanabiliyorum. Bu yüzden hangi yöntemi kullandığımı söylemem çok zor. Çünkü bütün bunlar çok karışık süreçler ve yöntemler…

Şu anda, muhtemelen 5-10 yıl sürecek bir proje üzerinde çalışıyoruz. Adı “Büyük Park”. Irvine, Kaliforniya’da 1.400 hektarlık bir alan. Bu projede bütün park için bir renk paleti oluşturmamız istendi. Ülkenin önde gelen peyzaj mimarlarıyla çalışıyoruz. MOMA’yı da yapan Ken Smith’le birlikteyiz bu projede.

DÖ: Bir yandan da akademik kariyeriniz var…

AG: Güney Kaliforniya Enstitüsü (SciArc) Mimarlık Bölümü’nde öğretim görevlisiyim. Burada 15 yıldan fazla bir zamandır çalışıyorum. Artık ne grafik tasarım, ne de görsel iletişim dersi veriyorum. Bunun yerine mimarlık öğrencilerine öğretmeyi tercih ediyorum.

Son iki yıldır fotoğraf dersi veriyorum, fakat verdiğimi düşündüğüm en iyi ders “Görmek, bir düşünme şeklidir,” isimli ders oldu.

Okulda renkleri, mimarlık, peyzaj ve doğayı birbirine bağlamak ve ayrıca bütün renk ve materyalleri, “yol bulma” işlemi için de kullanıyoruz. Bunun için önce bir kurumsal kimlik çalışması yapıyoruz. Ayrıca, malzemelerden büyük ölçekli heykelsi şekil çalışması yapıyoruz.

DÖ: Mimarlarla çalışıyorsunuz, mimarlık öğrencilerine öğretiyorsunuz… Yani bir anlamda mimarlığı üretmiyorsunuz ama mimarlığa bağlı başka şeyler üretiyorsunuz. Profesyonel çalışmalarınız dışında, şehrin hangi içeriğini işlerinize daha çok dahil ediyorsunuz? Şehrin sosyal yönü sizi nasıl etkiliyor?

AG: Sanırım en çok ışık ve doğadan ilham alıyorum. Bazen kültürler, kozmoloji ve sembollerle ilgili çalışmalar yapıyorum. Bundan 15 sene önce bir çalışma yapmıştım. Amerikan yerlileri numeroloji, astroloji ile uğraşırlar. Gündelik her detayın onlar için sembolik bir anlamı vardır. Yedikleri yemeklerin, giydikleri elbiselerin… Bu da benim için çok ilham vericiydi. Çalışma alanımız “Lacota” adında bir yerdi. Burada yaşayan yerli halka, eski geleneklerini, şu anda yok olmuş olan ana dillerini anımsattık. Dilinizi kaybettiğiniz zaman, kültür de yok olur… Bu bir gerçek.

Burada yapılacak binaların renk seçim sürecinde, bölgede yaşayan yaşlı insanlar mimarlarla konuştu. Eski geleneklerine göre renk seçimi yapılmasında karar kılındı. Böylece, burada yaşayan genç nüfus da, ki bu binaları en çok kullanacak olan grup, kendi kültürünü öğrenme fırsatını buldu. Biz de bu sayede, bu kültür için bir filtre görevini görmüş olduk.

İşaret bilimi ve özellikle renk bilimi, renklerin her kültürdeki anlamı ile ilgili uzun süredir araştırmalar yapıyorum. Hatta üniversitede bu konu ile ilgili bir ders de verdim, ama sonra çok sıkıldım. (Gülüyor.) Günümüzde kimse renklerin kendileri için anlamını bilmiyor. Bu konu ile ilgili bir kitap hazırlamak isterdim. Fakat çok zahmetli bir iş bu…

Her zaman farklı kültürlere, işaretlere, doğaya, mitlere karşı bir ilgim oldu. Bunlar benim hayatımın en büyük ilhamları…

DÖ: “Drive by Shooting” çalışmasından biraz bahsetmek istiyorum. Bu seri nasıl oluştu?

AG: Bazı insanlar bu projeyle ilgili bana mailler gönderdi. “Drive by Shooting” Yani sürüş halinde vurmak… Bu durum aslında çok dramatik bir şekilde dünyada süregelen bir durum. İnsanların seyir halindeki araçlardan vurulması ve ölmesi… Ben dikkat çekici bir başlık seçmek istedim. Bir yandan da böylece, bilincimizin “neyin farkında olduğu” ilgili değişmesini umut ettim.

Sürüş halindeyken, arabadan çekim yapmak, benim için aslında “fotoğraf çekmek” değil, “görüntü oluşturmak” . Yaptığım şey, bir süreçten ibaret.

Bilgisayarı, mimarinin bir formu olarak görüyorum. Pikseller de DNA gibi. Bu teknolojiye uyarlanmış bir mimari dil var.

Bu proje, Qatar Doha’da çekildi. Doha’ya bir üniversite için konferans vermeye gitmiştim. Ders vermediğim zamanlarda bana tahsis edilen arabanın arka koltuğunda küçük dijital makinemle gece boyunca şehri çektim. Arabayı başkası kullanıyordu, ben fotoğraf çekiyordum. Daha zevkli ve daha güvenli, emin olabilirsin. (Gülüyor…) Sadece, bilinçsiz bir şekilde fotoğraf çektim. Neyi, nasıl çektiğimle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Gece, siyah, sonra bir anda yeşil, yoğun bir ışık, sonra yine siyah… Seyehatimden dönüp stüdyoda bilgisayar ekranında fotoğraflara bakınca birşey farkettim. Bilinçli bir şekilde farkında olabileceğim bir şey değildi bu… Sanki her şey, bambaşka şeylere dönüşmüştü. Siyah bir tuvale bir fırçayla ışık darbeleri atmışsınız gibi… Arabada giderken hareket eden insanları, binaları, dükkanları görüyorsunuz. Ama gerçekten gördüğünüz ne? O anı dondurup, gerçekten neyi gördüğünüzü, duygu ve teknoloji destekli görmek… Gezegenimiz fiziksel olarak sürekli hareket halinde… Bazı şeyler yavaş, bazıları hızlı hareket ediyor. Aslında tüm bunlar arasındaki ayırımı, renk bilgisini algılayabilirsiniz. Arkadaşlarım bu görüntülerden halı yapabileceklerini bile söylediler. Çünkü çok farklı dokuda renkler ve formlar ortaya çıktı.

Bu proje, sergide, 2,5 metre ve 4 metrelik büyük kanvaslara basıldı. Görüntüleri bu kadar büyük olarak gördüğünüzde, ışık ve renk ayırımını, mekanın hareketlerini görebiliyorsunuz. Daha sonra bu fotoğraflara baktığımda, çimen sanki inci, asfalt da ipekmiş gibi gözüküyor. Fakat sonra karşınıza çok keskin bir şey çıkıyor. Bu, doğal bir şekilde oluyor. Ama biz göremiyoruz. Bütün bu dönüşüm ve algılama durumlarını değştirmeye çalıştım. Gündüz ve gece ışığı da oluşturduğum görüntülere çok farklı yansıdı. Işık, aslında kendini bir duruma, nesneye dönüştürür. Ben onlara ışık nesneleri diyorum. Bu projede, zaman, teknoloji ve duygu algıyı değştirdi.

DÖ: Çekimleriniz için nasıl bir kamera kullanıyorusunuz?

AG: Sadece dijital makine kullanıyorum. Son 15 yıldır onu bir fotoğraf makinesi olarak değil, bir bilgisayar olarak görüyorum. Çünkü ne çektiğimi görebiliyorum ve çekim sonrası dijital olarak manipüle edebiliyorum.

DÖ: Çalışmalarınıza hep dijital ortamda mı müdahale ediyorsunuz? Elinizle yaptığınız işlemler de var mı?

AG: Belki bazı çizimler ve karalamalar dışında hayır… Şu an elimde olam dijital oyuncaklarımla meşgulum diyebilirim. Ama elimi kullanmayı seviyorum. İşimin dışında evimde bahçeyle ilgilenmeyi seviyorum. Taşların yerlerini değiştirmek, biraz peyzaj işi yapmak… Herhalde tekrar eğitim alma şansım olsaydı, peyzaj miarlığı okurdum. Çünkü bence peyzaj mimarlığı, sanat, tasarım ve doğanın en iyi şekilde birleşmiş hali.

DÖ: Oluşturduğunuz görüntülerle ilgili son olarak söylemek istedikleriniz…

AG: Algı olgusu, verdiğim eğitimde her zaman ana merkezde oldu. Çünkü algıyı görsellikle değiştirebiliriz. Mekanla, ölçekle ve renkle… Verdiğim fotoğraf eğitiminde de, renk ve ışığın aslında algıyı nasıl bir hiyerarşiye soktuğunu anlatırım.

Mesela çok büyük ölçekli bir tipografi işi ile karşılaşabilirsiniz. Ne yazdığı ve anlamı önemli olabilir. Ancak bu yazının arka planında çok parlak bir turuncu varsa, önce bu rengin etkilerini algılarsınız. Işık rengi yaratır, renk de mekanı…

DÖ: Çok teşekkür ederiz…

AG: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın