Mimarlığı kesinlikle kendim için yapıyorum

Mimar Gökhan Avcıoğlu ile mimarlık, imar yönetmelikleri, tasarım, şehircilik gibi birçok farklı konuda konuştuk. Türkiye ve Amerika'daki çalışmalarından bahsettik.

Emine Merdim Yılmaz: Hoşgeldiniz. Türkiye’de internet ortamındaki mimarlık hakkında neler düşünüyorsunuz?

Gökhan Avcıoğlu: Arkitera’nın özellikle çeviri konularını seviyorum, tercüme kokuyor. Bu çevirilerde ortak nokta seçtiğininz konuların başlıklarının çok iyi olması. Türkiye’nin gündemiyle çok alakalı olmayan konular olduğu için bu durumu çok iyi ve radikal buluyorum.

Genel olarak internetteki mimarlık ortamı dijital teknoloji kullanılan mimarlığa biraz yabancı kalmış durumda.

EMY: İnternet başka bir boyuta doğru ilerliyor ve bloglar, facebook, twitter gibi sitelerin sayılarındaki artış, video paylaşımlarındaki hızlı yükseliş gibi kavramlar da var.

Gökçe Aras: Parametrik tasarımlardan da bahsedilebilir.

GA: Aslında ikisi de. Karşıt olduğumuz zannediliyor. Eski işadamları bizim ofise geldiklerinde ortamı haber merkezine benzetiyorlar. Eski mimarların ofislerine göre bizimkisi daha farklı. Örneğin biz projeyi maket üzerinden yürütmüyoruz. Dijital teknolojiyi kullanıyoruz ve bu durumla ilgili hemen herkesin kafası karışık. Yeni mimarlar nasıl kullanıcaklarını kavramış olsalar bile gerçek hayatta nasıl uygulayacaklarını bilmiyorlar. daha hakimler. Yayınlarda bu konulara daha çok yer verilmeli, çünkü Türkiye için önemli.

Diğer önemli bir konu ise şehircilik. Özellikle son dönemlerde kendi adıma bu konuya dikkat çekmek istiyorum. Bugün sizinle konuşmak istediğim konuların en başında geliyor. Artık İmar Yönetmelikleri ve metrekareye dayalı mimarlık bana deli işi geliyor. Delinin biri bir kuyuya taş atıyor ve Mimarlar Odası o kuyunun başında bekliyor. Metrekare Polisi!

EMY: Artık İmar Yönetmeliği o kadar belirgin halde ki adeta mimarlığı yönetiyor.

GA: Geçen gün benzer bir sözü gazeteye verdiğim röportaj sırasında söyledim. Bir mimara imar karar veriyor. Bu arada şehirciliğe önem veren iki gazete yazarlık teklifinde bulundu, ama yeni yazarların çıkmalarını istiyorum daha çok.

Bir de ben mimarsız mimarlıkla çok ilgileniyorum. Açmak gerekirse bu konu insanların kendi evlerini kendilerinin yapması ve buna teşvik edilmeleri üzerine. Son 50 yıldır şehir planlamacılarının yaptıkları hatalar ortaya çıkıyor. Altyapının daha ekonomik olduğu 4-5 katlı bir apartman sistemini ön plana çıkarttılar. Nesilden nesile sanki bir miras gibi, artan nüfusa ve büyüyen kentlere aldırmaksızın planlamayı sadece rakamsal bir kavram olarak algıladılar. İstatisliklere bakmadılar. İyi ya da kötü niyet olsun olmasın en büyük zarar Türk mimarlığına geldi. Bunun sonucunda da İmar Yönetmelikleri ortalama 4-5 katlı olan, kat yükseklikleri, saçak altı kotu gibi kavramlara sadık binalar üretmeye zorladı mimarları. Bu duruma savaş açmak zorundayız. Bunun için en iyi yol ise diğer kıtalardan örnekler alıp insanları 1-2 katlı kendi evlerini yapmaya yönlendiren prefabrik sistemlerin yaygınlaştırılması.

Türkiye’nin toprakları geniş, daha yaygın bir şehirciliğin oluşturulması gerekiyor. Bu tür bir yaygınlık durumun daha fazla yayılmasını da önleyebilir. Şu anki 4-5 katlı yapım sistemleri hem mimara ihtiyaç duyuyor hem de mimarsız yapılıyor. Sonuç olarak yoğun bir kent dokusu ortaya çıkıyor. Altyapı inşaatları hiç bitmiyor. Sürekli bir israf sistemi var. oysa prefabrike sistemler bunu önlüyor. Mimarsız mimarlık derken insanları bu yönteme teşfik ederek mimarın yolunu kamusal projeler için daha da açmak amaç. Günümüzde sadece apartman projeleriyle uğraşan çekmece mimarlığı yapan mimarlar türemiş oldu. Heşeyleri hazır. Metrakare savaşları söz konusu. İki metrakare yer kazanabilmek için bir sedyenin geçemeyeceği darlıkta koridorlar tasarlanıyor.

Şehircilik mimarlıktan türemiş bir disiplin. Tarih ve sosyal konular öğrenildikten sonra mimarlık okunmalı, üzerine ekstra bir eğitim olarak şehircilik eğitimi alınmalı. Aynı durum yapı mühendislikleri için de geçerli.

EMY: Avrupa’da böyle bir mühendislik dalı var, ancak Türkiye’de tam karşılığı yok. Buna en yakın dal inşaat mühendisliği olarak geçiyor.

GA: Türkiye’deki sistemden iyi bir mimarlık ya da iyi bir şehircilik elde etmek zaten çok zor. Ve herşey burada başlıyor. Ben artık şehircilik projeleri yapmaya karar verdim, mimarlığı zaten yapıyorum.

EMY: Peki bu fikir nasıl oluştu?

GA: Bu fikrin oluşmasında iki neden var. Birincisi yıllar önce Jean Nouvel’le şehirlerin yatay ya da yukarı yönde gitmeleriyle ilgili bir konuşma yapmıştık. İstanbul’un kentsel gelişiminde mimarın rolünün ne olacağını sorduğumda “Sen mimarlığını yap ve bunu bir film gibi düşün. Filmin içinde güzel bir öpüşme, bir yangın ya da bir kavga sahnesi yarat. Film bütünüyle hatırlanmasa bile aradaki sekanslar hatırlanır,” dedi.

Ancak bu işler böyle olmuyor. Sorun tek bir yapıyı yapmakla çözülmüyor. Mimarın o yer ile yapmaya çalıştığı şey ters yönde eleştiriliyor. Demek ki başka bir sorun var aslında. Yapıyı yerine ankre etsen bile insanların zihninde bunu başaramıyorsun. Özellikle Türk mimarlığına bakıldığında yapıların yerle ilişkilerinde hep sıkıntılar oluyor. Düşünsenize dünyanın neresinde Maslak’taki gibi bahçe duvarlı gökdelen var? İmar yönetmelikleri bu bölge için 4-5 katlı yapılara göre düzenlenmişti, fakat ani bir kararla bölgenin finans mekezi, gökdelenler alanı olması talep edildi. Bölgedeli gökdelen sahiplerinin hepsi trafikten şikayetçi, ama kimse bahçe duvarını 1 metre geriye almak istemiyor. Zaten yakında satılık bahçeli gökdelen ilanlarıyla da karşılaşmaya başlayacağız. Eğer yapılar yükseliyorsa zemin kotlarının mümkün olduğunca geçirgen olması üzerine Airlight diye bir kavram var. Bazen gökdeleni çok olan şehirlerin yaya ulaşımları daha rahat oluyor.

İnsanlar “biz neden böyle bir mimariye mahkumuz” demeye başladılar artık.

Selin Biçer: Sizce gerçekten böyle mi? Bir yanda halkın beğendiği, içinde yaşamaktan mutlu olduğu bir mimari türü var, diğer yandan da mesleki ortamlarda beğeni toplayan, övülen ancak halkın ulaşması çok zor olduğu bir mimari var. Bu birbirinden çok farklı iki tarz sadece Türkiye koşullarına mı has bir durum, yoksa yurt dışında da benzer örneklerle karşılaşıyor muyuz?

GA: Türkiye’deki durumun bu şekilde olmasının ana nedeni üniter bir devlet yapısına sahip olması. Elitist ve tepeden inme bir yapısı var. Her konuda bu böyle. Bu işlerin bel kemiği orta sınıftır ve Türkiye orta sınıfın olmadığı bir yer. Mimarsız mimarlık kavramından kastım işte bu. Bu tip yapıların mimarla yapılması gerekmiyor. Mimar işin içine girdiğinde elitist birşeye dönüşüyor. Türkiye’ye birçok şey dışarıdan geldiği için Avrupa merkezli bir bakış açısı hakim. Avrupa merkezli bakış açıları elitisttir zaten. Ancak bu görüşte bile bir orta sınıf vardır ve her şey buna göre ayarlanır. Bunun burada olmaması temel sebep.

SB: Peki o zaman mimarlığı kendimiz için mi yapıyoruz?

GA: Ben kesinlikle kendim için yapıyorum. Bütün insanlar da kendimi anlatmam için bir araç. Öteki türlüsü yine elitist birşey oluyor.

SB: O zaman sanatın bir türü gibi bakabiliriz.

GA: Kesinlikle profesyonel bir iş. Ben ne kadar benleşirsem, o kadar topluma ait olurum. Hiçbir zaman toplum için yapılmaz bu iş, o zaman özgürlük olmaz. İnsanların ihtiyaçlarından yola çıkarak bir yorum yapıyorum. Mimarlık herkesin kendi yapmasıyla başlar. Kendi yaptığı sürece talebi de bir mimarın isteğine daha çok yaklaşacaktır.

Osmanlı’da ya da Rönesans döneminde de durum böyleydi. Mimarlar eskiden yapmazlardı. Mimarlar başka işlerle meşgüldü.

EMY: Sivil mimari diye birşey vardı…

GA: Onun kaybolması demek, mimarların beslendiği kaynakların da kaybolması anlamına geliyor.

Benim bu mesleği seçmemim tek nedeni tamamen bireysel yorumlarım üstüne kurulu. Bunu yapamazsam özgürlük, sanat, bilim olmaz.

Bir konu daha var. Öteki tarafta Endüstri Devrimi ile beraber mimarlık ve inşaat sektörü bir sektör olarak görülmeye başlandı. Fabrikalar kuruldu ve buradaki adam diyor ki “Ben bunu daha hızlı, daha ince, daha renkli, daha ucuza üretirim,” Ve bu fabrikalar mimara değil, müşteriye ürünlerini tanıtıyor. Malzemeler standartlaşıyor. Böylece aynı malzemelerden üretilmiş birbirine çok benzeyen yapılar ortaya çıkıyor. Halbuki tam tersine mimarın malzeme özellikleriyle kısıtlanmaması lazım. Bugün dijital teknolojiyi kullanmamızın en önemli nedeni bu – ihtiyaca göre düzenleyebilmek. Bir süre sonra mimar her koşulu düşündüğünde bu malzemeyi kullanmam lazım diye şartlanıyor. Bu halkın istediği değil, kapitalist sistemin istediği birşey haline geliyor. Bir ürünü kullanmamız için satış elemanı gönderen fabrikanın sahibi birgün müşterin olabiliyor. Bu bir kabule dönüşüyor.

EMY: Türkiye’de mimarlar 90 derecenin dışına çok çıkamıyor. Kuum Otel & Spa projenizde farklı formlar denediniz. Nasıl böyle farklı bir uygulamayı yaptırabildiniz?

GA: Aslında bu bir yanılsama. Semerkant’ın planına bir bakın, 90 derece göremezsiniz. Bana bir tane sivil mimari örneğinde ya da Osmanlı kamu yapısında 90 derece göstersinler, çünkü arşın gibi ölçüler var ozaman. Dolayısıyla 90 dereceyi uygulamak o zamanın şartlarına göre çok zor.

Mesleğe başladığım ilk yıllarda 90 dereceye takmıştım, aletler geliştirmiştim. Sonra anladım tam 90 derece uygulamak çok zor. Insana ve doğaya aykırı. Zaten yer kabuğu sürekli hareket halinde. Sıfır denge magmaya dik olmaktır ve bazı durumlarda bu gerekir. Ayrıca yatay yükler ve başka etkenler var…

Aslında serbest plan, kapalı plana göre daha avantajlı. Mies ve Gaudi’nin de kullandığı Modern mimarinin ilk dönemlerine ait serbest duvar sistemini kullanmaya çalışıyoruz. Serbest sistem olunca, işçilik hataları da kayboluyor. Proje kendiliğinden organik olunca, hatalar daha az görünüyor.

Ayrıca düz bir duvarı tamamiyle doğru bir şekilde uygulamak imkansız, tabii fabrikasyon değilse. Ve bu şekildeki bir uygulama işi matlaştırıyor, ışık değişiyor. Son zamanlarda Beykoz Konakları’nda bir evin iç mekan düzenlemesini yaptık ve evin içinde ışık yoktu. O yüzden duvarları hep eğrileştirdik ki iyi ışık alsın ve çok da başarılı oldu.

İşçiliği ön plana çıkaracak malzemeler ve düşünceler zaten mimarlığın kendisi. Işçilik hatalarından çok daha fazla önem verdiğim konu doğal ile yapay ışık ve bunlarım mekandaki etkileri. Bunun için malzeme bilgisine sahip olmak gerekiyor. Bunu da sürekli işçi ve ustalarla konuşarak yapmak lazım. Aynı ekiplerle değil, aynı formüllerle çalışmak önemli olan.

EMY: Kuum Otel & Spa projesi ile ilgili bir yorumunuzda “malzemesiz mimarlık” olarak tanımlamıştınız. Bu konuyu biraz açar mısınız?

GA: Aslında ben tek bir malzeme kullanmaktan yanayım, hatta pencerelerden hoşlanmadığımı da söyleyebilirim. Bu tür denemelerimiz de oldu. Yeni teknikler geliştikçe düzgün çalışmayan doğrama sistemleri tarih olacak. Duvar perdeleri, ışık perdeleri, havalandırma sistemleri gibi başka çözümler lazım. Pencere sistemlerinin birçok örneğini projelerimde denedim. Ancak mekanik bir sistem bu, daha organik çözümler gerekli.

Tek bir malzeme kullanmak ne kadar güzel ve kolay.

Bodrum gibi bir yerde her türden malzemeyi kullanmak pek mümkün değil. Bodrum İstanbul’a göre çok daha iyi bir mimari kaliteye sahip. 2-3 katlı yapılar, kötü olsalar bile genel kompozisyon içinde göze batmıyorlar. Tamir etmek mümkün ve eğimle uğraşmak gibi kavramlarla yeni tür mimarlığa daha çok ürün veriyor. Zaten Bodrum çok eski bir yerleşim. 2 katlı balıkçı evlerinden ilham alınıp sadece buna göre yapılar yapılmasına karşıyım.

EMY: New York’tan döndüğünüzde Türkiye’deki mimarlık ortamını nasıl buldunuz?

GA: New York’a giderek kendi adıma çok yararlı bir iş yaptığımı düşünüyorum, çünkü belli bir zamandan sonra Türkiye’de mimarlık adına beslenmek çok kolay olmuyor. Bu amaçla orada da bir ofis kurmaya karar verdik. Amerika’da çok değişik projeler yaptık. Avrupa’ya göre çok daha az gelişmiş yapı teknolojisi vardı. Şimdi dijital teknolojiyle birlikte özellikle 11 Eylül’den sonra New York’ta daha iyi olmaya başladı. Altyapı, üstyapı, şehircilik, araziyi inşaata elverişli duruma getirme konularında 300 yılda çok büyük ilerlemeler katedilmiş.

İlişkimiz hala devam ediyor, Avrupa’dan daha ilginç geliyor bana ve daha çok besleniyorum.

Türkiye’de bir takım hareketlenmeler oldu ve talep geldi. Yaklaşık 3 senedir burada daha yoğun şekilde proje üretiyoruz.

Ayrıca araştırmaya çok önem veren bir ofisiz. Bu durum bazen çok yorucu olabiliyor.

Eleman seçerken zorlanıyoruz. Mimarlıkla derdi olan mimarları işe alıyoruz.

SB: Meslek hayatınız boyunca bazı değişimler içine girdiniz mi? Nasıl oldu? Bundan sonra yapmak istediğiniz şey nedir?

GA: Birkaç soruyu aynı anda oldu. Ben de modernist düşüncelerle büyütüldüm. Öncesinde çocukluğun antik kentlere yakın yerlerde geçti. Mimar olmaya o zamanlardan heveslenip kafamın içine taşımıştım. Fakat mimarlık eğitimim sırasında çok uzlaşamadığım şeylerle karşılaştım ve öyle olması gerektiğini sandım. Bu kabullenmelerin yavaş yavaş beni öldürdüğünü düşünmeye başladım. Mimarlıkla bir kavgam var benim, kurallarını değiştirmeye çalışıyorum. Çok eski bir meslek olan mimarlığın öğretildiği gibi uygulanmadığını görüyorum. İlk kırılma noktası buydu. İkincisi ise belli bir süre sonra bazı yaklaşımlarla kendimi daha yakın hissetmem oldu. Ön araştırma ve analizler yapmak, grafikler çıkarmak, proje henüz bir sonuca ulaşmamışken seçenekli düşünmek, yerel koşulları, ilişkilerini ve farklılıklarını açığa çıkaran etkilerle ilgileniyorum. Dünyanın herhangibir yerinde, herhangibir tarihte aynı fonksiyonda yapılmış yapıları da inceliyorum.

Her projede mutlaka çok alternatifli çalışıyoruz. Bazı projelerde henüz yeterince geliştiremediğimiz için bıraktığımız bazı metotlar var, ama en iyi bildiğimiz şekilde yapmaya çalışıp teslim tarihine yetiştiriyoruz. Bir sonraki proje için hep yapamadıklarımız var. bunlar başka bir proje için itici güç oluyor. Bu nedenle her projenin içinde bir sonraki için ilginç ipuçları var. Ön eütü için çok vakit harcadığımız için uygulama kısmında daha atak hareket ediyoruz.

Türk mimarlığında yapı strüktür bilgisi yok. Ben genel olarak strüktür ile çok ilgiliyim. Ya yapıya şekil verir ya da çok önemli bir unsurudur. Bu konu önümüzdeki zamanlarda daha da önem kazanacak.

Kısa yoldan sonuca varmak çok besleyici olmuyor. Bina yapmak, bir mekanın içine girmek, insanlarla paylaşmak çok keyifli ama ne çıkacağını baştan ben de bilmiyorum ve orada bir sürü fikir var. Benim için esas olan olgular yerçekimi, havanın hareketleri, topoğrafya, ışık, strüktür…

O tipoloji içinde programa,strüktüre ve mekan ile strüktüre dair yeni birşeyler getirmek gerekli.

Çıkardığımız gazete bizim için bir iletişim aracı. Mimar olmayan insanlara daha çok ulaşıyor. Şimdilik konularını kendi projelerimizden alsa da, önümüzdeki sayılarda özel konuları işlemeyi istiyoruz.

Mimar özgürlüğünü kaybettiği an ruhsuzlaşıyor. Mimarlık o enerjiyi hep üzerinde taşımalı. Müşterisini ve konusunu seçebilmeli. Mimar özgür olmak uğruna bedellerine katlanmalı. Örneğin az insanla çalışılabilir, az para kazanılabilir.

Dışarıdaki yayınlardan en çok talep edilen projemiz Balık Pazarı oldu. Sosyal bir proje olması, bir niyetinin bulunması ve ön çalışmaya sahip olması bunun nedeni. Bu sadece bizim yararımıza değil, Türkiye’den bir proje.

Balık Pazarı bizim için deneysel bir proje oldu. Projenin sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de var. Bu projeyle ilgili yapılabilecek en iyi eleştiri başka bir mimarın çizeceği daha iyi bir projeyle olabilir.

Bir projeye verilebilcek en iyi eleştirinin bu yolla sağlanabileceğine inanıyorum. Kuum Otel benim turizm sektörüne karşı bir kritiğim. Bodrum mimarisinden bahsediliyor, ama ben Dünyanın 7 Harikası’ndan biri olan Halikarnas Tapınağı’na bakarım, oradaki küçük bir balıkçı evine değil.

Mimarlık kadınlar tarafından daha iyi algılanıyor. Bir kadın şehrin her yanında rahatça yürüyebiliyorsa o medeniyetin göstergesidir. Benim işim kadınları oraya kadar götürmek.

Ama mimarlık hala maskülen ve mesleğe beyazlar hakim. Diğer mesleklerden ayrı olarak mimarlıkta bazı şeyler eksik.

Mimarlıkta kadın çizgileri olması gerektiğine inanıyorum. Örneğin Zaha Hadid keşke daha feminen olsa.

SB: Son dönemlerde sanat ve mimarlıkta gereksiz yere fazladan konuşmalar yapıldığını düşünüyorum. Bir ürün yapıldıktan sonra bizim onu anlamamıza ya da yorumlamamıza izin verilmeden tasarımcısı tarafından anlatılıyor. Siz bir mimarın bu boyutta kendini ifade etmesinin gerekliliğine inanıyor musunuz?

GA: Sanatta farklı türde kendini ifade etme tarzları var. Yaşadığı çağda kendini ifade etme konusunda çok acı çeken ve çekecek olan kişiler mimarlar. Çoğu yapı yapıldığı dönemde tartışılmış, ancak bu durum ileriki zamanlarda değişiyor. Bu Mozart için de geçerli. Bunu ölçmek bazen çok kolay olmuyor. Mimarlıkta bir cevabı yapıyla, çizgiyle, yazıyla ve konuşmayla verebiliriz. Tek bir tanesini yapmak yeterli değil. Mimarın sadece yapı yaptığına dair bir görüş çok saçma geliyor. Bir film de çekebilir. Bir olgu yeterince kurulmadan sadece anlatılıyorsa orada bir eksiklik olur.

Yapılmış bir iş üzerinden konuşmak ise apayrı bir konu.

Başka önemli bir konu ise sanatın günlük hayatın içine karışması. Bu biraz da toplumla diyaloğuna bağlı. Mesela bir ressam bir şeyi ortaya koyar ve budur der. Oysa mimarlıkta böyle bir durum söz konusu değil. Mimarlık başkalarıyla birlikte geliştirilen bir olgu. Dünyaya bir şey ekliyorsun. Bu ek birinin manzarasını kesebilir, birinin yolunu değiştirmesine neden olabilir…

EMY: Sizce bu çağın insanı kim?

GA: Ben Cecil Balmond’u çok önemli buluyorum, gizli bir güç olarak görüyorum. Calatrava’nın da çok lezzetli bir yönü olduğunu düşünüyorum. Zamansız ve ekspresyonel bir ifadesi olduğu için çok eğlenceli bir isim. Richard Rogers da öyle, İngiliz Hi-tech mimarlığı da kesinlikle izlenmesi gerekiyor. Benim için Renzo Piano da çok ilginç biri. Sedad Hakkı Eldem de… Bireysel nedenlerle yola çıkan mimarın, aynı nedenlerle aşırı toplumlaşması söz konusu. Sedad Hakkı’nın kişisel görüşleri, milli görüş oldu.

EMY: Çok teşekkür ediyoruz…

Etiketler

Bir yanıt yazın