Olay Ülkeye, Kente ve Bilime Sahip Çıkmaktır

Şengül Öymen Gür ile Livenarch Kongresi üzerine söyleşi.

Zeynep Erözkan: İki yılda bir düzenlenen , “Livenarch” Kongresi’nin bu yıl dördüncüsünü izledik… Livenarch nedir sorusuyla başlayabilir miyiz?

Şengül Öymen Gür: “LIVENARCH” İngilizce LIVable ENvironements and ARCHitecture sözcüklerinden yapılma bir addır, yani “Yaşanabilir Çevreler ve Mimarlık”.

ZE: Bu kongrenin tarihsel sürecini kısaca anlatabilir misiniz?

ŞÖG: Bir birikimin üstüne kurgulandı Livenarch. Bu arada KTÜ’nün tarihselliği de ortaya çıkıyor, tabii… Livenarch’a gelince, çok uzun zaman fevkalade kötü yönetilen üniversitemizde benim bu konudaki girişimlerim, ben bölüm başkanıyken geri çevrildi. Biz çok engeller ve zorluklar yaşadık. Sonra Prof.Dr. Şinasi Aydemir’in bölüm başkanı olduğu bir dönemde kongremizi yeniden gündeme soktuk. Bir bilim kurumunda 1980-2001 arası uzun erimli bir mücadeleden sonra Livenarch doğdu. Şinasi Hoca ile birlikte el ele verip kongrenin tasarımını yaptık. Ama ilk iki seferinde katılım 30-40 kişi civarında kaldı. Sonra 2007’de ben kongre başkanlığını üstlendim. Katılım 150’leri buldu. Bu sene 215’e yakın bir katılım sağladık. Eğer İstanbul’da bu çabayı gösterseydim 700 katılım sağlardım diye düşünüyorum. Çünkü kongrelerin yapıldığı yerin sunduğu olanaklar da ne yazık ki çok önemli. Trabzon’un 30 yıl öncesine kadar bir tarihi vardı, şimdi o da yok. Hâlbuki kongreler biraz da turistiktir, akademik insanların sayılı gezi olanaklarındandır.

Livenarch, mimarlık konusunda Türkiye’de yapılan akademik çıkışlı ilk ve halen tek uluslararası kongre. Ülkemizde, uluslararası kongre ve benzeri toplantılar yapılıyor tabii ama bunlar, başka ülkelerin öncülüğünde örgütlenmiş, sadece bir seferi ülkemizde gerçekleştirilen kongreler oluyorlar. Ben birçok uluslararası mesleki kuruluşun üyesiyim ve bu kuruluşlar hep arkamda oluyorlar. Kongremizi sitelerinde ilan ederek katılımı teşvik ediyorlar.

Bu süreçte eğer bazı önemli ve çok iyi destekçilerimiz olmasaydı tüm bunları başaramazdık. Sayın Sani Şener (TAV), Sayın Cahit Aşkın (Çolakoğlu Metalurji) gibi kişiler, MultiTurkmall gibi kuruluşlar toplamı 25 milyar Lira’ya yaklaşan uçak biletlerimizi temin etti. Maçka, Trabzon ve Akçaabat Belediyelerimiz katılımcılarımıza öğle yemekleri sundu. Kendi mezunlarımız destek çıkıyorlar. Mimarlar Odası Genel Merkezi, Şengül Hocasını asla geri çeviremez. Trabzon Şube Başkanı öğrencimdir, nasıl geri çevirsin? Dostlarımın katkısı çok oldu.

Bazı kurumlardan destek almak olanaksız. Oysa bu iş “fakire sadaka” meselesi değildir. Türkiye için “ne istemek” ile ilgilidir. Ama sonuçta anladık ki bu ülkenin vizyon sahibi değerleri de az değil. Onu da gördük. Hepsine buradan sonsuz şükranlar sunuyorum. Tekrarlıyorum, olay bize yardım değildir. Olay, ülkeye, kente ve bilime sahip çıkmaktır. Anlayanlar sağ olsun!

ZE: Livenarch’ta bu yıl hangi tema işlendi?

ŞÖG: Modern mimari, insani çevreler yaratamamak ile suçlandı. Çok anonim, çok tekrarlı ve kimliksiz bir tarza yöneldi. Uluslararası idi bu tavır ama bağlamdan bağlama bu duyarsızlık derecelenme gösterdi. Türkiye hem tarz olarak kimlikten yoksun oldu, hem de eski bir teba toplumu olma geleneğimizden dolayı ve belediyelerimizin, girişimcilerin ve hükümetlerin yanlış tavırları sonucu en kötü kentsel gelişmelere sahne oldu.

Zaten en kötü gelişen kentler, üçüncü dünya ülkeleri ve kalkınmakta olan ülkelerin kentleri oldu. Bir Roma’yı, bir Prag’ı, bir Amsterdam’ı hatta modern kentlerden sayılan bir Rotterdam’ı düşünürsek ne demek istediğimiz anlaşılacaktır. Örneğin, Almanlar kasabalarına ve küçük kentlerine o kadar çok sahip çıkarlar ki… İtalyanlar öyle, İspanyollar öyle… Kötü çevreler en çok gelişmekte olan ve demokrasinin geç işletilmeye başlatıldığı ülkelerde söz konusudur. Bu tip ülkelerde parayı bastıran çevrede egemen olur. Mimari bağlamda son derece kimliksiz, karaktersiz, kendi tarihini kendi elleriyle yıkan sayılı ülkelerden olduk. Bunu hangi Avrupa ülkesi yaptı?

Avrupa kafatasçıdır. Başka türlü gelişir. Gelişme bölgeleri saptar. Kirlenmiş, yozlaşmış, dejenere olmuş kent bölgelerini dönüştürür. Planlıdır. Prag’ın 13. yy’dan kalma sokağını yıkalım da buraya spekülatif 38 katlı bir apartman yapalım diyen bir yönetimi oldu mu?

Bizimkiler inşaatı ve yükselmeyi bir gelişme göstergesi olarak algılıyorlar ki bu çok vahim bir durum. Örneğin, bütün kentleri aynılaştıran, hazır projelerle sorun alanına gidilen TOKİ çalışmaları var. Birisi parayı bastırıyor diye de belediyeler bunlara el etek açıyorlar. Bütün bu yardımları kaptıklarında çok iyi bir şey yaptıklarını düşünüyorlar. TOKİ kentlere ne taşıyor? Batının çoktan terk edilmiş yaşama modellerini taşıyor. Mantarlar bitiyor her yerde… Bunları neden uzun uzun açıklıyorum, “Yaşanabilir çevreler ve mimari” ciddi bir konu, bunun altını çizmeye çalışıyorum.

ZE: Konunun gerekçesi ve önemini kuramsal olarak nasıl açıklarsınız?

ŞÖG: Mimarlıkta eleştiri gecikmiş bir olgudur. Hegel ve Marx’a atfedilen Eleştirel Kuram, hem genel eleştiri edebiyatında hem de mimarlıkta bir dönüm noktası olmuştur.

Eleştirel Kuram’ın kurgulanmasından önceki yıllarda Ruskin ve Violette-Le?duc’ün söylemleriyle örneklenen romantik eleştiri, mimarlık eleştirisinde modern dönemin yolunu açtı. Erken 19. yy romantik-sübjektif yargıları her ne kadar objektif ölçütlerden yoksun olsalar da bina tarzları-stilleri üzerinde tartışma başlatarak mimarlık kamuoyuna bazı şeylerin tartışılabilir olduğunu gösterdi. Daha sonar Pozitivizm ile özdeşleştirilen modernleşme kendine nirengi olarak bilimsel ölçütleri aldı. Modern mimarinin öncüleri tarafından öne sürülen kurallar yarı-nesnel kanonlara dönüştüler ve böylece mimarlıkta eleştiri bilimlerdekini andıran bir “değerlendirme modeli” olarak gelişti. 60’lı yılların başında bu çabalar mimari tasarıma “saydam kutu” yaklaşımlarının ortaya çıkmasıyla taçlandı.

Ama ortaya çıkar çıkmaz mimari arenada bir karışıklığa neden oldu. O tarihlerin önde gelen mimarları metodolojik yaklaşımın yaratıcılıklarını engelleyeceğini öne sürdüler. Diğer yandan antropologlar, toplumbilimciler, psikologlar ortaya çıkmakta olan yöntemin mantığının insan davranışını, toplum belleğini ve anlamını yorumlamaktan uzak olduğunu öne sürdüler.

20’ler ve 30’ların konut ürünleri mekanik üretim sistemleri sonucunda çok insanı konutlandırmıştı ama üretim biçiminden dolayı yaşanabilir çevreler üretmekte başarısız olmuştu. Rakamlara gösterilen ilgi, niteliğe gösterilmesi gereken ilginin çok önüne geçmişti. Kültürel farklar görmezden gelinmiş, evrensel insan olgusu işlenmişti.

Bruno Latour modern durumu baskın bir ikilem olarak görür: “Düne ait fikirler birbiri ardına yetersiz ve bilim-dışı şeyler olarak algılanıyordu… Sosyal gereksinme ile doğayı, anlam ve mekanizmayı, gösterge ve nesneleri bilim-öncesi yollarla katıp karan eski zamanların esrarengiz yöntemleri materyal nedenselliği insan düşlemlerinden kesin bir biçimde ayıran pırıl pırıl bir yeni güne merhaba diyordu”.

Eleştirel kuramı iyileştirmek için bazı yeni Marksistler dilbilim ve anlam kuramlarından destek almak şeklinde çaba gösterdiler. Bunu izleyen radikal ve pragmatik eleştiri de bilim ve toplumsal politikaları birbirinden ayrı tuttu. Gerek doğa kültür ikilemleri ve gerekse bu ikilemlerle gerçekliğin hibrid yapısı arasındaki ikilemler yine görmezden gelindi.

Radikal eleştiri felsefenin kanon ve söylemlerinin altını oydu ve sosyal mitlerin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Yapıbozum felsefesi gerçekliği sorgulamada güvenilir bir yöntem olduğunu kanıtladı ama sorguladığı yapıların yerine yenilerini önermekten kaçındı.

Pragmatik eleştiri bağlamın değerini kabul etti ama eleştirinin önemli bir çekincesinin üstesinden gelemedi. Eleştirmen de bağlamın bir parçası olunca eleştiri ne kadar güvenilir olabilir sorusu havada kaldı. Ama yine de mimarlıkta güvenilir bir düşünme ve sorgulama modeli olarak itibar gördü. Çünkü bir bağlama gönderme yapmadan mimarlıkta hiçbir makul eleştiri yapılamaz. Bağlam mimarlığın içkin bir özelliğidir.

Ama pazar piyasasının entelektüel alan dâhil her alanı kirletmesi, “Gerçekten nesnel bir eleştiri imkânı korunabilir mi?” ya da “Eleştiri için otonom bir alan bulunabilir mi?” sorularını gündeme getirdi. Bugün eleştiri hala modası geçmiş ideolojiler ve modeller üzerinden sürdürülüyor. Oysa klasik eleştiride yer, mesafe ve hız kavramları önemliyken küreselleşme hızı arttırdı, mesafeyi kısalttı ve yeri yozlaştırdı. Bu durumda eleştiri de yeni araçlar ve modeller gerektiriyor.

ZE: Küreselleşme eleştiriyi yeniden gerekli kılan ne gibi sonuçlar ortaya çıkardı?

ŞÖG: Küreselleşmenin toplumlar üzerindeki etkisi çok büyük. Her dünyalı kişi bugün küresel bağımlılık halinin getirdiği imkân ve sınırlamalara tabi hale geldi. Mimarlık da öyle… Çünkü kaynaklar, ürünler ve fikirler dünyanın dört bir köşesinden temin edilir hale geldi. Bu durum güçlü ve zayıf odaklar yarattı. Bugün ezilen coğrafyalar, toplumlar, etnik, cinsiyetler ve hatta yaş gruplarından söz ediyoruz. Kentsel peyzajın bozulması ve endüstri atık alanları çok çirkin çevreler ortaya çıkarıyor. Dünya nüfusunun görülmedik artışı ve özellikle kentsel nüfus artışları alt yapı ve destek sistemlerine büyük baskı yaratıyor. 21. yüzyılda gelişmesini tamamlayamamış dünyayı inanılmaz konut açığı bekliyor. Farklılıkların görmezden gelinmesi, fakirin ezilmesi, ekonomik özelleştirmeler ve deregülasyonlar hep mimari sorumluluğumuzu arttıran küreselleşmenin sonucu.

ZE: Konu gelişmekte olan ülkeler için daha da önemli gibi göründü bana, ne dersiniz?

ŞÖG: Modernleşme ve küreselleşme en çok gelişmekte olan toplumların kentlerini vurdu. Planlama anlayışının yerleşemediği bu ülkelerde kentsel kararlar parasal güce sahip girişimcinin istekleri doğrultusunda alındı. Sadece kimliksiz değil sağlıksız kentler ortaya çıktı. Yeşil alanlar pahalı yerleşmelere, su kaynakları pistlere, doğal körfezler beş yıldızlı otellere, kıyılar yollara dönüşürken doğa dengesi, kültürün korunması gibi kavramlar eridi gitti. Fosseptikler yollara, oradan denizlere aktı. Teknoloji radyasyonlu direklerini olur olmaz yerlere dikti. Doğal yaşam sürdürülemedi, keneler ölümlere yol açtı. Kürenin zayıf bölgeleri küreselleşmenin mağduru oldu. Oysa her bir bireyin insan gibi yaşamaya hakkı var…

ZE: Çeşitli disiplinlerde önlem anlamına gelen kıpırdanmalar var mı?

ŞÖG: Ciddi problemler karşısında sistemler kendilerini sorgulayıp yeniden yapılandırmaya mecburdur. İkilemlerimizi ayıklamak, toplumun, bilimin, sanat ve mimarlığın içsel gerçekliklerini derinlemesine anlamak bir zorunluluk haline gelmiştir.

ZE: Mimarlıkta benzeri hareketler var mı?

ŞÖG: Bu kongrede bu gerçeklikle yüzleşerek mimarlığın içkin ve aşkın değerlerini sorgulamayı istedim. Biraz tarihini ve kuramını bilen birisi olarak ben mimarlığın kendini yeni durumlara ayarlama kapasitesi olduğuna inanıyorum. Öncülerin yaratıcı sıçramalarının yeni mimariler, önceden düşünülmedik mekân biçim ve kavramları üretebileceğine inanıyorum. Dolayısıyla bu kongrede hangi inançlarımızın gerçeklikle örtüştüğünü hangilerinin yeni durumlara ayak uydurmada bize engel oluşturduğunu ortaya koyabilmeyi istedim.

ZE: Önce entelektüel bir yeniden yapılanma şart gibi görünüyor?

ŞÖG: Kesinlikle. Mimarlık imar ve toplumun süre giden ilişkisinden kökünü alan bir meta-yapıdır. Sosyal yapıların ve fiziksel dünyanın zaman içinde değişim ve dönüşümü önlenemez! Ama değişim ve dönüşümler daha iyi bir geleceğe doğru yönlendirilemezse bu sanat, mimarlık, toplumsal, kültürel ve biyolojik yaşam için büyük bir kayıp olur. Sosyal yapılar ve siyaset yeni zorunlulukları idrak edemezse ya da stratejilerine dâhil edemezse toplumun dokusu bozulur ve çürür.

Geleceği tasarlamada ve yönlendirmede alternatifler nelerdir? Bu alternatifler, gelecekler için ne yapmalıyız? Mimar nasıl davranmalı? Bugün hangi kritik soruları sormak ve yanıt aramak zorundayız? İşte sorularımız bunlar…

ZE: Çok önemli ve zor bir konu. Sorgulamaya nereden ve nasıl başladınız?

ŞÖG: Sorgulama ve eleştiriyi bir kalkış noktası olarak kabul ederek çeşitli sosyal ve sosyo-fiziksel rekonstrüksiyonlar önermek bu kongrenin amacı oldu. Umulan şey en azından değişimlerin mimari sonuçlarını veya tersine mimarinin yarattığı değişimlere odaklanmaktı. Bu anlamda kongre zengin tartışma konularına götüren çeşitli yorumlara açıktı. Şimdi elimdeki katkıları gördükten sonra mimariyi yansıtabilecek en iyi metaforun “evren” olduğunu düşünüyorum. Mimariyi sorgulamak evreni sorgulamak gibi uçsuz bucaksız…

ZE: Tartışmalar çok dağınık mı oldu bu durumda?

ŞÖG: Livenarch IV (yaşanabilir çevreler ve mimari) gerek siyasi kararlar, gerek mimari tarzlar, gerek koruma anlayışları, gerek sürdürebilirlik dediğimiz iklim ve coğrafya ağırlıklı düşüncelere, enerji konusuna yer açılan, bir tartışma ortamı oldu.

Ben bu seneki kongrenin de başkanıydım ve alt başlığı “yapılanmalar” olarak yorumladım. Yapılanma kavramını katılımcılar zihinsel, sosyal, ekolojik, sürdürülebilirlik ve enerji duyarlı yeniden yapılanmalar olarak algıladılar ve alt başlığı buralardan hareketle zenginleştirdiler. Benim çok değerli hakemlerim de bunların birçoğunu anlamlı konular olarak kabul etti. Demek ki yapılanma çok zengin açılımlara sahip bir kavram adı imiş.

Bu tartışmalar sürmedikçe geleceğin mekânı insani mekân olmayacaktır.

ZE: Zaman ayırdığınız için ve tüm paylaşımlarınız için teşekkürler.

ŞÖG: Ben de size çok teşekkür ederim…

Etiketler

Bir yanıt yazın