Tasarım Eğitimi İmgelemin Tetiklenmesidir

DS Mimarlık'tan Deniz Aslan ile peyzaj mimarlığının durması gereken yeri ve gerçek kapsamını konuştuk.

Peyzaj mimarlığının Türkiye’deki konumu, olması gereken düzeyden çok uzak. DS Mimarlık’tan Deniz Aslan ile, gelişemeyen ve yanlış örgütlenen peyzaj mimarlığı ortamını, bu sistemin arkasındaki sorunları, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin bu sorundaki payları ve sorumluluklarını, peyzaj mimarlığının durması gereken yeri ve gerçek kapsamını konuştuk.

Burcu Karabaş: Peyzaj mimarlığı eğitimi, farklı üniversitelerde farklı fakülteler bünyesinde veriliyor. Örneğin İstanbul Üniversitesi’nde Orman Fakültesi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde ise Mimarlık Fakültesi kapsamında. Bu eğitimin verilebilmesi için size göre ideal bir ortam var mı? Yoksa “Bu farklılık iyidir, kendini geliştirmek tasarımcının kendisine bağlıdır” mı diyorsunuz?

Deniz Aslan: Aslında bu farklılık sadece bizde değil, dünyada da var. Ben sonuçta mimarım, bir mimar olarak baktığımda da şunları söyleyebilirim. Eğer konumuz “peyzaj tasarımı”ysa, yani “landscape design” dediğimiz alansa, bunun ortamı tartışmasız mimarlık fakülteleridir. Eğer peyzajı daha büyük bir ölçekle algılıyorsak, yani peyzaja ekosistem olarak bakıyorsa konumuz doğal ortamın sürdürülmesi, hatta kentin periferisi ise, o zaman bölüm bünyesinde toprakbilim, hidroloji, ormancılık, ziraat, ekoloji vs. bulunan fakültelerde olabilir. Eğitim ortamı, tasarım fakülteleri bünyesindeyse, nesnel sorunlar da ön plana çıkacaktır. Çünkü kent yaşantısı, tüm alt yapıları ile fiziksel çevrenin oluşmasına bağlıdır. Ve fizik çevrenin oluşumu doğrudan doğruya mimarlığın konusudur. Kentte peyzaj mimarının hedefi saf doğayı kente taşımak değil, kültürlenmiş, hatta sentetik bir yeni doğayı tasarlamaktır. Konuyu tekrar orman ve ziraat fakültelerine çekersek, ki bunu da pek anlamıyorum, anlamadığım şey bu fakültelerin neden jeoloji, maden mühendisliği, botanik, ekoloji alanlarında olmayışıdır. Yani “Konu bitkidir, bitkiyi de orman mühendisleri, ziraat mühendisleri bilirler” demek istenmektedir. Saf doğada bile her şey coğrafyayla başlar. Mesela jeoloji, peyzaj mimarlığında çok önemli bir konu. Yani bölüm her fakültede açılabilir, bu o kadar da büyük bir sorun değil. Ancak tabii her üniversitenin ayrı bakış açısı ve ayrı bir bilimsel ortamı var. Sonuçta verilen eğitimin de farklı bir dili olmalıdır.

Asıl mesele, bu farklı bakış açılarının bir araya gelebilmelerinde. Ben designdan bahsediyorum, ofisimde de elbette tasarım fakültelerinden mezun olan peyzaj mimarlarıyla çalışmayı tercih ediyorum. Çünkü bunun dışındaki formasyon, bizim doğrudan ilgi alanımıza girmeyebiliyor. Böyle bir kargaşa da var. Ancak sonuç olarak diyebilirim ki, farklılaşma iyidir. Sorun, bu farklılaşmanın hedefinde. Bu farklılaşma, sonuçta “peyzaj mimarı” denen bir adamı yaratıyor mu? Hedef design olmalı, landscape planning çok farklı bir konudur çünkü. Örneğin kentsel tasarım, şehir ve bölge planlama, mimarlık, bunların hepsi bir arada çalışır ama eylem alanları farklıdır. Odakları ve baktıkları yükseklik de farklıdır. Peyzaj mimarlığı tanımının içinde de mimarlık olduğuna göre, demek ki ölçeğimiz çok da makro bir ölçek değil. Öncelikle bu konuda uzlaşmak lazım. Tasarım fakültelerinin dışındaki peyzaj mimarlığı eğitimi daha makro ölçekte tutulabilir. Belki onların artısı da, konuya daha yüksek bir yerden bakmak olabilir. Ama sadece o noktadan bakıp kalmak da yanlış bir eğitim yöntemi. O halde bunun adı peyzaj mimarlığı değil, peyzaj planlamasıdır ve o eğitimle bölgesel planlama uzmanlarıyla çalışabilecek peyzaj plancıları yetişir. Hava akımları, suyun ve enerjinin korunumu gibi dünyanın en önemli konularıyla uğraşırlar. Ama tabii bu da yapılmıyor. Eğer böyle bir farklılık oluşmuş olsa, farklı meslek alt grupları ortaya çıkar ve hangisine nerede ihtiyaç olduğu da belirlenmiş olurdu. Fakat sonuçta yine peyzaj mimarlığı yapılmaya çalışılıyor, birkaç yere bitki ekmek oluyor yapılan iş. Eğitimlerin sonunda herkesin geldiği nokta buysa, bence önce bakılan ölçeğin doldurulması gerekiyor.

Bir çöp atma alanının yeniden kazandırılması projesinde makro kararları alan peyzaj mimarıyla, aynı projenin mimarisini, yani nesnelliğini çalışacak peyzaj mimarı, rahatlıkla farklı formasyonda olabilir ve beraber çalışabilirler. Ancak bu iki görevi de yerine getirecek kişiler olmadığı zaman zaten bu ayrımı yapmanın anlamı kalmıyor.

BK: Gerek orman ve ziraat fakültelerinden, gerekse de mimarlık fakültelerinden birçok mezun veriliyor ancak baktığımızda ortamın zenginleşmediğini görüyoruz. Birçok peyzaj mimarının da peyzaj mimarlığıyla ilgisiz işler yaptığını biliyoruz. Yani hiç yeni birşey olmuyor…

DA: Olmuyor, olamıyor. Üniversiteler de yeniliklere açık değil. Biz İTÜ Mimarlık Fakültesi’ne çok inandık, ben de bizzat programın içinde bulundum. Fakat o da sonunda kendi doğasına döndü ve Mimarlık Fakültesi içinde bir Orman Fakültesi olma yolunda. Ben özellikle bunun altını çizmek isterim. Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi bünyesindeki Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarisi Bölümü daha istikrarlı bir duruşa sahip, her ne kadar orada da bu duruşun gelişmesine engel faktörler olsa da. Türkiye’de gördüğüm iki tasarım fakültesi içinde Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarisi Bölümü’nü daha istikrarlı buluyorum. Orada da elbette bu “boyamacı resim yapma eğilimi”nden kurtulmaları gerekiyor, ancak hiç değilse planlama ve tasarım ara kesitine girmek üzereler gibi gözüküyor. Bu anlamda İTÜ Peyzaj Mimarlığı Bölümü’ndeki soruna bir kez daha değinmek istiyorum. İTÜ Mimarlık Fakültesi Peyzaj Mimarlığı, bu alandan gittikçe uzaklaşıyor ve kazanımlarını gittikçe kaybediyor. Sonuçta geriye sadece peyzaj mimarlığı eğitiminde İTÜ ismini kullanmış olmak kalıyor. İTÜ markasıyla yüksek puanla öğrenci alınıyor. Fakat yapılan şey, diğerlerinin sadece biraz daha gelişmişi. Orman ve ziraat fakültelerinde yapılandan daha iyi işler çıkartan bir profil var ama, sonuçta aynı yerde dolaşıp duruyor. Yeni bir şeyden bahsetmiyor, yeni konular aramıyor. Hala hayvanat bahçesi ve toplu konut projeleri ele alınıyor. Yok ki tasarım dünyasında böyle konular. Design dediğimiz şeyle uğraşmıyor yani. Bunun için yeni fikirlere açık olmak, yeni teknolojiler üretmek lazım. Üniversiteler peyzajla ilgili hiçbir yeni teknoloji üretmiyor. Hazır broşürler üzerinden bu işi yapmaya çalışıyorlar. Bizim bir tasarım grubu olarak tek bir konumuz varsa, o da bu. Örneğin bir yeşil duvar yapılacaksa, “Zaten burada var, bakın zaten yapılmış” deniyor. Halbuki o, o adamın yeşil duvarı. Kendi dünyasında, iklim koşullarında ürettiği bir teknolojiyle, know-howla yapılmış. Her durum için yeni know-howlar üretmek gerekiyor, bunun da yeri üniversitedir.

BK: Buna ek olarak, bireysel gelişimini deneyerek ilerletmek isteyenleri engellemek gibi bir istek söz konusu okul yıllarımda da gözlemlediğim kadarıyla.

DA: Evet, yenilik yapmak isteyenler sevilmiyor, çünkü açıkçası üniversiteler o anlamda kolaya kaçtı. Daha doğrusu, “herkes halinden memnun”. Sorun da zaten bu. Bir sistem kuruyorsunuz, o sistemi zorlamaya ne gerek var, değil mi? Öğrenci de istemiyor, istemenin de dilini bilmiyor zaten. Üreterek istemiyor. Karşılığı olmayan afaki isteklerde bulunuyor. Öğrenciler, bir şey üretme ve onu dayatma konusunda eylemci değiller. Öğretim üyesi de kendini geliştirmemişse ve bu kurulu düzen içinde yaşıyorsa, bunu değiştirmenin alemi yok, değil mi? Böyle gidiyor işte.

BK: Kendi bitirme projemde de aynı durumla karşılaşmıştım. Denemek istediğinizde, hatalar yaparak öğrenmeye çalıştığınızda herhangi bir tavsiye almadığınız gibi, “Yapamazsın” cevabıyla karşılaşıyorsunuz.

DA: Yine aynı noktaya geliyoruz. Öğretim üyesi, hakim değildir. Yargı üretmemelidir. Görevi, anlamak ve karşısındaki meslektaşını eğer riskli bir yerde görüyorsa, uyarmaktır. Ama hepsi bu, çünkü o risk de onun bireysel hayatına ait bir risk olabilir. Kendi bildiklerimizi karşımızdakinde görememek üzerine bir eğitim kurulamaz ki. İşte o zaman aynı tondaki yeşili kullanan, “Bu hoca bunu sever” diye hareket eden öğrenciler oluşuyor.

Yarışmalarda da aynı bakış açısı devam ediyor. Yarışmalar farklı değil, çünkü aynı adamlar jüri olarak yarışmaya giriyorlar.

BK: Jüriye bakarak yarışmaya girip girmeyeceğine karar veren çok ekip var…

DA: Tabii, çünkü bitirme projesinde jüriyi oluşturan aynı adamlar yarışmanın jürisinde de var ve aynı yöntemle yarışmada proje eliyorlar. “Bu ne biçim yeşil”, “Hiç yeşil yok” gibi tepkilerle, karşısındaki düşünceyi algılamayan, algılamak da istemeyen ve aslında kendini projenin önüne koyan tavırlar içindeler. Kendini geçilmesi gereken bir filtre olarak öne koyan ve geri çekemeyen bir tavır bu. Eğer bir öğretim üyesi kendini geri çekemiyorsa tasarım alanında çalışamaz zaten. Aslında tasarım eğitimi imgelemin tetiklenmesidir. Bu konuda böyle katı bir görüşüm var doğrusu.

BK: Tasarım tek bir doğruya sahip bir alan değil sonuçta…

DA: Evet. Kocaman bir alanı projede veriyorlar, öğrenciler başlıyor çizmeye. Hangi ölçekte çalıştıklarını bilmeden kalemleri ellerine alıyorlar. Genişliği 20 metre, 20 dönümlük alan da çim… Ölçeksiz ve nereden geldiği belli olmayan, boyama kitabı boyar gibi sonuçlar çıkıyor ortaya. Konturları belli olan, sadece içlerinin çeşitli renklerle doldurulduğu, hatta nerenin ne renk olması gerektiğinin bile önceden söylendiği çalışmalar… Peyzaj mimarlığı, Türkiye’de böyle bir yere gidiyor: Resim yapmak. En büyük sorunumuz bu. Tek fark şu: Eğer resim zevkli bir adamın elinden çıkıyorsa daha güzel bir resim oluyor.

BK: Sıradaki sorum da tam bununla ilgili. Sürekli söz söylediğiniz bir konu aslında, ama ben yine de sormak istiyorum. Peyzaj mimarlığından bahsedilince akıllara sadece “bahçe”nin geliyor olması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu duruma nasıl yaklaşmak gerek? Sürekli tasarım alanında araştırma yapan, yazılar yazan mimarların birçoğu bile bu yaklaşımdan fazlasını göstermiyorsa…

DA: Türkiye’de durum budur. Çok az mimar, peyzaj mimarının ne anlama geldiğini bilir. Daha doğrusu, çoğu peyzaj mimarının çalışma alanından habersizdir. Bilinç altında peyzaj, yeşille özdeştir. Bilen mimarların sayısı 10’dan fazla değildir koca Türkiye’de, bunun altını özellikle çizmek isterim.

Peyzaj mimarlığı, mimarlıktır. Bahçe, peyzaj mimarlığının bir tür formudur, bir tür halidir. Tıpkı maddenin halleri gibi. Bahçe kelimesi, aslında güzel bir kelimedir ve bahçe kaybedilmemesi gereken bir konudur. Ama peyzaj mimarı, ona verilen çizgilerin içine bitki dolduran adam olduğu andan itibaren aslında bahçe de yapamaz. Ben bütün konuşmalarımda ve yazılarımda bu konuyu şöyle özetliyorum: Peyzaj mimarı, bir mikrokozmosun tasarımcısıdır. O mikrokozmosun kurallarını ve nasıl hayata geçeceğini belirleyen, bu kararları veren adamlardan biridir. Ama asıl konu, o mikrokozmosun, yaşam ortamının oluşturulmasıdır. O yaşam ortamı ne parktır, ne bahçedir, peyzaj mimarı onun ne olduğunu başlarken bilmez. Başlarken “Park yapıyorum” diye başlarsa zaten onun adı park olur. Parkı da kim yapsa olur, Park ve Bahçeler Müdürlüğü diye bir kurum var o yapıyor zaten. Esas konu, neyle uğraşacağını bilmemekle işe başlamaktır. Projeyi yeniden ele alıp anlamak ve diğer tasarımcılar ve uzmanlarla beraber oraya bir mikrokozmosu taşımaktır.

Sıklıkla yazdığım bir şey var, ben “doğayı taşımak” ifadesini çok kullanıyorum. Peyzaj mimarı, illa ki “doğayı taşıyan adam” olmak ve “Haydi hemen burayı yeşillendirelim” demek zorunda da değildir. Aksine peyzaj mimarı, “Hayatımdan çimi çıkarmalıyım” demesi, etik değerleri olması gereken bir adamdır. Örneğin golf sahası tasarımı, etik bir tasarım değildir. Evet, peyzaj mimarı golf sahası yapar, ama bana bir golf sahası işi gelirse yapmam. Çünkü etik değildir. Üniversitede de “Golf alanları tasarımı Türkiye’de çok eksik, programımıza bu konuyu da katalım” derlerse ciddi tepki gösteririm. “Öyleyse golftan para kazanılmayacak mı?” sorusuyla karşılaşmak mümkün. Elbette kazanılabilir, bir sürü insan farklı yollarla para kazanıyor. Her para kazanılan alanı üniversiteye sokamayız ki. Bu konuyu öğrenmek isteyen, konuyla ilgili kitaplar okur, bir staj yapar ve bir golf firmasına girer. Bunun için üniversitede bir derse gerek yoktur. Aksine üniversite, doğayla ve insanla ilgili etik değerler vermek durumundadır. Örneğin yerel malzemenin kullanılması çok önemlidir. Türk fidancılığının geliştirilmesi gibi. Bakıyorum, üniversitelerde İtalyanlar’ın sırf Türkiye için özel hazırladıkları bitki kataloglarını daha öğrenciler yeni başladıkları anda ellerine tutuşturuyorlar. Üniversite öğretim üyesi bunu yapıyor ve o çocuk daha o anda kaybediyor. Öğretim üyesi bunu bilinçli yapmıyor, ama bu derecede bir bilgisizlik de bana çok ağır geliyor.

Konumuz olan bahçeye geri dönmek gerekirse, bahçe mimarinin bir formudur. O kadar. Peyzaj mimarı bahçe dışında işler yapar demek istemiyorum elbette, yapılan işe bahçe demek uygunsa adı bahçe olsun, çok da önemli değil. Ama bahçe, bilinen bir şey değildir, sorun bu. Bahçe, her zaman yeniden düşünülebilir. Sonuç, o mikrokozmosun yaratılmasıdır. “Arılar ve kuşlar gelsin mi?” diye sormalıyız örneğin, daha da önemlisi “Bu bahçede hiç su harcanmasın” kararını alabilmeliyiz. “Aydınlatmasında hiç elektrik enerjisi kullanmayalım, kaynakları farklı şekilde değerlendirelim” diyebilmeliyiz.

BK: Böyle kaygıları olan öğrenciler de eğitim gördükleri kurumdan destek bulamayınca vazgeçiyor olabilirler…

DA: Üniversitenin görevi de tam olarak bu durumun oluşmasını engellemektir. Eğer üniversitedeki projelerin üzerinde, “eğrisel yürüme yolları, bakı ve seyir terası, su oyunları, kaya bahçesi, gül bahçesi, pergola” gibi şeyler yazıyorsa üniversite işini yapmıyor demektir. Üniversite, bireysel düşüncenin var olması ve evrensel düşüncenin gelişmesi için vardır. Yoksa adı enstitüsyon olur, akademi olur. Tasarım alanında çalışan bir öğretim üyesi, “bilen kişi” değildir, beraber çalışır, düşüncenin gelişmesi için ortam yaratır ve kaynak getirir. Kendi düşüncesini dağıtan bir adam değildir. Öğrencinin kendine olan güveninin gelişmesi çok önemli bu noktada. Peyzaj mimarlığı öğrencisinin de üniversitede öğrenmesi gereken, “Bahçe bilinmeyen bir şeydir” olmalı.

Bugün peyzaj mimarlığı ve mimarlık kent içinde o kadar ayrılmaz bir noktada ki, peyzaj mimarı artık mimari kabukları üretiyor. Bu anlamda peyzaj mimarlığı, eğitim alanında mimarlığı bilmek durumundadır. Taşıyıcı sistemi, su sistemlerini, izolasyonu, cephe elemanı üretmeyi bilmelidir, betonarme, çelik, cam vs. dendiğinde şaşkına dönmemesi gerekir. Peyzaj mimarlığı, yapısal anlamda da mimarlıktır.

BK: Ama peyzaj mimarlığı bölümünde şehir plancısı öğretim üyelerinin çoğunlukta olduğunu görüyoruz.

DA: Evet, öyle oluyor, merakla da ilgili bir durum aslında. Bölümdeki açık alanlara farklı bölümlerden hocalar gelebiliyor ve farklı zamanlarda farklı kompozisyonlar ortaya çıkabiliyor. İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki bölümün içinde bulunduğum için biliyorum, iki mimar asistan alındı, bir ara şehir plancısı öğretim üyeleri çoğunluktaydı ama şu anda öyle değil. Demek istediğim, verilen eğitimi pek de buna bağlamamak lazım. Bu bir mimari kültür konusu aslında. En azından İTÜ’de böyle olmak durumunda. Daha önce de belirttiğim gibi, İTÜ’de sorun orman fakültesine dönüşme tehlikesi. Bazı konuları aktaracak insanlar olmayınca, en kolayı yeşile boyamak oluyor tabii. Bu konuda endişelerim var çünkü İTÜ, ismi dışında hiçbir farkı olmayan bir kurum olma yolunda. Aslında Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nün kuruluş amacı da kendi içinden gelen öğretim üyeleriyle bu işi yapmaktı, ama şu anda sanıyorum Mimarlık Fakültesi’nden sadece iki kişi civarında öğretim üyesi kaldı. Burada kullanılması gereken esas kelime, “feodalite”. Üniversiteler feodaliteyle yürümez, kişilerin feodal yapıyı destekleyen kimliklerinden de bağımsızdır.

BK: Belediyenin bazı çalışmaları var, refüjlerde şekilli çiçeklendirmeler, otoyol kenarlarında laleler… Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

DA: Benim ilgimi çeken bir şey var, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden bize bugüne kadar sadece bir ihale dışında başka hiçbir teklif gelmedi, o ihalede de piyon olduğumuzu sonradan anladık. Türkiye’de peyzaj mimarlığı alanında iyi işler yapan en az 5 ofis var ve ben onlara belediyelerin herhangi bir sipariş verdiğini görmedim. İstanbul’da, ciddi anlamda peyzaj mimarı eli değmiş olan tek proje vardır, o da -akademik danışmanlar tarafından ciddi şekilde tırpalanmış olsa da- Günel Akdoğan’ın Kuruçeşme Parkı’dır. Park, doğrudan Günel Akdoğan’a sipariş edilmiştir. Tabii onu ayakta tutamadığımızı görmek beni üzüyor. Yine de çok ciddi bir tasarımcının işi olduğunu, anlayan bir göz rahatlıkla görebilir.

Belediyenin yeni düzenlemelerine gelince, bana birisi park ve bahçelere bir müdahalede bulundu gibi geliyor. Konuya bu örnekler olumludur veya olumsuzdur diye bakmayacağım, ama en azından karayollarında belli bir etki yaratmak için bir kompozisyonun, renk, uzunluk ve frekans bilgilerinin gerekli olduğu ya biri tarafından öğretildi, ya da dünyaya bakarak bu anlaşıldı. Çok özel şeyler yapılmıyor tabii ki, ama en azından blok karakterlerin önemi farkedildi. Eskiden iki tane lale, beş tane gül, on tane başka bir şey kullanılır ve ortaya karaktersiz bir görüntü çıkardı. Bu anlamda şimdi yapılan ve renk bloklarının kullanıldığı çalışmaları daha iyi buluyorum ve çok da olumsuz bakmıyorum.

Lale konusu da aslında spekülatif. Ondan önce çok daha önemli bir konu var: Çim. Karayollarında çim kullanılmaz. Kocaeli’ye bakın. İstanbul’da milyonlarca metrekare çim alınıyor, parası herkesin cebinden çıkıyor. Önümüzdeki yıl iki milyon metrekare daha satın alacaklar. Çimle uğraşılır mı? Çimle uğraşmaya gücümüz yetmez. Onun yerine başka alternatifler aranmalı. Komik de olsa bazen bunun denemeleri yapılıyor. Su ihtiyacı minimum olan yer örtücüler, çalılar blok halinde kullanılabilir. Hatta yer örtücüye bile gerek yok.

Aslında doğa ne yapmamız gerektiğini söylüyor. Basit bir tohum ıslahıyla inanılmaz çevreler yaratma şansımız var, üstelik de bakım masrafı oldukça ucuz olan çevreler. Belediyenin asıl yapmadığı şey bu. En önemli hatası ise çim. Çim tabii herkesi mutlu ediyor, ama etik değil. Çime o kadar su harcamanın hiçbir anlamı yok. Veya, şöyle bir iddianız olması gerekiyor: “Çim yaptım, bakabiliyorum.” Ekilen çimin kurutulduğu dönemler de oldu. “Çim yaptım, kurudu” demek ne kadar korkunç birşey. Milyonlarca metrekare çim yapıp kurutmaya hakkınız var mı? Bu çok vahim bir hata.

Laleler de spekülatif demiştim, yapılabilir aslında, o kadar da katı olmamak lazım. Para çime harcanmasın, lalelere harcansın. Ama o lale soğanlarını da yeniden kazanmak lazım. Bilmiyorum, her sene yeniden mi satın alınıyor? Eğer öyleyse korkunç, çünkü lale soğanı ve birçok soğan yeniden kazanılabiliyor.

BK: Peki kentli bu konularda ne yapabilir? Talep etme gücü hakkındaki fikirleriniz nedir?

DA: Bu da çok garip bir durum, ben kentlinin benim bu söylediklerimi çok anlamlı bulacağını zannetmiyorum. “İşte ne güzel çim yapmışlar” diyeceklerdir muhtemelen.

BK: Neden böyle?

DA: Maalesef böyle. Ben de bulamıyorum bunun sebebini. O zaman da “Tek doğru sen misin?” karşılığını alabiliyor insan. Öyle. Bu seviliyor, prim getiriyor. Ama her prim getiren şey iyi değildir ki. Bence bu bilinçsizlik. Suyun yok, çim yapıyorsun. Bundan daha cahilce birşey olabilir mi?
Bir sebebi de şu: Örnek yok. Belediyeler belli prototipleri dayattığı için farklı örnekler yapılamıyor. Örnek olsa çok şey değişebilir. Bence Kuruçeşme bir örnektir. Ama o da bozuldu. Kuruçeşme Parkı, adam gibi yapılmış kaya bahçesi olan tek parktır. Ama onu bile moloz gibi üst üste yığıp bıraktılar. Tabii bu, kaya bahçesine konulacak kayaların onlarca gün boyunca seçilip, her açısı tasarlanarak yerleştirildiğini bilmemenin getirdiği birşey. Hocaya yapılan çok büyük bir saygısızlık bu. Bir heykeltraşın yaptığı işi darmadağın ediyor ve bırakıyorsunuz.
Mesela İstanbul’un en başarılı (hatta herkesin unuttuğu) parklarından İnönü Parkı (Taşlık) da mermerlerle yok edildi.

BK: Kentliler böyle, peki mezunlar ne yapmalı?

DA: Dediğim gibi, bu iş üniversitede başlıyor. Bu nedenle üniversitenin bir duruşu olması lazım, çevresini etkilemesi lazım. Kentliyle ilişkiyi de üniversitenin ve öğrencilerin kurması lazım. Öğrencilerin üretmesi, belediyelerin de bu üretimlere destek olması lazım. Halkla birlikte katılımcı modeller geliştirilmesi lazım, ama bizde maalesef öyle olmuyor. Katılım da korktuğum konulardan biri aslında. Yürümüyor, ama yürütmenin bir yolu bulunmalı.
Bazen ideolojik de olmak lazım. İdeolojiden kastım, bilinç üretmek. Kentlinin bilinci, üretilmesi ve işlenmesi gereken birşey.

BK: Kendiliğinden oluşmuyor yani…

DA: Tabii. Emek vermemiz lazım, emek vermek de ideolojik bir eylemdir.

BK: Ruhr Bölgesi’ndeki gibi dönüşümler de hiç olmuyor Türkiye’de.

DA: O da çok yaramız olan bir konu. Seneler önce Hasanpaşa Gazhanesi’ni bir dönüşüm projesi bağlamında ele aldık. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir türlü uygulamaya yanaşmadı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti çalışmaları kapsamında yapıldı, yapılamıyor, yapılacak derken proje eridi gitti. Öte yandan bir model oldu. Bilgi Üniversitesi’nin Silahtarağa Kampüsü de aslında bizim yapmadığımızın yapılmış bir örneğidir ve o noktada da bir burukluğum var. Belli dönemlerinde içinde olduğum bir proje çünkü.

Şu anda benim gördüğüm bir örnek İzmir’de var. İstanbul’da da her şeye rağmen Silahtarağa diyebilirim. Ama bunların hepsi çok küçük, bireysel dokunuşlar. Aslında tabii belediyenin bu konuda bir bilincinin olması lazım, bu örnekleri çoğaltması lazım. 10 yıldır Hasanpaşa Gazhanesi’ne hiçbir şey yapılmadı. Projeye o kadar para harcandı, o paraya yazık değil mi? Tabii birinin de bunun hesabını sorması lazım. Programında yoksa, sen bu projeye neden, nasıl bu kadar para harcarsın? İşte halk bilinci budur. Halkın hesap sorması lazım.

BK: Endüstriyel mirasla peyzaj mimarlığının bağdaştırılmıyor olmasının da bunda rolü var değil mi?

DA: Evet, çok haklısınız. Bu bağlamda çok önemli alanlar var. Yedikule en önemlisi, Haliç başlıbaşına katmanlaşmanın olabileceği bir alan, birçok örnek sayılabilir. İlla göz önünde olan alanlar olması da gerekmiyor. Onlar eskiden sanayi alanlarıymış, sonradan kentin içinde kalmışlar. Halbuki kentin dışında da ele alınması gereken çok enteresan alanlar var.

BK: Yapılacak olsa bile bir peyzaj mimarına danışmayı düşünürler miydi merak ediyorum.

DA: Kendileri de ne yapacaklarını bilmiyorlar, sorun orada. Kafalarında bir bilgi var ama onu geliştirmiyorlar. Türkiye’deki sorun şu: Her yönetim kademesindeki insanın kafasında bir bilgi var ve o, o bilgiyi mutlak zannediyor. Bilgiyi geliştirmek için uğraşmıyor, farklı aktörler aramıyor. Yine aynı yere geliyoruz. Üniversitedeki öğretim üyesi, öğrenci, kent yöneticileri hep aynı insanlar aslında. Yani, “aramayan” insanlar. Merak etmiyorlar. Aramamalarının sebebi de, Türkiye’nin çok yüksek standartları olan bir ülke olması. Aslında herkes tam tersini söyler ama… Bilgiyi mutlak ve değişmez zannediyorlar, o bilgi paketini korumaya alıp bir kenara koyuyorlar, sonra başka bir konuyla ilgilenmeye başlıyorlar. Sıra tekrar o bilgiye geldiğinde, geçen zaman boyunca onun değiştiğini göremiyorlar.

Ama sonuçta ben de yılda 30 – 35 proje yapan bir tasarımcıyım, peyzaj mimarlarının önü çok açık aslında. Peyzaj mimarlığının önü, birçok tasarım alanına kıyasla çok daha açık. Tabii belli bir bilinç oluşması lazım, bu da öğrencilerle başlamalı. Ben öğrenci forumlarını da takip ediyorum, oralarda tartışılan konular da çok komik. Türkiye’de çok gelişmemiş bir ortam var. Nedeni de, kuram eksikliği. Kuramsız hiçbir şey yürümez. Yönetim de olmaz, üniversite de. Çeşitlilik gerek. Belki de bütün söylediklerimizin özeti şu olabilir: Bizim yapılarımız monokültürel. Permakültür olmadığı sürece, çok zor. Özel sektörde çalışabilirsin. Ya da ben bu işi yapacağım diyeceksin, projeni çizeceksin, gidip göstereceksin, aktivist bir tavırla bu işi yapacaksın, gönüllü olacaksın. Belki emek dikkat çeker.

BK: Bu anlamda, içinde yer almaktan çok memnun olduğunuz projeler var mı? Karşılıklı iletişimin başarılabildiği…

DA: Var tabii, ama hiçbiri kentsel projeler değil. Son yaptığım bir bahçe var mesela, 60 metrekare. İsmini de verebilirim, Merve Karahan Evi. Bu proje, Ay-Tek Göktürk Evleri ile birlikte bütün iş hayatımda en memnun kaldığım iştir diyebilirim. Buna benzer memnun kaldığım çok iş de var aslında. Ama özellikle bahsettiğim projede tasarımcı ve işveren arasında, iki taraf açısından da çok iyi bir ilişki oluştuğu için onu vurgulamak isterim.

BK: Böyle işlerin sadece özel sektörde var olabilmesinin sebebi nedir?

DA: Çünkü özel sektör araştırıyor, parasını boşa vermiyor. Çok basit bir bakışı var: “Ben bu parayı kiminle daha iyi değerlendirebilirim?” Oysa kamu sektörü olaya şöyle bakıyor: “İki günde bitirir misin?” Bu bir kabadayı bakışı aslında. Kamunun incelmesi lazım. Aslında özel sektör de kabadayı belki, ama onun A Lira parası varsa o paranın üzerine para eklemek için uğraşıyor. Sonra bir tasarımcı seçiyor. Bazıları sadece bir tasarımcı popüler diye onu seçiyor, bazıları ise yaptığınız işleri didik didik araştırıyor. Sizinle çalışabileceklerini, projenin maliyetini ve düzeyini kendileri görüyorlar. Kamu ise farklı bir yerde.

Ama Kocaeli Belediyesi’nin istisnai bir denemesi oldu birkaç yıl önce, biz de davet edildik. 4 proje yaptık, ama ben bunlardan üçünün yapıldığı alana gitmek bile istemiyorum açıkçası. Çünkü projeniz Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne devrediliyor, orada da bambaşka bir dünya var, size “Nereden çıktı bu adam” şeklinde yaklaşıyorlar.

Bir de etaplama denen bir kavram var, projeler bölünüyor. Zaten bir etap bir seçim demektir. Başkan bir dahaki seçimi kaybederse proje gitmiş demektir. Sonuçta da nereden başlayıp nerede bittiği belli olmayan projenizin bir kısmı orada gözükür, kimse de ona bir anlam veremez.

Ama biz riskli projeleri de seviyoruz, mesela Fener-Balat’ta kıyı şeridinin düzenlenmesinde yer aldık. Memnun olduk ve çok da severek yaptık. Şu anda da Eskihisar’ı çalışıyoruz. Ama Gebze Belediyesi’ne yaptığımız bu projeden de ümitliyiz, umarım iyi sonuç alırız.

BK: Projeyi incelediğimizde dikkatimizi çeken bir nokta oldu, sarı beton kullanmışsınız. Eğer o betona birşey olursa aslına uygun olarak tekrar yapılabileceğini düşünüyor musunuz?

DA: Evet, biz de onu kara kara düşünüyoruz. Bu da Türkiye’nin sevimsiz yanlarından biri. Diyelim X firması, uluslararası standartlarda, moleküler yapısıyla da renkli olan bir beton üretiyor. Ancak proje sırasında o X firması, bunu üretmeyi bırakıyor. Her şey o kadar piyasa koşullarına bağlı ki. Dünyada böyle birşey yoktur. Firmalar ürettikleri üründen sorumludur, 20 sene boyunca o malzemeyi üretirler. Proje alanı 5 sene sonra bozulduğu zaman yine o firmaya başvurulup tamiri yapılacaktır çünkü. İnşallah böyle birşey olmaz. Burada inşallah kelimesini kullanmak durumundayım.

BK: Kentlilerden ve kamudan bahsettik, bu bağlamda yayınlara da sorumluluk düşmüyor mu? Örneğin çok memnun kaldığınız küçük bir projeden bahsettiniz, ben özellikle de kitleler tarafından takip edilen yayınlarda böyle projelere değil de “boyama”lara daha çok yer verildiğini görüyorum.

DA: Bunun nedeni de öncelikle şu. Hiçbir yayıncı, bir projeyi öne çıkartma kaygısı taşımıyor. Çünkü Türkiye’de yazı yazan adam yok. Mesela benim, o 60 metrekareyi oturup yazmam lazım. O aşamadan sonra hangi dergiye göndersem yayınlarlar. Son zamanlarda National Geographic’e yeşil teraslarla ilgili bir yazı yazdım ve çok da zevk aldım. Daha sonra da yeşil teraslarla ilgili birçok yazı hazırladım. Türkiye’de maalesef tasarımcılar yazmıyor. Mesela ben nispeten yazanlardan biriyim ama dünyadaki tasarımcılarla karşılaştırıldığında ben de çok az yazıyorum. Dünyadaki tasarımcılar bütün tasarımlarını kitap halinde yayınlıyorlar, dergilerde yayınlıyorlar, uluslararası platformlara taşıyorlar. Biz bunlara emek vermiyoruz. Bir postprodüksiyon yapmıyoruz. Sorun bütçe azlığı da olabilir, ama asıl konu bu değil. Yazı yazmak emek isteyen bir şey. Yine aynı yere geliyoruz, biz az emek veren bir ülkeyiz. Emek vermek, güzel bir proje yapıp ödül almak değildir. Arkasını getirmek, izlemek, sorunlarını tekrar tartışmak, bir daha yayınlamak, eleştiri almaktır. Yayın çok önemli bir konu. Görev tasarımcılara düşüyor. Türkiye’de bu anlamda çok başarılı bulduğum bazı periyodikler var. Ben periyodik yayınlara çok önem veriyorum. Onlar sizi teşvik de ediyorlar. Türkiye’de yayın sektörünün iyi niyetli olduğuna ve peyzaj mimarlığını önemsemek istediğine inanıyorum. Sadece, onlar da peyzaj mimarlığının ne olduğunu bilmediklerini için popüler yayınlardan garip çeviriler yapılıyor. O zaman “Peyzaj mimarlığı budur” olgusu güçlenmiş oluyor, bu da biraz risk yaratıyor. Peyzajın kuramıyla uğraşan yayıncılara ihtiyaç var.

Peyzaj mimarlığı yayın dünyasında çeşni olarak kullanılıyor. Bahçe konusu ilkbahar geldiğinde başlıyor, sonbahar geldiğinde bitiyor. Yayın dünyasındaki sorun bu. Bir “peyzaj mimarlığı dosyası” kavramı var ya, onun ortadan kalkması lazım. O “dosya” kelimesi var olduğu sürece peyzaj mimarlığı gelişemez ve peyzaj mimarlığı kutusunda yaşar.. Yurt dışındaki peyzaj mimarlığı dergileri niteliğinde yayınların Türkiye’de çıkmasını destekleyecek bir peyzaj mimarlığı ortamı yok. Hazır yayın konusu açılmışken, ben de özellikle web sayfası aracılığıyla peyzaj mimarlığının kültürel ortamına katkı sağlamak istiyorum. Aslında bu bir deneme olacak. Akademik niteliğini çok da kaybetmeyen, ama düzgün cümlelerle düşüncelerin var edilebileceği bir ortam yaratmayı amaçlıyorum. Ben de bu eksikliği böyle gidermeye çalışacağım.

Etiketler

Bir yanıt yazın