“Hangi Bölümde Okuyorsun?” Sorusuna Cevap Verdiğimde Mesleğin Adını Kimse Bilmiyordu

Üçüncüsü düzenlenen Peyzaj Kongresi'nin ardından, peyzaj mimarlığı mesleği ile ilgili ve Ankara kent yeşili uygulamaları üzerine Prof.Dr. Halim Perçin ile bir söyleşi yaptık.

Deniz Ertek Karlıdağ:1972’den beri Türkiye’de eğitimi verilen ve oldukça genç bir meslek olan peyzaj mimarlığının tanımını sizden alabilir miyiz?

Halim Perçin: Bir eğitimci olmam ile birlikte, yaklaşık 30 yıldır bu mesleğin tasarım alanında çalışanlarından biri olarak peyzaj mimarlığını, “çevrenin yapı dışında kalan alanlarının, mekansal anlamda ve ekolojik boyutlarda tasarlanması” şeklinde tanımlayabilirim. Peyzaj tasarımı olarak adlandırılan ve mesleğin önemli boyutunu oluşturan bölümü genel olarak bu çerçevede değerlendirilebilir. Bir de peyzaj planlama olarak tanımladığımız ikinci çalışma alanı var. Planlamadan kasıt, kentsel ve kırsal alanlarda ekolojik verilere dayalı olarak alan kullanım kararlarının ortaya konulmasıdır. Peyzaj planlama, ekolojik planlamanın bir alt başlığını oluşturarak, ekonomik ve sosyal boyutların üzerine oturmuş planlama ilkelerinin temel unsurlarını ortaya çıkartır. Ülkesel boyutta kırsal alan planlaması ekolojik alt birimlerin belirlendiği, hassaslıkların, risklerin ortaya konulduğu çalışmalardır. Kent içindeki ekolojik yapının da, mutlaka planlamaya yansıması gerekmektedir. Yoksa sadece o bölgedeki ekonomik ve sosyal verilerin değerlendirilmesi ile bir planlama çalışması yapılması, kentlerde özellikle yeşil alan ve yapı yüksekliklerinin dağılımı konusunda önemli problemlere neden olmaktadır. Ekolojik değerlendirmelerden yoksun planlamalarda güneşlenme, rüzgar hareketleri, sel konularında önemli sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır.

DEK: Peyzaj mimarlığı bölümünün dördüncü mezunu olarak, sizin zamanınızdan bu yana meslekte ve eğitim alanında ne gibi değişimler, gelişmeler oldu?

HP: Peyzaj mimarlığı eğitimi 1967 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nde başladı. 1972 yılılında ilk öğrencisini aldı. Tabi o zaman 5 yıllık olan eğitim sistemi 1980’den sonra 4 yıla indirildi. 1990 yılında YÖK tarafından fakülteden mezun olanlara peyzaj mimarı diploması verilmesi kabul edildi. Düşünün Türkiye’de ne kadar genç, yeni bir meslek. 1994’de odalaşma başladı, yani düşününce on üç yıllık bir odalaşma geçmişi var. İlk peyzaj mimarlığı eğitimime başladığım yıllarda “Hangi bölümde okuyorsun?” sorusuna cevap verdiğimde kimse bilmiyordu mesleğin adını. Telaffuz dahi edemiyorlardı. Ama bu gün toplumun büyük kesimi peyzaj mimarlığının ne olduğunu öğrendi. Bu bile çok hızlı bir gelişmedir.

DEK: Peyzaj mimarlığı eğitiminin, çok farklı fakültelerde farklı vizyonlarda verildiğini görüyoruz. Ortak dili yakalamak adına,bu çeşitlilik bazı sorunlara neden olmuyor mu?

HP: Mimarlık eğitimi, Mimarlık Fakülteleri içerisinde mimarlık bölümlerinde yer alırken, peyzaj mimarlığı bölümlerine baktığımızda Ziraat Fakülteleri içerisinde eğitimine başladığını, daha sonra Orman Fakültelerinde, Mimarlık ve Güzel Sanatlar Fakülteleri içerisinde yer aldığını görüyoruz. Bunun sonucu olarak da çok farklı bakış açılarının gerçekleştiği bir eğitim tipi ortaya çıkıyor. Bilkent’den, Ankara Üniversitesi’nden, Orman Fakültesi’nden ya da İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun meslektaşlarımızın tavırları çok farklı. Türkiye’de bütün peyzaj mimarı öğretim elemanlarının her yıl bir araya gelerek, meslek sorunları ve ders müfredatlarını tartıştıkları PEMAT (Peyzaj Mimarlığı Akademik Topluluğu) adlı bir kuruluşumuz var. Verilen eğitimin ortak noktalarını bulabilmek PEMAT’ın temel konularından birisidir.

DEK: Önümüzdeki yıllarda ortak bir müfradata gidilmeyecek mi?

HP: Hayır. Öyle bir ortak noktanın olmasını çok da doğru bulmuyorum. Ancak bizim Ankara Üniversitesi olarak peyzaj mimarlığı bölümünün geleceği için hedeflediği eğitim biçimi, iki yıl ortak bir planlama ve tasarım eğitiminden sonra peyzaj mimarlığı derslerinin alınmasıdır.

DEK: Bölüm Başkanlığınız geçen ay bitti sanırım. Bu dönem nasıl geçti?

HP: Tabi oldukça yoğundu. Benim bölüm başkanı olmamla birlikte, bölümde özellikle son 12 yılda gerilemeye başlayan tasarım eğitimini nasıl tekrar ayağa kaldırabiliriz düşüncesi ile bazı çalışmalar başlattık. Stüdyo çalışmalarında öğrencilerin hangi hoca ile çalışacaklarını belirleyecekleri, her grubun istediği konuda çalışma özgürlüğüne sahip olabileceği bir ortam yarattık. Stüdyo saatlerinin sayısını arttırdık ve tüm gün 8 saat son sınıf stüdyoları koyduk. Dışarıdan davetler ile çok ciddi jüriler oluşturmaya çalışılarak, fikir alışverişlerine başlanıldı. Bir kent seçerek, hem planlama hem de tasarım çalışmalarını o kente odaklı sürdürdük.

Bir de tabi, öğrenciler Türkiye’nin her bölgesinden geliyorlar. Farklı ekonomik yapıları olan öğrenciler var. Kentle ilgili çalışmalarda tüm öğrencilerin bunlara katılabilmesini sağlamak için belediyelerle anlaşmalar yaptık. Öğrencilerimizin tüm masraflarını karşıladılar. Yani son 6 yıldır, öğrenciler, projeleri için seçilen kente, hiç para ödemeden gittiler, kaldılar, yediler ve içtiler. Bu da tabi öğrencinin derse katlılımında önemli bir etken oluşturdu.

Eğitimdeki bu yapılanmanın temel amacı aslında öğrencinin mesleki özgüvenini arttırmakdı. Zaten entelektüel bir insan tipini yaratmak, toplumla doğru ilişkiler kurabilen, topluma yön verebilen, öncülük edebilen bir insan yapısını ortaya koyabilmek temel amacımız olmalıdır. Öğrencileri müzelere, sergilere, heykel atölyelerine götürerek, farklı bakış açılarını geliştirmeye çalışıyoruz. Sene başında birinci sınıfları toplu olarak Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne götürdük. Çoğu ilgi duymadı. Bizim bölüm öğrencilerinin yüzde seksenine sorun, Roma Hamamı’na gitmemişlerdir. Hemen yolunun üzerindendir halbuki. Bazen sınavda soru olarak sorduğumuz sualler oluyor. Mesela “Sıhhıye’deki Atatürk heykeli ne tarafa dönüktür?” diye. Kimse bilmez bunu. Şimdi acaba birey çevreye dikkatli bakıyor mu, baktığını görüyor mu? Bunlara dikkat çekmek için sorulmuş suallerdir.

DEK: Algıda seçicilik de oluyor tabi, bitki derslerini almadan önce yol ağaçlarına dikkat etmezken, daha sonra yollarda yürürken gözüm sürekli hangi bitkiler kullanılmış diye kayıyor.

HP: Ne kadar kötü uygulamalar var diyorsundur değil mi?

DEK: Tabi fonksiyonel açıdan ve kentsel tasarım açısından eleştirdiğim çok yer var. Siz nasıl buluyorsunuz Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin çalışmalarını?

HP: Kentsel yeşil alanlar dediğimizde, kent yeşilini insanın algılaması kent açıklıklarıyla oluşuyor. Cadde ve sokaklar yoğun bir şekilde ağaçlandırılmışsa ne kadar yeşil bir kent diyoruz. Aslında Ankara’yı yukarıdan izlerseniz çok da yeşil olmadığını görürsünüz. Kiremitlerle dolu, kırmızı bir kenttir. Ama kent sokaklarına indiğimizde, Ankara caddeleri diğer kentlere göre daha çok ağaçlandırılmış olduğu için yeşil olarak algılanır. Kentsel peyzaj açısından, kent bütününe baktığımızda, yeşilin kent içerisinde dengeli bir biçimde dağılmadığını görüyoruz. Kent yeşilinin belediyeler tarafından sadece oya dönük bir gösteri olarak kullanıldığını fark ediyoruz. Büyük ağaçların sanki mevsimlik çiçek diker gibi yol ağacı olarak dikildiği uygulamalar yapıyorlar. Kent parklarının insanların dinlenecekleri ve kent yoğunluğunu azaltacak mekanlar olarak değil de eğlence parkları olarak tasarlandığını görüyoruz.

DEK: Daha çok sert zeminlerin yoğun olarak kullanıldığı tasarımlara rastlıyoruz.

HP: Evet maalesef. Turkiye genelinde parklar eğlence alanları iken, gelişmiş ülkelerde maksimum yeşil dokunun hissedildiği ve daha az yapının kullanıldığı dinlenme alanlarıdır. Ülkemizde tam tersidir. Bitki seçimi açısından baktığımızda çok büyük yanlışlıklar yapıldığını görüyoruz. Ankara’da yaşaması mümkün olmayan pek çok tür kente sokuluyor. En son havaalanı yolunda yapılan o kutu kutu ağaçlandırmalarda, kutunun içindeki ağaçların amacı nedir ben anlamıyorum. Kutunun içindeki ağaçların yaşama şansı yokken neden oraya dikildiler? Çok ağaç kullanmak adına dikilmişler ise, bu Ankaralı’nın cebinden çıkmış önemli bir paradır. Ve gereksizdir. O yolda dikilen ıhlamur ağaçlarının yaşama şansı yoktur. Buna benzer bitki seçimi, dikim mevsimi, zamanı ve dikim biçimi açısından çok hatalar yapılmıştır. Tabi bunun nedenini bilmiyoruz? Neden bu tür hatalar yapılıyor anlamak mümkün değil.

Ben Ümitköy’de oturuyorum o yol üzerindeki ağaçlar son 5 yılda 3 kere değiştirildi. Ve bunların pek çoğunun ithal olduğunu biliyoruz. Yani yurtdışından ithal edilen bir bitkinin 5 yılda 3 kere ithal edilmesi çok önemli bir döviz kaybıdır. Tüm Ankaralı’nın kaybıdır.

DEK: Ülkemizde büyük ağaç üretimi konusu hala ihmal edilmiş durumda mı?

HP: Pek çok ağaç yurt dışından geliyor. Çünkü biz Türk toplumu olarak uzun vadeli düşünemiyoruz. Yani 20 sene sonrayı hedefleyerek bir yatırım yapamıyoruz. Türkiye’de ilk bitki ithalatı 1987 yılında Altınpark’da yapıldı. O çalışmada büyük bitki ithalatının gerekçelerini, zamanın başbakanı Turgut Özal ve belediye başkanı Mehmet Altınsoy’a bir brifing ile ben anlatmıştım. Turkiye’de büyük ağaç ithalatının mutlaka gerekli olduğunu ve bir park bittiğinde 20 sene beklenmemesi gerektiğini söylemiştik. İnsanların gölgesinde oturabilecekleri bir parkın gerekli olduğunu, böyle mekanları Türk insanının görmesi gerektiğini, o seviyeye gelen bir toplum olduğumuzu savunmuştuk. Sayın Özal önerimizi kabul edince ithalat başaldı. Fakat günümüzde iş çığırından çıktı. Şu an iş ticari boyutlar almıştır. Yurt dışından çok ucuza bitkiyi alıp 10 katı fiyatla satarak çok büyük paralar kazanıldı. Burada yanlışlık kamu kuruluşlarının üreticiyi organize etmemesinden kaynaklandı. Özellikle ağaçların sanayi ürünü olarak gözükmesinden kaynaklı olarak üreticiler tarımsal kredilerden yararlanamıyorlar. Sanayi kredilerinin de faizleri yüksek. Ama tabi o esnada ülkemize çok farklı nematodlar, mantarlar ve zararlılar bu ağaçların kökleriyle gelerek topraklarımızı kirletti. Bu da tabi işin başka bir boyutu.

Şunu da belirtmek isterim ki, bu güne kadar peyzaj mimarlığının çalışma alanı olarak pek çok kişi tarafından da düşünülen bitkisel üretim konusu, aslında peyzaj mimarlığının çalışma alanı değildir. Peyzaj mimarlığında hem planlamada hem de tasarım aşamasında bitkisel materyal, temel mimari özelliklerinden yaralanılarak, bir tasarım elemanı olarak değerlendirilmektedir. Ancak şu var ki, bitkiyi kullandığımız için bitki fizyolojisini, fonksyonlarını, hangi ortamda ne şekilde yaşayabileceğini ve ihtiyaçlarını çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Böylelikle o bitkiyi mekan organizasyonu içerisinde doğru bir şekilde kullanabilelim.

DEK: Kentteki açıklıklara ait kararlar alınırken peyzaj mimarları ne derece etkilidir?

HP: Türkiye’deki yasal yönetmeliklere baktığımızda peyzaj mimarlarının yasal olarak böyle bir organizasyonda yer alması pek mümkün gözükmüyor. Yani kentteki yeşilin belirlenmesi mevzuatına bakınca, Çevre Bakanlığı’nın organize ettiği 1/100.000’den başlayan çevre düzeni planlarının aşamalarında meslek tanımları yapılmamıştır. Bu tür planlarda şehir plancılarının etkili olduğunu görüyoruz. İşin ekolojik boyutunun planlarda ne derece yer aldığını bilmiyorum. Gözlemlerimize ve deneyimlerimize dayalı olarak çok fazla yer almadığını tespit ediyoruz. Kent ekolojisi ile ilgili analizlerin ve ekolojik verilerin bu tür planlarda belirleyici olduğuna ait bir gösterge de yok. Bunun altına iniyoruz, 1/5000 Nazım Planlarına bakınca, yine kent plancıları tarafından yapılan ve kent içindeki yeşilin genel dağılımının ortaya konulduğu planlar karşımıza çıkıyor. Bu aşamada da yine kent ekolojisi açısından bir değerlendirme görmüyoruz. Olsa idi, çok özel mikroklima alanlarının, özellikle Ankara için kuzeye bakan vadi içlerininin mutlaka yeşil alan olarak ayrıldığını görmemiz gerekirdi. Tepe üstlerinin ve belirli sırtların görsel peyzaj potansiyeli açısından değerlendirilerek yeşil açıklık olarak bırakılması gerekirdi. Oysa buraların çok yüksek konutlara ayrıldığını görüyoruz. Bu da işin hem kent ekolojisi hem de görsel peyzaj açısından hiç bir şekilde değerlendirilmediğinin bir göstergesidir. 1/1000 imar planlarındaki kişi başına ayrılan yeşil alan (7 metekare yeşil alan ihtiyacı daha sonradan 10 metrekareye çıkartılmıştır) acaba gerçekleşiyor mu diye bakıyoruz. Mümkün değil.
Mevzuatla ilgili daha alt ölçeklere indiğimizde, yapı arasında bırakılacak açıklıkların yeterli olmadığını görüyoruz. Jansen’in koyduğu iki katlı yapısal düzene göre konulan kurallar uygulanıyor hala. Yani 5 katlı yapıda da yine 6 metre açıklık bırakılıyor. Alttan üçüncü, dördüncü katlar kesinlikle güneş almıyor. Ankara iklim koşullarında kış aylarında güneş ışınlarının yatıklık açısı 26 derecedir. Bu da bire iki gibi bir gölge alan yaratır. Yani 6 metre, 12 metre kadar bir gölge bırakır. Sonbahar ve ilkbahar ayları için ortalama aldığımızda güneş ışınlarının yatıklık açısı 45 derecedir. Yapı düzeninin oluşmasında, yani imar mevzuatında hatta yapıların sokağın yönüne göre sokak aralarında yapı aralıklarının belirlenmesinde yine güneşlenmenin, rüzgar ilişkilerinin, eğimin, hiç dikkate alınmadığını görüyoruz. Standarda alınmış ve her yerde aynı düzenin uygulandığı bir doku hakim. Öteki taraftan belediyelerin sokak, cadde ve çok geniş bulvarlar için ağaç seçimlerine baktığımızda, hiç bir tür ayrımı yapılmadığını görüyoruz. Daracık bir sokakta da çınar ağacını dikebiliyor. Kaldı ki çınar kesinlikle yol ağacı olarak kullanılacak bir bitki değildir. Bu ulu ağaç yaşlandıkça, gövdesi erimiş mum gibi olur ve dalları aşağlara iner. Mum eriyince nasıl garip bir şekil alır, aynen öyle bir form kazanır. Dalları yola sarkar, görüşü engeller.

DEK: Şatonlarının dökülmesi de yol ağaclandırmasında kullanılmasına engel aslında değil mi? Parklarda ve geniş alanlarda kullanılmalı diye düşünüyorum.

HP: Kesinlikle. Bir de sokağın yönüne göre hangi tarafa hangi bitki dikileceği, ya da hangi tarafın bitkisiz bırakılacağı konusunda bugüne kadar hiç bir çalışma yapılmamıştır. Yani “10 metrelik bir sokak ile 50 metrelik bir bulvara dikilecek ağaç türleri neler olmalıdır” gibi tespitler acilen yapılmalıdır.

DEK: Tez çalışmaları mutlaka yapılmıştır. Bu tür akademik yaklaşımlar uygulamada fazla dikkate alınmıyor mu sizce?

HP: Tezler yapılıyor, ama belediyeler yararlanmıyor. İstekler üzerine biz bazı çalışmalar yaptık. Örneğin Kavaklıderem Derneği, Kavaklıdere semtindeki ağaçların tespitini istedi bizden. Hatta bu projede sen Tunalıhilmi Caddesi’ni çalışmıştın. O çalışmanızı Çankaya Belediyesi benden aldı ve envanter olarak kullandı. Şimdi bu tür isteklerini belediyeler üniversitelere yaptırtabilirler. Konunun önemine göre doktora, yüksek lisans çalışmaları ya da mezuniyet tezi olarak çalışılabilir. Kendi elemanları da yapabilir. Ama hiç bir şekilde yapılmıyor. Bugüne kadar ben Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bizim bölümden hiç birşey talep ettiğini görmedim ve duymadım. Daha önceleri Murat Karayalçın’ın bizden bazı istekleri olmuştu.

DEK: Bu tür konuları eleştiren yazılar ve makaleler yayınlanıyor mu bölümde?

HP: Gazetede zaman zaman benim yazılarım çıkıyor, ama bir kaç kişi okuyup telefon ediyor, “Hoca yazılarınızı okuduk çok güzeldi” diyor. Bunun dışında yine bir hareket yok. O günün güncel olan bir konusu ile ilgili gazeteden arayıp “şu konuda yazı hazırlar mısınız” diyorlar. Nedense biz istediğimizde bu tür yazılar çıkmıyor. Mutlaka basından böyle bir istek gelmesi lazım, eleştirimizin yayınlanması için.

DEK: Peyzaj Mimarlığı pratiği, diğer meslekler tarafından da son yıllarda kabul görmeye başladı mı sizce?

HP: Tabi. Mimarlar ve şehir plancıları tepkisel yaklaşıyorlardı. Son zamanlarda bu kabullenişte yarışmaların da etkisi oldu. Ödüller bizim meslektaşlarımız tarafından alınınca bu konunun önemi vurgulanmaya başladı. Eğitimle gelen kuvvetlenme de bunu destekledi.

Sunay Sütmen diye Danimarka’da yaşayan bir mimar arkadaşım var. Onunla bir gün yarışmaya giriyoruz. “Beni neden çağırdınız?” dedim. “Ben bir mimar olarak, yaptığım projenin bitirilebilmesi için bir peyzaj mimarına ihtiyacım olduğunu bilirim” dedi. Zorunluluktan değil, bu bilince vardıkları için bizim görüşlerimiz alınıyor. Mesleki bilinç kazanmış insanlar mutlaka diğer meslek gurupları ile ilşiki kurarak daha doğru çalışmaların ortaya çıkmasını amaçlarlar. Biz de peyzaj mimarı olarak yaptığımız çalışmalarda diğer meslek gruplarına ne derece ihtiyaç duyuyoruz?. Yani bir endüstri ürünleri tasarımcısını karşımıza alıp, “kent mobilyalarını birlikte çözelim” diyor muyuz? Öz eleştiriyide yapmamız lazım.
Bizim gibi meslekler, diplomalı meslekler değildir benim görüşüme göre. Mimarlık olsun peyzaj mimarlığı olsun beceri mesleğidir. Bu beceriyi yerine getiremiyorsan ne kadar diploman olursa olsun o mesleği belli bir noktaya taşımak mümkün değildir. Ama Türkiye’de meslekler hep yasalarla korunmuş ve yasalara sırtlarını dayamışlardır. Bu nedenle de mesleklerin becerilerini gösterme şansları çok fazla değildir. Mimarlık bunlardan bir tanesi. Mimarların yapıyı çizmesi ve yapma zorunluluğu vardır. Ona sırtını dayayarak yapılan pratiği ile bugün Türkiye’nin imar durumu ortadadır. Peyzaj mimarlığı da aynı şekilde. Bir dönem projelerin tasdiki gündeme gelmişti odalar tarafından. Ben de görevliydim ve yapılan projelerin o kadar kötü olduğunu gördüm ki, bu tasdik işinin çok uzun sürmeyeceğini söylemiştim. Odalaşmanın ilk başlangıç dönemleriydi ve sırtını yasalara dayayarak yapılan projeler nedeni ile çok kötü örnekler ortaya çıktı. Sonra o süreç orada bitti. Ama bu gün beceri ile ön plana çıkan çalışmalar hiç bir zaman bitmiyor, sürdürülüyor. İşte yarışmalarda son dönemde alınan derecelerin peyzaj mimarları tarafından paylaşılması bu nedenle sevindirici.

DEK: Yarışmalardan bahsetmişken, birçok yarışmada jüri üyesi olarak görev aldınız? Türkiye’de düzenlenen yarışmalarla ilgili genel kanınız nedir?

HP: Jüri üyeliği yapıyordum ama bundan sonra herhalde almazlar. Biliyorsunuz Ünye yarışmasında jüri başkanıydım ve hiç bir yarışmacıya ödül vermedik. Yarışmalarda jüriye verilen görev yetkisi, projelerde bir sıralama yapmaktır. Biz bir sıralama yapmadık. Yani verilen yetkiyi kullanmadık. Projelerin iyiliği kötülüğü tartışılır, ama katılımcıların çalışmaları yetersiz olunca sonuç bu oldu. Toplam 7 kişilik bir jürinin ortak kararı olarak böyle bir sonuç çıktı. Burada kimseyi suçlamamak lazım. Başka bir jüri olsaydı sıralama yapabilirdi. Turkiye’de ilk defa böyle bir şey oldu. Jüri başkanı da olduğum için herkes beni aradı, üstümüze geldiler. Bütün o tepkileri karşılamaya çalıştım. O işin çok zor tarafıydı.

DEK: Geçtiğimiz aylarda Antalya’da 3. Peyzaj Kongresi yapıldı. Bu kongrenin amacı nedir ve ne gibi yararları var?

HP: İki senede bir düzenlenen kongrenin ilk ikisi Ankara’da yapılmıştı. Odaların kendi üyeleri ile iletişimini güçlendirmeleri adına yaptığı önemli çalışmalar bunlar. Meslekle ilgili üretilenlerin, sorunların tartışıldığı, gelecek hedeflerinin belirlendiği ve üyelerle odanın iletişiminin arttırıldığı bir dayanışma toplantısı aslında. İlk kongremiz teknik kongre biçiminde olmuştu. Fakat teknik kongrelerde daha çok araştırmaya dayalı bildiriler yer aldığı için üyeler tarafından tepki gördü. Piyasada profesyonelce üretilmiş projelerin ve mesleğin karşılaştığı sorunların tartışmaya açılması istendi. Doğrusu da bence teknik kongre kapsamındn çıkıp, genel bir kongre kapsamında çalışmaların yapılmasıdır. Meslek çok genç ve meslektaşlarımız da çok genç. Biraz bu tür kongrelerde konuşmaya ve katılmaya çekiniyorlar. Halbuki çok rahatlıkla herşey tartışılabilmeli. Zaman içerisinde söylemleri daha olgunlaşmış, daha etkili kongreler hedefimiz olmalıdır.

AG Villası Peyzaj Düzenlemesi – Group T Tasarım Proje Uygulama

DEK: Türkiye’de peyzaj mimarlığı mesleğinin önemli sorunları nelerdir?

HP: Öncelikle eğitimin kendi içinden kaynaklanan sorunlar var. Planlama ve peyzaj tasarımı olarak tam daha ayakları yere basmadı. Eğitim açısından olgunlaşması gerekiyor. Diğer meslek gruplarının sahip olduğu yasal desteğe acilen sahip olmalıdır. Bunun yarattığı istihdam sorunları ve güven sorunları var.

Sonuçta tüm bu mesleki kaygılar ve bilinçlenme, ekonomiyle ve kültürel gelişmişlikle alakalı bir durum. Türkiye’ye bakıldığında temel ihtiyaçları ile ilgili sorunlarını halletmiş bir toplum değiliz. Ekonomik olarak bakıldığında, bireyler yaşanabilir bir konuta, ulaşıma, kültürel gelişmişliğe sahip mi? Bu koşulları gerçekleştiren toplumların daha düzgün bir çevre, dinlenebilecekleri parklar, yeşillikler ortasında yerleşmiş konutlar, doğru çözülmüş otoparklar, çocuk oyun alanları gibi istekleri ortaya çıkacaktır. Daha bizim insanımızın oturacağı bir konutu bile yokken, çok düzgün bir peyzaj ile çevrelenmiş bir evde oturma isteğini duymasını bekleyemeyiz. Siz şu terastan baktığınızda damları görüyorsunuz, yeşil açık alanları olan bir manzara değil. Modern bir insanın yaşama alanı olarak bize sunulanlar bunlar. Daha iyisini istemek ve arzu etmek şansımız yok. Bundan daha iyisini istediğimiz zaman da ödeyebileceğimizin çok üstünde bedeller isteniyor bizden. Toplum bunu değil de farklı şeyler istemiş olsa idi, ortaya konulan bu ürün ile bu kadar yüksek rantlar elde edilmezdi. Kimse tercih etmezdi bunları ve o zaman da bunlar yapılamazdı.

Aynı şey mimarlık için de geçerli. Bugün Türkiyede’ki mimarlık niye böyle kısır çerçeve içine sıkıştırılmış durumda. Müteahhit mimarlık dediğimiz şu yapılarla kısıtlandığı için. Özgürce istediklerini yapma şansları yok. Çok küçük bedellerle bişeyler üretmek zorundalar. O ürettikleri projelerin birçoğu da yapımcının istekleri doğrultusunda olmak zorunda. Mimarları ve kent plancılarını suçlamak çok kolay ama, kentin bu şekilde gelişmesi kent plancılarının bir suçu mudur? Hayır. Kent plancılarını yönlendiren koşulların suçudur aslında. Ama o koşullar Turkiye’de belirli ekonomik çevrelerin kendisine rant yaratmak için ortaya koydukları bir düzenin eseridir.

DEK: Peyzaj Mimarları Odası’nın 001 sicil numaralı üyesi olarak, oda faaliyetlerini yeterli buluyor musunuz?

HP: Her mimari projenin mutlaka oda tarafından onayı gerekmektedir. Bizim meslek disiplinimizde böyle bir zorunluluk yok. Bazı belediyeler istiyor ama bazıları istemiyor. Proje ücretlerinin bizim meslek gurubumuzda çok daha düşük olması ve yasal bir yaptırımın bulunmayışı oda gelirlerinin çok düşük olmasına neden oluyor. Yani şu an 3 adet profesyonel çalışanı olan bir odanın, çok farklı konularda bu kadar çok işle uğraşabilmesini ben başarı olarak görüyorum. Gerçekten çok iyi mücadele veriyorlar.

DEK: Çok teşekkür ederim hocam.

HP: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın