Planlama ve Proje Faaliyetlerinde Yarışma Açılması Bizim için Avantaj Olurdu

İlke Planlama'nın Genel Müdürü Özcan Biçer ile söyleşi.

Talimhane’de gerçekleştirdikleri kentsel tasarım projeleriyle tanınan ve bugünlerde Yenikapı Kentsel Yenileme Projesi üzerinde çalışan İlke Planlama’nın Genel Müdürü Özcan Biçer’e kentsel dönüşüm projeleri hakkındaki düşüncelerini sorduk ve bugüne kadar gerçekleştirdikleri çalışmalar hakkında bilgi aldık.

Zeynep Güney: İlke Planlama’nın kuruluş öyküsünü ve planlamaya bakış açınızı anlatır mısınız?

Özcan Biçer: İlke planlama 1996 yılında kuruldu. Biz bundan yaklaşık 12 yıl önce imar planlamasına dönüşmüş şehircilik anlayışından rahatsız olan dört arkadaş olarak bir araya geldik, sonradan aramıza birçok heyecan dolu arkadaşımız katıldı. Şimdi 25 kişilik bir çekirdek ekip haline geldik, şehir plancıları, mimarlar, peyzaj mimarlarıyla bir arada kentsel projeler üretiyoruz. Yer yer proje gereği 100 kişiyi aşan proje ekibi yapılanmalarına da gidebilecek kadar esnek bir yapımız var. Ayrıca hemen hemen tüm projelerde konu gereği birlikte çalıştığımız ustalarımızı da unutmamak lazım, asıl gücümüzü birçok uzmanlık alanında o sahadaki en iyi danışmanlarla çalışabilme yeteneğimizden alıyoruz.

İlke Planlama doğduğunda stratejik planlama, kentsel tasarım, kentsel yenileme, katılım gibi kavramlar ülkemizde henüz gelişmemişti. Biz dünyada varolan deneyimlerin eninde sonunda ülkemizde de gerçekleşeceğini öngörerek kendimizi bu yönde geliştirmeye başladık. İşimizi çoğunlukla bir Ar-Ge faaliyeti gibi görmeye çalıştık, bu vizyon çerçevesinde günümüze kadar geldik. Sonuçta İlke Planlama’yı ismini bile yüz kere düşünerek bir hayal üzerinden kurduk.

Yaşadığımız süreç içinde birçok ölçekteki planın, sosyal ve ekonomik hedefleri gerçekleştirmeye yönelik araçları, stratejik vizyoner hedefleri olmayan, yapılaşma tanımlarını yapmaktan öteye gitmeyen planlar olduğunu defalarca gördük. Bu ortamda, stratejik kararları içeren, katılıma açık, şeffaf planlama süreçlerine ihtiyaç duyan kentlerde bu kararları almaya çalışan salt şehircilerden oluşan bir ekip olmayı reddettik. Okullarda da şehirciliğin meslekler arası, disiplinler arası bir yapı olması gerektiği öğretilir, bizce de gerçekten öyle olması gerekiyor. Maalesef üniversitelerde bu anlamda öğretilenler çabucak unutulup gidiyor. Bizler şehir plancısının gitgide koordine eden / kolaylaştırıcı görevi üstlenen bir rolü olacağına inanıyoruz. Kent planlama eylemi, ortak gelecek arayışı sürecinde katılım mekanizmalarıyla kentin yaşayanlarını ve kurumlarını ortak paydalarda harekete geçirmeyi gerektiriyor. Bu anlamda planlamanın modelini tartışmadan kentleri geliştirebileceğini iddia eden tek aktörlü planlama süreçlerinin başarısız olduğu bir döneme girdiğimizi görüyoruz.

Planlamanın, stratejik yaklaşımların geliştirmesi gerektiğine, ülke kalkınma planlarından, il planlarına, kent planlarına ve gitgide kentsel tasarım projelerine kadar planlama hiyerarşisinin bütünlüğüne ve gerekliliğine inanıyoruz. Deneyimlerimiz bize, ülkemizde bu süreçlerin çalışmaması nedeniyle kaynakların efektif kullanılamadığını, sosyal ve ekonomik refahı toplumun tüm kesimlerine yaymakta yetersiz kalındığını gösterdi. Günümüzde birbirinden bağımsız birçok kurumun planlama yetkisi hevesi ile bütüncüllükten uzak birçok uygulamayı kapalı kapılar arkasında gerçekleştirmeye çalıştığını da üzüntüyle izliyoruz.

Planlamada uzun süredir etkin bir şekilde üretim yapan bir ekip olarak son dönemde yaşanan gerginliklerden rahatsızız. Bazı mimarların planlamayı sadece geometrik tasarım düzeyinde algılayıp “şehircilik bölümlerini kapatmalı”ya varan iddiaları, bizim gitgide disiplinlerarası bir alan olarak açığa çıkmasını beklediğimiz şehircilik alanını zedelemeye çalışıyor. Bizler şehirlerde üretilen projelerin kamu projeleri olduğunu, bu projelerin o ya da bu meslek alanının tekelinde olmadığını ya da olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Şehircilik projeleri doğanın, toplumun, sanatın, ekonominin, hukukun, tasarımın, mühendisliğin bir arada ele alınması gereken çok yönlü projelerdir. Bu noktada biz şehircilere de önemli bir görev düşüyor; bunu görünür kılmak. Salt akademik anlamda zenginleşmek, söylem geliştirmek yetmiyor, örnekler geliştirip bunları görünür kılmak gerekiyor. Süreci ve sonuçları itibarıyla görünür, izlenebilir, ölçülebilir örnekler. Bu şekilde, şehirciliğin aslında ne demek olduğunun görüleceğine ve bu gereksiz tartışmaların son bulacağına inanıyoruz.

Kent planlamanın, kentlerimizin deprem, köhneme, ekonomik sorunlar, sosyal sorunlar gibi yerel kaynaklı sorunlarını kısıtlı insan ve finans kaynaklarıyla çözmek için çaba göstermesi zaten yeterince zor bir süreçken, bir de üstüne son dönemde hızla eklemlenen global sermaye baskılarına karşı tavır geliştirmek gibi bir misyonu da doğmuştur. Bu süreçte kentlerde kutupsallaşma gitgide belirginleşmiştir ve bir gerilim süreci yaşanmaktadır. Bizim bu noktada bakışımız, kapsayıcı ve uzlaşılmış kamu yararı ilkelerini gözeterek, yaşanan sorunların giderilmesini sağlayabilecek projeler üretmeye çalışmaktır. Ancak planlama hiyerarşisinin hala tam anlamıyla entegre olarak kurulamadığı ülkemizde bunu proje bazında sağlamak da oldukça ciddi bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu açılardan bakıldığında planlama eylemini, geleceğe yönelik ortak bir vizyon uzlaşması çerçevesinde hiyerarşik bütünlüğü olan, interdisipliner, her ölçekte yapılabilir nitelikte bir toplumsal uzlaşma süreci olarak ele alıyoruz.

Bugüne kadar İlke Planlama olarak 10 il bütününde “Çevre Düzeni Planları”nı yapmış bulunuyoruz. Türkiye’nin %10’unu kapsayan bir alan ilçe ilçe, köy köy planlanmıştır. Bu kadar büyük bir çalışmayı yürütmüş olan çok az kurum bulunmaktadır. Bu çalışmalar, Türkiye’de gerçekleştirilen en büyük alanı kapsayan üst ölçekli plan olup, bölgesel bir ele alışla, katılımcı bir yaklaşımla, yerel ekonomik kalkınmayı sağlamayı hedefleyen, sürdürülebilirlik kriterlerine uygun olarak kalabalık bir ekip ve danışman kadrosu ile birlikte hazırlanmıştır.

Ayrıca çeşitli ölçeklerdeki kent planlama çalışmaları ile yaklaşık 180.000 hektarlık alanın planlaması tarafımızca yapılmıştır. Bu kapsamda son dönemde, Adana Büyükşehir Belediyesi yetki sahasında kalan tüm alanların master ve uygulama planlarının yapımı gibi çalışmaları yürütüyoruz.

ZG: Türkiye genelindeki çalışmalarınızda 10 ilden bahsediyorsunuz, bu 10 il hangileri? Bu illerde neler yaptınız ve katılımı nasıl sağladınız?

ÖB: TR83 ve TR90 olarak adlandırılan istatistiki bölgelerin tamamının 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planlaması’nı gerçekleştirdik. TR83 olarak adlandırılan bölgede Samsun, Amasya, Tokat ve Çorum’da; TR90 olarak adlandırılan bölgede Ordu, Giresun, Artvin, Trabzon, Rize ve Gümüşhane’de çalıştık.

TR83 ve TR90 projelerinin kapsamı daha çok illler bazında 100.000 ölçekli bir fiziksel plan yapımını tarif ediyordu. Halihazırda üst ölçekli bir bütüncül bölge planlama çalışması olmadığı için, bölgesel yaklaşımı olmayan bir çevre düzeni planı yapmayı kabullenemeyerek, önceliği bölge yaklaşımına verdik. Aslında planlama hiyeraşisi içinde zaten olması gerekeni kendi imkanlarımızla yapmaya çalıştık. Bize kalırsa bölge planları olmayan bir yerin il planlamasını yaptırmak da çok doğru bir yaklaşım değildi, bu nedenle bu eksiği kendimiz kapatmayı tercih ettik. Öncelikle Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’ni kapsayan bu iller için bir “bölge yaklaşımı” ürettik. Başlangıçta Amasya ili projeye dahil olmamasına rağmen bölgenin ayrılmaz bir bileşeni olarak onu da kapsamımıza almayı başardık.

Temel prensip olarak projede doğal, toplumsal, fiziksel ekonomik olarak özdeş karakteri taşıyan yaşam havzalarını tüm bölgede ayrıştırmaya çalıştık. Bu şekilde ortak kaderi paylaşan alt bölgeleri ortaya çıkarmayı, ortak sorunları olan bu bölgelere benzer yaklaşımlar geliştirerek ortaklaşmalarını ve birlikte çözüm arama duygularını geliştirmeyi hedefledik. Yerel kalkınmayı hedefleyen, ekolojik, toplumsal, ekonomik ve fiziksel çerçevede sürdürülebilir bir yaklaşım geliştirmeye gayret ettik.

Bölgede özdeş olarak nitelendirebileceğimiz birçok alt bölge saptadık. Bu özdeş bölgelerde idari sınırları dikkate almakla birlikte, yer yer çözüm önerilerinin idari sınırları aşan, ortaklaşan bir davranış biçimini gerektirdiğini düşündük. Bunun en basit örneğini Ordu-Giresun illerinde yaşadık. Fındık ekonomisinin iki başkenti olan bu illerde idari sınırlar, bu önemli yaşam havzasını anlaşılmaz bir şekilde kesin çizgilerle ikiye bölmekteydi. Aslında ihtiyaçları olan Or-Gi Havaalanı’ndan tutun, fındık borsasına kadar birçok çözümün gerçekleşmesi için birlikte davranması gereken bu iller tam bir rekabet içinde yaşıyorlardı. Birçok toplantıda kendilerine, sorunları kadar bu sorunların çözümlerininde ortak olduğunu anlatmaya çalıştık, bu çerçevede kendilerini ortaklaşmaları için motive etmeye gayret ettik.

Bölgede farkedilmeyen potansiyeli olan ürünlerin farklı bir örgütlenmeyle önemli değerler yaratabileceğini bal üretimi ve işlenmesi örneğinde vermeye çalıştık. Bölgedeki ilk toplantılarımızda bu bölgede bir bal fabrikasının kurulmasını vurguladığımızda “burada bal fabrikası ne arar, İstanbul’da var zaten” şeklinde yorumlarla karşılaşırken, kırsalda yaptığımız araştırmalarda bu iki ilin toplam bal potansiyelinin aslında hiç de küçümsenmeyecek bir hacimde olduğunu göstererek bu sahaya dikkatlerini çekmeyi başardık. Bunlar detay gibi görünebilir ama birçok sahada bu tür değerler yakaladığınızda bölge ve ülke için önemli çıkarımlarda bulunabiliyorsunuz.

Diğer bölgelerde de birçok farklı sürece tanık olduk. Mesela Artvin turizm açısından inanılmaz potansiyellere sahip bir il ve orada arka arkaya barajların Çoruh Nehri Vadisi boyunca sırayla yapıldığını gördük. Elbette burada devletin öncelikli yatırım kararı bulunuyordu ama inanılmaz bir doğal yapı tahribatı olduğu da ortadaydı. Bunu engellemek mümkün değilse, o zaman bunu nasıl değerlendirebiliriz diye baktık. O aşamada güzel öneriler çıktı: Artvin’e havaalanı yapmak pek mümkün değil, biz de bu barajların içme suyu toplamadığını düşünerek, bu su yüzeylerinin üzerine su uçaklarının inişini sağlayabilir miyiz, böylece bölgeyi turistik açıdan çekici ve aktif hale getirebilir miyiz diye baktık. Sonuçta, hoşumuza gitmese de bu tahribatı veren öğeleri başka alanlarda fırsat yaratabilecek hale getirebilmek de önemliydi bizim için.

Bu proje ile gitgide, sağlıklı bir şekilde çalışan ortak akıl, karar destek mekanizması ve işletim sistemlerinin önemini yaşanan örneklerde bir kez daha kavradık. Karadeniz Sahil Yolu gibi tüm kentlerin deniz ile ilişkisini koparan, çevreyi yok eden yatırımların sonuçlarını üzüntüyle izledik. Planlarımızda ikinci bir Karadeniz çevreyolunu yerleşimlerin güneyinden geçirerek mevcut yolun uzun vadede en azından şehir merkezlerinden geçmesini engelleyerek nitelik değiştirmesine çalıştık. Samsun’dan Artvin’e uzanan tüm Karadeniz’deki yük taşımacılığını azaltacak demiryolu hattını planlarımıza işleyerek Karadeniz’in ciddi bir sorununa çözüm altyapısını oluşturmaya gayret ettik.

Katılım boyutu ise proje kapsamında önemsediğimiz temel bir yaklaşımdı. Katılım konusundaki yaklaşımımız; karar alınacak konularda saptayabildiğimiz tüm merkezi-yerel, kamu-sivil aktörleri sürece katmak yönündeydi. Herkesin söyleyeceği önemli düşünceleri olacağı kabulüyle gelen tüm görüşleri birlikte değerlendirmeye çalıştık, bilgimizi paylaşmaktan asla kaçınmadık.

Bu çalışmalarda projenin başlangıcındaki ilk aylarımızı model araştırma ve geliştirme çalışmaları ile geçirdik. Projenin başından itibaren www.gelecekkaradeniz.org sitesini kurarak Türkiye’de planlamanın tüm süreçlerini şeffaflaştıran bir uygulamayı ilk kez hayata geçirdik. Bu siteyi açtığımızda ilk iş aylarca üstünde çalıştığımız planlama modelini sitede tartışmaya açmak oldu. Sonra analiz, sentez ve karar alma süreçleri gibi daha rutin çalışmalar yapılıp bilgi üretildikçe, bu bilgileri anında kamuoyuna açma şansı yakaladık bu sayede. Bu sitede, çalışma kapsamında ürettiğimiz analiz, değerlendirme, planlama aşamalarına ilişkin yaklaşık 16.000 sayfa rapor ile harita ve yapılan planları bulabilirsiniz.

Elbette internet katılımı sağlamanın sadece bir yönüydü, tüm bölgede birçok ek katılım toplantısını iş planımızda yer almamasına rağmen gönüllü olarak gerçekleştirdik, tüm sivil toplum aktörlerine sürekli çağrılar yaparak onların projeye katılımını sağlamaya çalıştık. Erişebildiğimiz tüm kamu, sivil toplum aktörlerine ve toplantılara katılanlara binlerce katılım çağrısı broşürleri dağıttık. Bu süreçte ekip olarak çok ciddi bir katılım deneyimi kazandığımızı söyleyebilirim.

Yine de burada katılım süreçlerinin önemli bir bileşenin, toplumun örgütlenme yapısı, kültürü olduğunu vurgulamak gerekiyor. Siz ne kadar çaba gösterirseniz gösterin kapsayıcı ve etkin bir katılım mekanizması ciddi toplumsal bir deneyim de gerektiriyor. Sadece iyi niyet göstererek birçok eylemi gerçekleştirmeniz, karar alma mekanizmalarına etkin bir katılım sağladığınız anlamına gelmiyor. Yer yer kamu kurumları katılımı bir yana bırakın, planlamanın kendi kontrolleri dışında gerçekleşmesini istemez tavırlar sergiliyorlar. Toplumun büyük bir bölümü bu tür bir katılımı sağlayacak bir deneyime sahip değil ve mevcut aktörlerin bazıları da bu katılım sürecini neredeyse negatif hale getirecek eylemler içine girebiliyor. Ülkemizde gerçek anlamda STK’ların varlığından söz etmek hala mümkün değil, bazı STK’lar da bildiğimiz çıkar baskı gruplarına benzer davranışlar sergileyebiliyor. Bu da sağlıksız süreçler yaşanmasına, gerçekten katılmasını arzuladığınız kesimlerin süreçten kaçınmasına yol açabiliyor. Yine de ülkemizin her bölgesinde iyi niyetle, gönüllü olarak çalışan kişi, kurum ve platformlar da var. Bizim çalışmalarımızda daha çok enerjimizi bu aktörleri bulmak ve proje süreçlerine katmak için yönlendirdik, bu aktörlerin çoğalmasıyla birçok katılımcı örneğin gelişeceğini düşünüyoruz.

Bu çalışmalar kapsamında il bütününde kırsal ve kentsel sahaları kapsayabilecek bir plan katılım ve işletme yöntemi ve örgütlenmesi araştırması yaptık. Günümüz hukuki tabanına da oturan bu çalışma sonucunda, il genelinde, kentlerde, kırsalda etkin bir katılım modelinin altyapısının nasıl kurulabileceğini, hangi kurumların yetki ve birlikteliğinin bu tür sistemi çalıştırabileceğini ortaya koymaya çalıştık. Katılım, aynı zamanda karar vermenin, yani gücün dağılımı anlamına da geliyor. Karar verme mekanizmasının şeffaflaşması ve kamuoyuna açılması ise ülkemizde birçok kişi ve kurum tarafından henüz çok istenen bir durum değil. Bu nedenle henüz geliştirdiğimiz bu modeli uygulama şansını yakalayamadık.

ZG: Peki İstanbul’daki çalışmalarınız neler?

ÖB: İstanbul’da fiziksel planlama projelerinden çok stratejik mekansal planlama ve kentsel tasarım projeleriyle uğraşıyoruz çünkü planlama konusunda İstanbul’un zaten kurumsal olarak belli bir noktaya gelmiş, birikimi olan kendi planlama birimleri var.

İstanbul çok karmaşık bir şehir, bütün planlarını oturup bir kerede oluşturmak mümkün değil bize göre, çok ciddi bir model ve süreç tanımlaması istiyor İstanbul’u planlamak, bu da ancak çok kapsamlı, çok aktörlü bir planlama yapısı ile mümkün.
Planlama çalışmalarımızın gerçeğe vardığı en yakın şehircilik noktası olan kentsel tasarım projelerinin, bizim için “hayata karışmayı” sağlayacak projeler olduğunu düşünüyoruz. İnsanı, kültürü, ekonomiyi, sokağı, meydanı, yapıyı derinlemesine yaşama şansını bu projelerde yaşayarak üst ölçekteki planlama çabalarımızın ayağı yere basabilen bir hale gelmesine çalışıyoruz. Çok farklı ölçeklerdeki projeleri yaşamak bize kente birçok farklı açıdan bakma şansı veriyor. Şimdiye kadar Beyoğlu’ndaki Talimhane Bölgesi Projesi, Meşrutiyet Caddesi Projesi, Bakırköy’deki İncirlik Caddesi Projesi, Beşiktaş’taki Arnavutköy Mahallesi Projesi, Levent Çarşısı Projesi, İstanbul Elmalı Kent Ormanı Projesi gibi birçok kentsel tasarım projesine imza attık. Şimdi ise bütün dikkatimizi Fatih İlçesi Yenikapı bölgesindeki Kentsel Yenileme Projesi’ne vermiş durumdayız.

İlk kentsel tasarım projesi olarak Meşrutiyet Caddesi Projesi’ni yaptık. İngiliz Konsolosluğu’nun bombalandığı dönemlerdeydi. Pera Palas Oteli’nde oradaki kullanıcılarla, yerel aktörlerle ve mal sahipleriyle toplantılar yaptık. İlk katılım mekanizmasını burada geliştirmeye çalıştık. Daha sonra Talimhane bölgesini çalıştık, sonra Sıraselviler, ondan sonra Arnavutköy’de ve Levent Çarşısı’nda çalıştık. Tüm bu işlerimizde, şehircilik araçlarının hangi anlamda kullanılabileceğini araştırdık. Bazen kentsel tasarımın salt fiziksel bir makyaj çalışmasını hedeflediğini, bazen kentin önemli işlevsel sorunlarını çözebilecek (ya da daha beter hale getirebilecek) düzenlemeler olabildiğini, bazen de insanlarda kimlik ve aidiyet duygusunu geliştirebilecek önemli toplumsal etkileri olabilecek projeler olduğunu izledik.

Stratejik mekansal planlamanın bir örneğini Gaziosmanpaşa ilçesinde gerçekleştirdik. Londra için yapılan stratejik mekansal planını da inceleyerek, South Bank Üniversitesi hocaları ve yine 1.200 kişilik bir İngiliz danışmanlık firmasından 4 aylık çalışmamız boyunca destek aldık. Bir stratejik planlama bu anlamda nasıl yapılıyor, bunu anlamaya ve uygulamaya çalıştık. Şimdi biliyoruz ki bu tür bir çalışma ülkemizde de yapılabilir ama bizde kentin dinamiklerini ortak bir karar alma mekanizmasıyla nasıl bir araya getirebileceğimize dair deneyim yok. İstanbul’da kanunlar ve ilgili yönetmelik tarif etmesine rağmen bir kent konseyi bile kurulmuş değil. Dolayısıyla İstanbul’da bu anlamda hala bir planlama ve tasarım modeli eksiğimiz var. Üst ölçekli bir karar alma platformunun kurulması, sosyal ve sivil aktörlerin bir araya gelip, kamu yararı kavramının netleştirilmesi şehir için, yani yerel yönetimi, yaşayanı, çalışanı, herkes için gerekli. Belki de son bir çatışmaya sebep olarak günümüzde yaşanan tüm çatışmaları bitirecek yaklaşım da buradan doğacaktır. 2010 Kültür Başkenti statüsü gibi uluslararası rollere soyunduğumuz bu günlerde birbirimizi suçlamak yerine daha yapıcı bir uzlaşma ve planlama modelinin zamanının geldiğini söylememek mümkün değildir. Kentimizin ciddi bir bilgi ve deneyim birikimine, insan kaynağına sahip olduğu açıktır, sorun bunu örgütlemeyi hedefleyecek iradenin ortaya konulmasındadır.

ZG: İstanbul’da bugüne kadar gerçekleştirilen Fener – Balat ve Sulukule gibi bölgelerdeki kentsel dönüşüm çalışmalarını, uygulanan yöntemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÖB: Üst ölçekte kentteki koruma, geliştirme, dönüşüm ve yenileme projelerinin hangi alanlarda hangi amaçlarda yapılacağını tarif eden bir stratejik çerçeve olmadığı için her kurumun, proje grubunun tamamen kendi bilgi birikimi ve tavrı doğrultusunda projeler yürüttüğünü ve bunlara bağlı yatırımların gerçekleştiğini görüyoruz. Projelerde toplumsal uzlaşma sağlanmadığı için kentteki neredeyse tüm önemli projelere karşı ayrımsız bir toplumsal muhalefet oluşmaya başladı, bu da ciddi bir toplumsal gerilim sebebi oluyor. İdareler haklı bile olsalar proje kararlarını açıklamakta zorluk çekecekleri bir sürece girdiler.

Fener-Balat projesini çok yakından izlemedim ancak uzlaşı süreçlerinin Sulukule’ye nazaran daha doğru çalıştığı görülmekte. Sulukule’de ise kültürel olarak özgün bir değer olan Romanların bölgedeki varlığını ortadan kaldıran sonuçlar doğuracağı söyleniyor. Belediye ise projenin buradaki sosyal çöküntü ve suç unsurlarını ortadan kaldıracak bir proje ürettiğini ileri sürüyor. Bu tür bir projenin bu aşamaya geldikten sonra bu koşullarda tartışılması da bence akla karanın biraz birbirine karışmasına sebep oluyor.

Sulukule’de bildiğim kadarıyla Saadettin Tantan’ın başkanlığı döneminde, buradaki işletmeler kapatıldığı için, Sulukuleliler geleneksel eğlence sektöründen uzaklaştılar, daha da yoksullaştılar ve başka işlerle uğraşır hale geldiler. Şimdi Roman kültürü hala burada sürdürülüyor mu yoksa artık burada o dönem göçle giden kesimin yerine göçle gelen yeni bir kesim mi yaşıyor? Hangisi özgün, hangisi değil bunları bilmiyoruz aslında. Bir varsayımla bir şey söylüyoruz, o projeyi yapanlarsa başka bilgilere sahip. Aktörler arasında sağlıklı bir iletişim modeli olmadığı için o bilgiler de karşılıklı doğrulanmış değil. Herbirimizin bölgeyle ilgili fikirleri birbiriyle çatışıyor.

Bir şehir plancısı proje müellifi olarak tercihim bu tür çatışmaların üst ölçekli stratejik bir plan çerçevesinde ele alınması yönünde olurdu. Bence bu tür projelere dar kapsamda vizyon tanımlamaya çalışmak özünde doğru değil. Üst ölçekte kent bütününde bu tür kararların tartışılarak ve uzlaşılarak alındığı bir mekanizma oluşmadığı için her projede yeni çatışma yaşanıyor. Bu tür bir planlama yapısı oluşmadığı için proje müellifleri de zor durumda kalıyorlar. Sulukule gibi bir bölgede Roman kültürünü tekrar canlandırarak kente kazandırmanın, 2010 Kültür Başkenti olma heyecanı içinde olduğumuz bugünlerde projeyi tüm dünyaya örnek olacak bir süreç haline getirmeye çalışılması en doğru yaklaşım olmalıydı. Muhtemelen bunu yapan kurumlar da bu amaçla yola koyulmuşlardı ancak, daha önce de vurguladığım gibi bu yaşananlar uzlaşmaya dayanmayan, parçacıl planlama sisteminin sancılarıdır.

ZG: Yabancı mimarlara yaptırılan Kartal – Küçükçekmece Kentsel Dönüşüm Projeleri hakkında neler söyleyeceksiniz?

ÖB: Bu projelerin temel fikirleri İstanbul Metropoliten Planlama birimi tarafından ortaya atıldı, yani projenin fikir babası bizim insanlarımız. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendi coğrafyasındaki şehir plancıların, mimarların global alanda etki yaratacak isimler olmadığını düşünüyor. Bizim meslek sahalarımızın içinde de, uluslararası alanda işler yapan başarılı isimler var ama Kartal ve Küçükçekmece ölçeğinde kentsel anlamda projelendirdiğinde uluslararası etkiler yaratabilecek planlama veya tasarım ofisi var mıdır diye soracak olursanız, bence çağırılan isimlerin yarattığı etkileri yaratacak isimlerimiz de yok. Bu da küresel ekonominin başka bir yüzü, kendinizi uluslararası ortamda tanıtmak istiyorsanız, global anlamda marka olmuş ünlü proje aktörlerini çağırmalısınız ve bu da gitgide bir zorunluluk halini alıyor. Belediye ünlü mimarların tasarımlarının yarattığı Bilbao Etkisi’ni biliyor ve stratejik bir kararla tercihini bu yönde kullanmış görünüyor. Bu noktada tartışılması gereken, bu tür global aktörlerden bu denli büyük bir kentsel proje için, konsept projesi, fikir projesi gibi bir hizmet alınması yeterli iken, bu kişilere uygulamaya varan projelerin yaptırılması ki, bu konuda onların da oldukça zorluk çekeceğine inanıyorum. Londra ve diğer önemli dünya kentlerinde de görülen kent içindeki fırsat alanlarının bu tür etki yaratacak (pulsar etkisi – Bilbao effect) tasarım öğeleri ve mimarlar ile artı değer yaratır hale getirilmesi yönünde. Ancak, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var ki diğer kentlerde bu projeler kent ölçeğinde yapılmış büyük bir master plan ve genel bir değerlendirmenin parçası. Oysa bizde Kartal projesi ile yaratılması istenen artı değer ve bu artı değerin nasıl aktarılacağına dair politikalar yok. İstanbul gibi dünya kentler ligine girmek isteyen 2010 Kültür Başkenti bir kentin daha üst ölçekli strateji ve yaklaşımlara ihtiyacı olduğu muhakkak. Londra’daki Olimpiyat Vadisi ya da Elephant Castle gibi örnekleri incelediğimizde hep aynı tartışmayı yürütür buluyoruz kendimizi tüm alt ölçekli projelerin aslında dayandığı üst bir ilke var. Kentin geri kalanını da ileri götürmek ancak Kartal da yaratılacak yeni merkez Anadolu yakası ve İstanbul bütününü nasıl etkileyecek, İstanbul’da yeni bir alt merkez mi yaratılacak dengeler nasıl değişecek bunu tartışmıyoruz, öngörmüyoruz.

ZG: Şu anda üzerinde çalıştığınız Yenikapı projesi hangi aşamada? Yenikapı için neleri öngörüyorsunuz?

ÖB: Yenikapı projesi, bir kentsel yenileme projesi, 5366 sayılı kanun çerçevesinde ilan edilen bölgelerden bir tanesi. Yanılmıyorsam bizimle birlikte 5-6 alanda daha yenileme projeleri yapılıyor. Bizim daha önce yapılan Beyoğlu Tarlabaşı Projesi ile Fener-Balat Projesi’ne oranla ciddi bir avantajımız var. Söz konusu projelerde, projeyi yürüten grup aynı zamanda müteahhit grup, yani proje ekibinin bağımsız olduğunu söylemek bize oranla biraz daha zor. Bizim projemizde ise biz işi sadece proje işi olarak aldığımız için kamu yararı kavramını yatırımcıdan biraz daha “uzak” ele alma şansımız doğuyor. Yine de yatırımcı aktörünün proje sürecine bağımsız olarak katılmasının da, projenin uygulanabilirliğini arttıran önemli bir etmen olduğunu söylemeliyim.

Proje alanımız İstanbul için çok büyük önem taşıyan potansiyellere sahip. Bölgede yapılan Marmaray inşaatları sırasında İstanbul Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülen kazılarda Theodosius Antik Limanı’nın kalıntıları ortaya çıkarıldı. 30’u aşkın gemi kalıntısının ve çeşitli liman öğelerinin günışığına çıkarılması tüm dünyada önemli yankılar uyandırdı. Bu alanda yapılan çalışmalarla çıkarılan buluntular MÖ 6000 yılına kadar gidiyor. Kazılarda İstanbul’da o dönemde yaşayan tarım toplumunun izlerine dahi rastlanıldı. Sonrasında ise yine MÖ 553’te bir tsunami sonucunda batan gemilerin üstlerini örten kum tabakası sayesinde korunarak günümüze kadar gelebildikleri anlaşıldı. Müzenin yaptığı titiz çalışmalarla, İstanbul’un inanılmaz serüveninden kesitler çıkarılıyor. Elbette bu değerlerin bazılarının günışığına çıkarılması ve hava ile teması da zamana karşı başka bir yarışı başlatıyor, bu ahşap gemilerin bir an önce uygun teknikler koruma altına alınarak çürümelerinin engellenmesi gerekiyor. Bu işlem gemilerin çeşitli işlemlerden geçecekleri havuzlara alınmasıyla 5 yıl kadar sürebiliyor.

Bu noktada bizim sorumluluğumuz da başlıyor. Hızlı bir şekilde proje alanında bu değerlerin korunmaya alınmasını sağlamak, mümkünse burada önemli bir arkeoloji ve başka işlevleri taşıyabilecek bir müzeyi aktif hale getirebilmek önem kazanıyor. Yenileme alanımızın önemli bir bölümünü kapsayan bu alanda şimdiye dek yapılan koruma amaçlı imar planlarında yapılaşmaya hiç bir şekilde açılmadığından bu alandaki yapıların neredeyse tamamı kaçak durumda. Çok az bir bölümü konutlardan oluşuyor ve alanın büyük bölümünde otobüs garajları, tamirhaneler gibi işlevler bulunuyor. Yapılan son koruma amaçlı imar planlarında ise alan, müze alanı olarak kullanılmak üzere Kültür Park Alanı olarak tanımlanmış.

Elbette proje müellifi olarak “biz her şeyi tasarlarız” edasıyla bu alanda müze tasarlamak gibi bir düşüncemiz yok. Bizim görevimiz bu alandaki evrensel değerleri koruyup, sergileyebilecek bir müze projesini hayata geçirebilecek bir modeli ortaya koymak. Bu amaçla, bu değerleri koruma altına almak üzere kısa vadeli bir koruma ve sergileme projesi ile uzun vadede uluslararası bir müzeyi geliştirebileceğimiz bir süreci başlatacak bilgilendirici ve tetikleyici işlevleri üstlenmeyi öngördük. Kültür Bakanlığı Müsteşarı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, İstanbul Arkeoloji Müzesi, DHLA, Marmaray Proje yetkilileri ile projeyi tartışma fırsatı bulduk. Projenin İstanbul için önemi tüm katılan kesimlerce vurgulanarak, alanla ilgili bir çalışma kurulu, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı bünyesinde göreve başladı. Bu da proje yeni başlamasına rağmen iyi bir başlangıç yapılmasının keyfini yaşattı bize, şimdi görevimiz bu konuda önemli etkisi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Fatih Belediyeleri’ni sürece katmak. Bu durumda konu ile ilgili bakanlık, büyükşehir yönetimi, ilçe yönetiminin bir araya gelebileceği, meslek odaları ve sivil toplum aktörlerinin İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve bizim vasıtamızla sürece katılabilecekleri bir yapı oluşacak. Burada yatırımcı kurumun kim olacağı önem kazanıyor, zira bu tür bir yatırım devlet eliyle mi, kamu-özel ortaklığı ile bir kültür operatörü tarafından mı yapılacağı konusu şu anda belirsiz. Bu aktörün kim olacağı veya nasıl seçileceği ise önemli bir soru.

Diğer taraftan projenin hemen kuzeyindeki komşu alanda Yenikapı Tansfer Merkezi olarak gerçekleşecek bir yatırım İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılıyor. Marmaray hattının istasyonu ile Taksim Metrosu, Bağcılar Metrosu’nu, İDO Yenikapı İskelesi’ni ve sahil yolunu birbirine entegre edecek bu alanın bölgede ciddi değişimlere neden olacağını tahmin ediyoruz. Zirve saatlerinde 40.000 kişilik yaya akımı üretecek olan bu tür bir işlevin bölgeye erişilebilirliği önemli ölçüde artıracağını tahmin ediyoruz. Bu durumda proje alanımızda kalan Müze Alanı ile Transfer Merkezi’nin hemen güneyinde kalan Yalı Mahallesi’nin bu erişilebilirliğinin de artacağı çok açık. Bu Müze Alanı için önemli bir avantaj olarak karşımıza çıkarken, Yalı Mahallesi’ndeki konut yaşamı için bir değişim sürecini kendiliğinden başlatacak gibi görünüyor. Bizim tahminlerimiz, şu anda düşük gelir seviyesindeki bölge yaşayanlarının gitgide artan ofis ve ticaret alanı taleplerine dayanamayarak bölgeyi terk edeceği yönünde. Yurt dışındaki kent merkezlerinde yeralan metro istasyonlarının yakın çevrelerinde gerçekleşen dönüşümleri incelediğimizde de hemen hemen hep bu yönde bir etki oluştuğunu görebiliyoruz. Bizim sorumuz burada ortaya çıkıyor: kimin için, ne yapmalıyız? Tarihi sürece baktığımızda Yalı Mahallesi’nin özgün kullanımının bir Ermeni Mahallesi olduğunu görüyoruz, hala İstanbul’un çeşitli yerlerinden Pazar günleri alandaki Ermeni Kilisesi’ne gelerek ayinlerini yapıyorlar. Alanda günümüzde yaşan Ermeniler’in sayısı ise yok denecek kadar az, bölge uzun zamandır İstanbul’un göç kapılarından biri haline gelmiş durumda. Bu noktada, toplumbilimcilerden oluşan ekibimizin buradaki sosyal yapıyı ve korunması gereken değerleri açığa çıkaracak çalışmalarının sonuçlanmasını ve bu sonuçları bize aktarmalarını bekliyoruz.

Bir yandan da, yapı kullanımlarının, yapıların özelliklerinin, korunmaya değer kültür varlıklarının, sosyal ve toplumsal yaşama ilişkin özgün değerlerin, ekonomik aktivelerin saptanması gibi analiz çalışmalarını yürütüyoruz. Bu tür çalışmaların şimdiye kadar nasıl bir metodoloji ile yürütüldüğünü, bu projelerin varsa karşılaştıkları sorunları, alternatif proje modellerini, yurt dışı örneklerini, ülkemizde yapılan akademik yöntem araştırmalarını inceliyoruz. Analiz çalışmalarımızın bitmesiyle birlikte tüm bu veriler ışığında, bir kamu projesinin yürütülmesine örnek oluşturacak nitelikte bir açılım sağlamak düşüncesindeyiz. Bununla ilgili birçok model dünyada işletilmiş olmasına, ülkemizde birçok kesim tarafından başka söylemlerde farklı model önerileri olmasına rağmen, bu alanı kente açmayı mümkün kılabilecek yönetim-katılım-tasarım yöntemini bu tür bir SİT alanında örnek bir model oluşturarak gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Bu tür bir proje modelinin işlerlik kazanması ile günümüzdeki tartışmaların hiç olmazsa bir kısmının sona ereceğini umut ediyoruz.

ZG: Kentsel planlamalar dışında mimari çalışmalarınız var mı?

ÖB: Biz bir mimarlık firması değiliz, yine de çalışmalarımızda mimarlar da yer alıyor. Özellikle kentsel tasarım projelerinde şehir plancıları, mimarlar, peyzaj mimarları, inşaat mühendisleri, makine mühendisleri gibi temel tasarımcı ve mühendis grupları da görev alıyor. İlke Planlama’da, mimar danışman hocalarımızla birlikte toplam 6 mimar kentsel tasarım yapıyor. Ayrıca birçok projede bize eşlik eden mimar gruplarla eşgüdümü sağlamak gibi önemli bir görevi üstleniyorlar.

ZG: Yenikapı’da olduğu gibi kentsel planlama işleri size ihale yoluyla geliyor. Peki bu ölçekteki işler için de yarışma düzenlenmesi daha doğru olmaz mı?

ÖB: Aslında planlama ve proje faaliyetlerinde yarışma açılması bizim çok işimize gelirdi, üstelik bizi geliştiren bir etken olurdu. Biz zaten Ar-Ge faaliyeti yoğun olan bir firma olduğumuz için, yarışma yönteminin bizim için avantajlı olacağına inanıyorum. Ancak sistem böyle çalışmıyor, tasarım ve planlama işleri adeta bir çöp temizlik işiyle aynı hizmet alanı statüsüne giriyor ve Kamu İhale Kanunu’na göre en düşük kim teklif verirse proje onda kalıyor. Bize kalırsa bu yolla projelerin kalitesi sürekli olarak düşüyor. Ancak nitelikli kadro ve deneyim gerektiren işlerde varolma şansımız kalıyor, bu tür işlerin de süreklilik arzettiğini söylemek çok zor.

Etiketler

Bir yanıt yazın