Biz ‘Glokal’ Mimarlarız

Santralistanbul'da düzenlenen Bilgi'de ARKIMEET konferansı için 15 Kasım 2007 tarihinde İstanbul'a gelen dünyaca ünlü mimarlar Peter Wilson ve Julia Bolles'le mimarlıkta yerellik, küresellik ve sürdürülebilirlik hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.

Pınar Seyrek: Dün akşam Santralistanbul’deki Bilgi’de ARKIMEET’teki konuşmanın başında, ilk kez İstanbul’da bulunuyor oluşunuzdan bahsettiniz. Bugün şehirde gezinti yapmayı düşünüyor musunuz?

Peter Wilson: Şehirleri öğrenmek, hobilerimden birisi. Mekanlar öğrenmek bir mimarın, plancının birincil işlerinden. İşimin bir parçası, bilgi birikimini biriktirerek ve ana mantığını gözlemleyerek mekanları öğrenmek aslında.

PS: Buradaki potansiyeller hakkında neler düşündüğünüzü sormak istiyorum. Sizin, Perugia’daki projenizi gördüm. Burayla arasında lokasyon açısından benzerlikleri var gibi?

PW: Gördüğümüz kadarıyla topoğrafya ve manzaralar bakımından benzerlikler var. Tepelik sehirler çok avantajlı oluyor. Fakat Perugia İstanbul’a göre çok küçük bir şehir. Bir de dün gece fark ettim ki neredeyse tüm yapıların pencereleri aynı büyüklükte. Çok az varyasyon var ve bu şehre çok hoş bir doku veriyor.

PS: Bu aynı zamanda bina tipleri arasında ne kadar az varyasyon olduğunu gösteriyor.

Julia Bolles Wilson: Çok hoş (gülüyor). Uyumlu.

PS: Konut tipolojiler özellikle, oldukça sınırlı.

JBW: Farklı yoğunlukların oldukları yerler var. Havaalanından gelirken, çok yüksek, çok yoğun bölgelerden geçtik. Dün gece karanlıkta, tepelerde çok daha az yoğunluğa sahip yerler gördük.

PW: Ben pencerelerin çıkışını merak ettim. Her yerde aynı aliminyum pencere doğramaları kullanılmış gibi. Bu geleneksel bir pencere yapısı mı?

PS: Tam olarak nereden yola çıkıldığını ben de aslında bilmiyorum. Fakat haklısınız, bu tip tekrarlanıyor.

PW: Büyük boyutlu camlar kullanmamak için, uygulanan bir yöntem gibi görünüyor. Bir tasarım ürünü olmaktan çok ekonomik bir çözüm gibi. Bu iklimde güneş ışığını içeri almaktan çok dışarda tutmak öncelikli olmalı.

PS: Dünkü sunumunuzda ekolojik tasarımlar ve sürdürülebilirlik kavramlarına eğildiniz. Mimarlar için “psikolojik” sürdürülebilirliğin, “green washing” olarak tanımladığınız ekolojik teknolojilerle göz boyamaya göre daha ilginç bir konu olduğunu söylediniz. Bundan biraz söz edebilir misiniz?

JBW: Bana kalırsa, sürdürülebilirlik kavramı politikacıların bayıldığı bir kavram ve hepsi bunu farklı anlamlarda kullanıyor. Sürdürülebilirlik, politik olarak doğru, bir çeşit bahane olarak kullanılıyor. Dolayısıyla insanlar şehir dışındaki müstakil evlerinin çatısına güneş panelleri koydukarlında “iyi adam” olmuş oluyorlar. Halbuki enerji bakımından verimli apartmanlar yapılsa çok daha faydalı olacak.

PW: Ayrıca şehir dışında yaşayanlar her gün arabayla gidip geliyorlar. Tek başına bu, evlerinde almış olabilecekleri tüm enerji önlemlerini sıfırlamaya yeter. Biraz büyük resme bakmak lazım.

JBW: Ekoloji ve sürdürülebilirlik sorunlarını tam olarak, gerektiği kadar tartışmıyoruz. Bir yerde bırakıyoruz. Yaşam biçimimizi değiştirmemiz anlamına geldiğinde konuyu daha fazla deşmeyi istemiyoruz. Bir yerde koruyoruz, bu da tartışmanın bir yere doğru ilerlemesini önlüyor. Gerçek sorunu ortaya koymuyoruz. Artık yaşam biçimimiz hakkında konuşmaya başlamamız gerekiyor. Bir şeyi değiştirmek istiyorsanız, küçük adımlar atmanız gerekir. Bizim, mimar olarak birçok şeyi değiştirme olanağımız var. Büyük ölçekte değil, küçük ölçekte. Enerjiyi aktif şekilde üretmek veya toplamak bunu yapmanın tek yolu değil. İnsanların davranışları ve binaların insanlar tarafından nasıl algılandığıyla ilgili birşey.

PW: Şu ara insanların bu konuları algılayışının değiştiği başka bir döneme girdik. Yavaş yavaş yaşam stilimizi, alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerektiğini anlıyoruz. Aslında hepimiz birer patalojik tüketiciyiz ve hergün tiksindirici derecede tüketiyoruz. Biz de buna dahiliz. Dünyanın her tarafında ders vermek için sürekli uçağa biniyoruz. Tabi enerji üretmeye çalışmanın da bir değeri var ama bu sorunumuzu çözmeyecek. Dün Julia’nın anlatmaya çalıştığı aslında sosyal sürdürülebilirlik. Eğer insanların seveceği tarzda bir bina yaparsanız, insanlar ona saygı duyarlar, bina yüz, ikiyüz, üçyüz sene ayakta kalabilir. Beğenmezlerse yirmi sene sonra yıkarlar. Büyük enerji israfı. Malzeme ve zaman ölçeği anlayışlarımıza tekrardan bakmamız lazım. Bu anlamda taştan yapılmış eski bir bina muazzam ekolijiktir, yüzyıllarca dayanırlar.

JBW: Belki, enerji kayıpları en önemli şey değildir. Yalıtımı iyi olmasa bile ki kalın taş duvarların yalıtımı iyidir, yıllara karşı durdukları için ekolojik sayılabilirler. Almanya’da “yaşam döngüsü analizi” denilen analizler uygulanıyor. Kamu tarafından inşa edilen her binanın yaşam döngüsünün doğrulanması gerekiyor.

PS: Ne kadar süre yaşayabileceğini tahmin etmek için mi?

JBW: Evet. Örneğin, pencerelerinin temizlenmesi için ne kadar masraf yapılacağının hesabı yapılıyor, hangi makinelerin kullanılması gerektiği belirleniyor. Bu boyut bizi en çok ilgilendiren şeylerden birisi. Çünkü binaların kullanım masrafları inşaat maliyetinden çok daha yüksek olabiliyor. İşverenler bunun şimdi şimdi farkına varıyorlar.

PW: Ekoloji bir sistemdir.

JBW: Lamba ampüllerinin değiştirilemediği, garip pencereleri olan bir bina için bu tür bir analiz yapıldığında o binayı inşa edemezsiniz. Eğer işveren, sonrasında “bana neye malolacağına aldırmıyorum, garip ilginç bir bina istiyorum” derse tamam. Ama bu artık çok mümkün olmuyor.

PS: O halde, Almanya’da yasal düzenlemelerden çok işveren etkili oluyor bu konuda.

JBW: Almanya’da her bina, enerji kullanımı onayı almalı. Bahsettiğimiz yaşam döngüsü analizi yasayla düzenlenmedi ama bence çok yakında uygulamaya girer. Bizim için bu işleri tabi daha kolay hale getirmiyor. Bir mimar olarak, yasaları çok çok iyi bilmelisiniz ki, onu en iyi şekilde dönüştürüp kullanabilesiniz. En büyük sorun bu oluyor.

PS: Belli ki Almanya’da bu tür çok kural var. Dün akşam bir de Hollanda örneğinden bahsettiniz ve ordaki estetik düzenlemelerden. Bir karşılaştırma yapar mısınız?

PW: Bana kalırsa, Hollanda ile Almanya arasında büyük psikolojik farklar var. Almanya’da uzun süre dayanabilecek çok masif binalar yapıyorlar. Hollanda’da çok daha hafif yapılar yapıyolar ve açık açık yirmi sene kadar dayanmalarını hedeflediklerini söylüyorlar. Ondan sonra yıkıp tekrar yapıyolar, bu ekonomi için iyi diyorlar. Doğru, ama ekoloji için iyi değil. Sanırım bunun ülkenin topğrafyasıyla alakası var. Almanya’da bodrumu olan binalar yaparsınız. Hollanda’da su toprakla aynı seviyede olduğu için evlerin bodrumları yok, neredeyse yüzüyor denebilir. Herşey ıslak ve nemli. Bu sebeple, inşa ettikleri herşey muvakkat. Psikolojileri böyle. Suyu geçici olarak uzak tutuyorlar ve geçici evler yapıyorlar. Sanırım bu psikoloji onlara mimarlıkta deney yapma şansı ve yetkisi veriyor.

PS: Hollanda’yı yakından tanıyorsunuz. Sanırım Almanya’dan sonra en çok yapınız ve projeniz Hollanda’da.

PW: Sadece biz değiliz, Hollandalılar çılgınca inşaat yapıyorlar (gülüyor). Ülkede neredeyse toprak kalmadı. Biz orda son 10 senedir çalışıyoruz ve bu süre zarfında şehirler arasındaki arazilerin dolup şehirlerin birleştiğine tanık olduk. Herşey çok planlı, yanlış anlaşılmasın. Anlamak zor; nüfus artışı çok olmamasına rağmen son 10-20 yılda şehir odaklı bir ülke olmaktan çıkıp tüm arazinin yaygın bir şehir gibi iş gördüğü network’lü bir ülke haline geldiler.

PS: Banliyöleşme yönünde bir gelişme mi yani?

PW: Çok organize bir banliyöleşme. Ekonomileri çok iyi planlanmış. Bunun yine suyla olan ilişkileriyle ilgisi var. Deniz suyunu topraklarından uzak tutmak için çok organize çalışmaları gerekiyor. Bir kişi hata yaptığında tüm ülkenin sular altında kalma tehlikesi var. Bu yüzden Hollandalılar kontrolu kabullenmek üzere idmanlılar ve yapı alanındaki katı düzenlemeleri de kabullenebiliyorlar –bunlar estetik düzenlemeler olsa dahi.

JBW: Hollandalılar, altın çağlarında tüccarlardı. Bu yüzden, ticaret çok önemli ve düşünüşlerini temelden etkiliyor.

PW: Öte yandan iyi mimarlığın bir artısı olduğunu da biliyorlar. Mimarlığı finansal değere dönüştürmeyi biliyorlar. Mutlaka iyi mimarlarla çalışıyorlar. Böylece planlama yolunda gittiği için hem şehir plancıları mutlu oluyor, hem de firma profilleri için iyi tanıtım yapmış oluyorlar. Zamanla işverenlerin, mimarlar ve plancıların ne yapmaya çalıştıklarını anladıkarını bile söyleyebilirim.

PS: İçerik anlamında mı? Sizce meşhur isimlere bir yönelim yok mu, örneğin Wilhelminakade (Rotterdam) bölgesinde?

PW: Wilhelminakade oldukça karmaşık bir durum. Altyapı, mesela Erasmus köprüsü yapımı, rıhtımlar ve tüm ulaşım yolları için o kadar fazla para harcadılar ki bunu ordaki arsa fiyatlarına yansıtmak zorunda kaldılar. Rotterdam bunu yapabildi çünkü orası eski terkedilmiş liman bölgesiydi, bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyordu. Şehir merkezini oraya, nehir kıyısına doğru çekmeyi istediler. Fakat yeni arsalarda yükselen fiyat oralarda yüksek yapı yapılması anlamına geldi, garip bir döngü oluştu. Meşhur isimlere iş yaptırma meselesi burda şehir planını yapan ofisle alakalı.

PS: Yani ülkenin geri kalanını temsil etmeyen özel bir durum mu?

PW: Küçük-büyük tüm şehirlerde iyi Hollandalı mimarların kimler olduğu konusunda bir bilinç var. Milli kültürün bir parçası bu. NAi (Hollanda Mimarlık Enstitüsü) gibi kuruluşların bunda katkısı çok fazla. Herkes binaları mimarlarının isimleriyle tanıyor. Bu anlamda mimarlık dostu bir kültür diyebiliriz.

PS: Ofisinizin bulunduğu yerde, Münster’de birçok projeniz var, ayrıca birçok uluslararası projeniz de var. Küresel ve yerel arasındaki ayırım hakkında biraz konuşur musunuz?

PW: Evet, biz “Glokal” (global+lokal) mimarlarız.

JBW: Münster küçük bir şehir, 270.000 nüfusu var. Büyük bir üniversitesi var, birçok öğrenciyi barındırıyor. Dolayısıyla projeler de çok büyük olmuyor. Şehir kütüphanesi gibi. Bizim başından sonuna kadar içinde olabileceğimiz ölçeklerde oluyor. Yani, alanın denetimini de yapabiliyoruz. Bu bizim başka bir yerde yaptığımız projelere göre oldukça farklı oluyor. Dışarda iş yaptığımız zaman, hep bir ortak ofisle beraber hareket ediyoruz. Bu durumda bir noktada işi onların ellerine teslim etmemiz gerekiyor. Yine kontrol ediyoruz tabi ama inşa etmek, hergün inşaata gidebilmek çok farklı birşey. Tabii ki, şehrimizde bir projenin ilerleyişini izlemekten hoşlanıyoruz. Ama, evinizin olduğu şehirde bir binayı inşa etmek, herhangi başka bir yerde yapıyor olmaktan daha zor. Çünkü, oranın politikalarını biliyorsunuz, insanları tanıyorsunuz. Her şeyi biliyorsunuz. Bazen insan böyle şeyleri bilmek istemiyor (gülüyor).

PW: Başka bir yerde yapıyor olmak daha kolay oluyor. İnsanlar size, bilinmeyen bir varlık gözüyle bakıyorlar, saygı gösteriyorlar.

JBW: Başka bir yere gidip, orayı gezmek, başka bir kültürü öğrenmek, dünyanın en ilginç şeylerinden birisi. Fakat bir başka kültürü, orada yaşamadan, orada okula gitmeden tam olarak öğrenemezsiniz. Biz yapı yaptığımız yerlere yeni bir şeyler getirmeyi, orayı geliştirmeyi ümit ediyoruz. Bir empati kurmaya çalışıyoruz. Sadece oraya, şuraya, buraya marka gibi mimarlık bırakmak istemiyoruz.

PW: Sürekli kullandığımız mekan tipleri ve tabirleri var. Yine de, her proje bir duruma bağlı olarak gelişiyor. Bunu yapmak zorundayız aksi takdirde sıkıcı oluruz. Her seferinde yeni sorunlara yeni çözümler getirmeye çalışıyoruz. Artık genç mimarlar kategorisine girmiyoruz. Bazı mimarlar iş hayatlarına çok gösterişli projelerle başlarlar, sonra bunu tekrar ederler, büyük işler alırlar ve başarılı ticari mimarlar olurlar. Bu bizim istediğimiz yol değil. Saygı duyduğumuz mimar tipi sürekli kendini geliştiren mimar. Biz de onlardan olmak istiyoruz.

JBW: Yeni şeyler yapmak önemli. Bu yüzden hapishane projesi önemli.

PW: Dün akşam anlatmak biraz zor oldu ama hapishanenin çok soğuk ve tatsız bir havası var. Kütüphanenin kapısını açtığınız anda sıcak, sonsuz gibi görünen bir mekana giriyorsunuz. Neredeyse açıklanamaz bir durum, birdenbire hapishane kayboluyor. Bir kitabın kapağını açıp okumaya başlamak gibi.

JBW: Artık tutuklular televizyon izlemiyorlar, okuyorlar. Hem de %80 oranında. Yasal kitaplar, cinayet romanları, seyahat kitapları okuyorlar. Seyahat kitapları en sevdikleri. Hepimizin hapishaneler hakkında doğru veya yanlış bir takım fikirleri var. Oraya gidip orda çalışma şansını elde etmiş olmaktan memnunluk duyuyoruz.

PW: Özellikle de bunun gibi bir 19. yy. hapishanesinde. Garip bir deneyimdi. Çocuk kitaplarındaki gibi kocaman anahtarlarla açılıyordu kapılar, büyük gürültülerle ardımızdan kapanıyordu. Proje tutuklular tarafından uygulandı. Bu sanıldığı kadar kolay olmadı çünkü tutukluların aslında ekonomik bazda işleri var ve inşaatta çalışmaları üretim sürecini etkileyecekti. Şansımıza tutuklu bir iş adamı bize yardım etti ve projenin muhasebesini yüklendi (gülüyor). Yine de bizim ilgilendiğimiz, projenin ironisindan çok, bazen gerçeküstü hale gelen ilginç durumlar silsilesi.

PS: Biraz binalarınızdaki ışık hakkında konuşmak istiyorum. Websitenizde “ışığın koreografisi”nden bahsediyorsunuz. Biraz ışığın tasarımınlarınızdaki öneminden ve ışıkla nasıl çalıştığınızdan bahseder misiniz?

JBW: İnsan vücudunun ışık ile çok temel, içgüdüsel bir ilişkisi var. Işık demek bizim için hayat demek, sıcaklık demek, yemek demek. İnsan her zaman ışığa doğru gitme eğilimi gösterir. Bu demek oluyor ki ışık çeker, bu anlamda, düzenler.. Bir binada ışık kaynağını yerini şeçerek bu koreografiyi kontrol edebilirsiniz. Biz ışığı çok bilinçli bir şekilde kullanıyoruz. Işığı görmek olsun, ona doğru yönelmek olsun, indirekt ya da filtrelenmiş olsun… Müster’deki kütüphanede tanımlanmış alanlar var mesela ışığın tavanlardan filtrelenerek indiği kalabalık mekanlar, ya da çerçevelenmiş manzaralar veren okuma alanları. Mimar olarak elinizde geniş bir olasılıklar paleti var ve bu koreografiyi bina dahilinde gerçekleştirmek için bu paleti kullanıyorsunuz.

PW: Bu ayrıca kültürel bir mesele. Faklı kültürlerde ışığa olan yaklaşımlar arasında muazzam farklar var. En sevdiğimiz kitaplarda biri Japon bir yazarın, Tanzanaki’nin, kitabı: In Praise of Shadows. Kitap yumuşak ışığın önemini anlatıyor. Sadece o ışık altında atın kaplı Japon çömlekleri gerektiği şekilde parlıyor. Bu şekilde dışarısı masanın üzerindeki o nokta haline geliyor. Japonlar bu sınırları belli olmayan, muğlak mekanda oturmayı seviyorlar. Almanya’ya taşındığımızda çok şaşırmıştım. Almanlar akşam olduğunda Ingilizler’den bir saat daha sonra yakıyorlar ışıklarını. Karanlığın yavaş yavaş arttığı o saatlerde Almanlar oturma odalarında oturup sakince çaylarını yudumluyor, günün kararmasını hissediyorlar. Karanlık, artık birbirlerini hiç göremez hale gelene kadar ışıkları açmıyorlar. Sanırım bunun tam tersi, imar kurallarının da temel aldığı o “süpermarket efekti”. Her yerin güvenlik sebebiyle eşit lükste aydınlatılması. Bizim buna neredeyse alerjimiz var diyebilirm.

PS: Peki eğer bu değerler yönetmeliklerde varsa, aksini gerçekleştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

JBW: İşin aslı, bu kamusal yapılarda geçerli olan bir kural ve aslında mantıklı. Merdivenler mesela aydınlık olmalı. Yaşlı insanlar aşağıya inerken önlerini görebilmeliler. Yasa çalışma mekanlarında da oldukça sıkı. Çalışma masanızın üzerinde örneğin 500 lükslük bir değer olması gerekiyor. Bunu gerçekleştirmek sorundasınız. Ama bunu nasıl yaptığınız önemli. Bu değeri tavana boydan boya neon şeritler koyarak ya da noktaya yönelik sadece aşağı veya sadece yuları yansıyan ışıklar kullanabilirsiniz. Mesela bizim ofisimizde aslında masa üzerinde şart olan değeri sağlamayan, yukarı doğru genel bir aydınlatma var. Buna ek olarak farklı bir atmosfer yaratmak adına –antik bile denebilecek ve hiç de enerjik olmayan– akrobat lambalar var. Çalışanların bu ışıkları farklı farklı kullanma şansları var ve bu iyi birşey. Kendi mekanlarını yaratıyorlar.

PW: Bence ışık aynı zamanda binanın içiyle dışı arasındaki ilişkiyi belirleyen bir eleman. Biz saydamlıkla, cepheyi yok etmekle ilgilenmiyoruz. Cephe bize göre çok önemli bir psikolojik bariyer. Bu bir resim çerçevesine bakmak gibi birşey. Bence biz binalarımızda pencereleri dışardaki birşeyle bir ilişki kuracak şekilde, büyük bir dikkatle yerleştiriyoruz. Luxor Tiyatrosu’ndaki fuaye barlarından birinin bir penceresi örneğin, şehrin panoramik silüetini gösterecek şekilde boyutlandırıldı ve konumlandırıldı. Ama oraya varmadan önce, zemin seviyesindeki pencereler hariç neredeyse hiç pencere olmayan başka mekanlardan geçiyorsunuz. Tam nerede olduğunuzu kestiremediğiniz bir anda bizim görmenizi istediğimiz manzarayla karşılaşıyorsunuz. Bence görüş ve ışık çok enteresan şeyler. Perspektif diyagramı görmeyi neredeyse bir noktadan yayılan ışık gibi algılar. Öyle ki, pencereden dışarda gördüğünüz şey bir resimdir. Öte yandan ışıkla ilgili hatalarımız da var (JBW gülüyor).

JBW: Mimarlıkta çok aktüel bir tema bu: saydamlık, tamamen cam cehpeler. Limandaki projemizde biz de yaptık. Gerçekten. Cephe neredeyse sadece cam. Çünkü manzara çok güzel.

PW: Evet cephe cam ama doğramalar lamine meşe ağacından.

JBW: Evet, oldukça ağır.

PW: Evet çok, güzel, dokunsal bir malzeme. Burada pencerelere bir varlık vermeye çalışıyoruz öyle ki pencereler sadece hava şartlarından korunak için değil, kendi içinde bir obje. Almanya’da çalışmanın en güzel yanlarında biri bu: çok masif pencereler yapıyorlar. Gerçekten ağır şeyler.

PS: Malzeme hakkında biraz daha konuşalım o zaman. Projelerinizde çok spesifik malzeme kullanımlarınız var. Tasarımlarınızda malzemenin önemi ve belirleyiciliği nedir? Kaldewei binasındaki referans oldukça belirgin. Firmanın ürettiği malzeme olan emaye çelik lameller kullandınız. Buna benzer başka örnekler var mı?

JBW: Evet, banyo küvetleri üreten bir firma olan Kaldewei için yaptığımız binada malzeme referansı oldukça yakındı. Esas fikir aslında bu lamellerin firma tarafından emayelenmesiydi, konsept buydu, ama mümkün olmadı. Kaldewei’in üretim süreci o kadar karmaşık ki ürettikleri banyo küvetleri dışında başka formları makinalardan geçirmek mümkün olmadı.

PW: Ayrıca üretim tam otomatik olarak 24 saat boyunca devam ettiği için, böyle birşeyi denemek üretimi alt üst etmek, küvet üretimini durdurmak demek olacaktı.

JBW: Limandaki kendi ofis binamızda kullandığımız anodize alüminyumu seçmemizin sebebi malzemenin aliminyum olması değil rengi idi. Boyadığınız zaman aynı etkiyi alamadığınız, günün zamanına ve havaya göre farklı görünen derin metalik bir etkisi var bu malzemenin. Güneş parladığında oldukça renkli gözükürken, Münster’in için tipik olan kapalı bir günde bahsettiğim derinliği yakalayabiliyorsunuz –sanki ışık içeriden geliyormuş gibi. Seçim sebebi bu etkiydi.

PW: Biz çokça yüzeylerle çalışıyoruz ve sanırım bunun inşaat teknolojisinin gelişme yönüyle çok alakası var. Günümüzde betonarme binaların dışında önce bir ısı izolasyonu, onun çevresinde su izolasyonu katmanı var. Bir yağmurluk gibi. Gördüğünüz sadece bu oluyor. Binanın iç çamaşırlarını görmüyorsunuz. Bu mimarlara büyük bir özgürlüğün yanında inanılmaz sınırlamalar getiriyor. Bahsettiğimiz bu deri, mutlak olarak binayı sarmalı. Hiçbir yerde yarım santimetrelik bile bir açıklık bırakamazsınız. Aksi takdirde oralarda ısı köprüleri oluşur. İşin aslı, binanın içi ve dışı arasında bir devamı, akışı savunan bir mimari bu çeşit enerji bilinci olan teknolojilerde mümkün değil.

PS: Biraz da gelecek projelerinden bahsedelim. Dün akşam Milano’daki Avrupa Kütüphanesi hakkında hiçbir şey söylemediniz örneğin. Biraz ondan ve başka güncel projelerden bahsedebilir miyiz?

JBW: Avrupa kütüphanesi bir yerlerde, çeviriler arasında kayboldu (gülüyor). Şimdiye kadar bitmesi gerekiyordu ama olmadı. Biz planlamamızı bitirdik. Bu demek oluyor ki biz onlara teknik şartnameler de dahil tam bir paket verdik. Uzunca bir süredir bu bilgiler Milano şehri yönetimi tarafından inceleniyor. Umuyoruz önümüzdeki sene bu şartnamelerle proje ihaleye açılacak. Kısacası bizim işimiz aslında tamam. Uygulamaya başlandığında bir çeşit artistik danışman olarak yine işin içine gireceğiz tabi.

PS: Bu proje için Milano’da bir ofisle ortak çalışıyor musunuz?

PW: Bu projenin organizasyonu diğer projelerimizden farklı oldu. Normalde yurt dışında bir proje yaptığımızda, yerel bir mimarlık ofisiyle ortak çalışıyoruz. Fakat Milano’da işveren mimarla yalnız tek sözleşme yapmak istediği için biz genel plancılar olduk ve tesisat, statik vb. projeler için diğer mühendislik ofisleriyle alt sözleşmeler yaptık. Bu pek tabi çok büyük bir sorumluluk ve mali risk. Ama oldu. İtalya’da mimarlara karşı çok büyük güvensizlik var. Perugia’daki müşterilerden de duyduğumuza göre, İtalya’da avan projeler mimarlar tarafından hazırlandıktan sonra onlardan alınıp mühendislik firmalarına veriliyormuş çoğunlukla. Tabi bu –mimarın bir çeşit stilist pozisyonuna düşmesi– mimarlık için çok trajik bir evrim. Bizdeki durum bunun tam tersi oldu. Biz mimarlar olarak sadece kendi işimizin –tasarımın– değil aynı zamanda koordinasyonun da ustası olduğumuzu gösterdik. Sanırım bu herkes için çok faydalı bir idman oldu. Burda, mekanik veya elektrik proje sorumlularının müşteriye gidip mimarların aptal oluğu ve onların dediği gibi yapılması gerektiğini söylemesi yerine biz onlara ne yapmaları gerektiğini biz söyledik. Sonuçtan da oldukça memnunuz. Bu çok büyük bir proje; maliyeti 13 milyon Euro ve biz bunu Münster’den kontrol ediyoruz. Tabi ki, İtalya’daki taşeronlardan çok yardım alıyoruz.

PS: Bu işin işvereni Avrupa Birliği mi peki?

JPW: Hayır. Başkalarının yanında içinde Milano Belediyesi’nin de olduğu bir vakıf. Para belediyeden ve Lombardiya bölgesinden, merkezi hükümetten Roma’dan ve AB’den geliyor.

PW: Bu kütüphane basit yerel bir kütüphane değil. Bir erişim noktası. Felsefesi oldukça ilginç. Tarihi edebi eserlerin dijital taramalarını edinmek. Bazı kütüphanelerde 13. veya 14. yy.’lardan kalma, kimselerin göremediği çok değerli kitaplar var. Bunları tarayıp bizim kütüphaneye verecekler. Bunun karşılığında bizim kütüphane başka kütüphanelerden gelen taramaları onlara eriştirecek. Bir çeşit dijital tarih ağı. Raflarda sadece kopyalar var. Kısaca dijital ile çok fiziksel olan eski kitapların çok ilginç bir karışımı.

PS: Peki bu veriyi tasarımınızda kullandınız mı? Yani bu tasarımda geneksel kütüphaneden farklı birşeyler var mı?

JBW: Bir üniversite kütüphanesinden çok halk kütüphanesine benziyor. Bunlar birbirinden oldukça faklı tipler.

PW: İşveren vakfın başkanı, bir zamanlar Milano Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin başıymış. Hayatını, çok güzel eski kütüphanelerde ortaçağ hukukunu araştırarak geçirmiş. Onun kafasındaki imaj tahta sırlar, yeşil masa lambaları falan idi. Tipik İtalyan stili. İtalyanlar çok muhafazakar giyinirler ve odaların eskisi gibi olamasını isterler. Bunu, böylesine büyük ve modern bir binaya entegre etmek çok ilginç bir tasarım görevi oldu.

JBW: İtibarla ilgili birşey bu. İtibarı kitap raflarıyla birleştirmek. Zor. Bir başka proje, Adidas için tasarladığımız Spor Merkezi projesi. Adidas pek tabi küresel bir firma ama kökleri Almanya’nın güneyinde Herzogenaurach’da çok küçük bir şehir olan Adidasler’de!

PW: Adidas şimdi orada merkez kampüsünü inşa ediyor. Şehir planı için önce bir yarışma yapıldı. Biz kazanamadık. Sonra ikinci aşamada spor merkezi projesiyle ikinci olduk. Bir yıl sonra bize geri döndüler. Birinci proje çok pahalıya mal olacağı için, bizim projeyi yapmak istediklerini söylediler. Adidas Kampüsü çok ilginç bir yer. Sanırım, çalışanların yaş ortalaması otuz iki. Yöneticileri bile otuz ikiymiş gibi gösteriyor. Herkes genç ve zinde. Esnek mesai saatlerinde çalışıyorlar. Ofis saatlerinde insanlar dışarıda tenis oynuyor. Bilim kurgu gibi, çok farklı bir dünya. Bizim yaptığımız bina spor merkezi. Çalışanların spor yapabilecekleri bir yer ayrıca sanırım, Almanya Milli Futbol Takımı da orada antrenman yapacak. Standartlar bu bu bakımdan çok yüksek. Mesela, büyük toplulukları kabul edebilecek bir de konferans salonu var.

JBW: Biraz Avustralya’ya benziyor. Orada birlikte çalıştığımız ofislerde çalışanların sörf bordları zaten deniz kenarında olan ofislerinde duruyor. Arada, yeterince çizim yaptıklarını düşündüklerinde çıkıp bir saat sörf yapıyorlar, sonra wetsuit’leriyle gelip çalışmaya devam ediyorlar. Harika bir şey.

PS: Sidney’de yeni proje var mı?

PW: Birkaç tane var. Fakat ben kendi ülkemi çok eleştiriyorum. Sanırım bir planlama ve idare labirentinde kaybolmuş durumdalar. Şu anda olimpik alanın bir kısmı için bir çalışma yapıyoruz. Geçen hafta müşterimiz, projeyi değerlendirmek üzere temizlikçisinin fikrini almış ve ona dayanarak projeyi değiştirmemizi istedi! Bu durum beni endişlendiriyor. Şu anda İngiltere’de birtakım işlerimiz var. Kensington Chelsea’de büyük bir toplu konut projesini için planlama önerimiz var. Ayrıca New Castle master planı, şehir merkezinin genişletilmesi projelerimiz var. Perugia planımızın uygulama aşamasına geldik. Ayrıca, çok hoşlandığımız daha küçük çaplı projelerimiz var. Mesela Roma Fiumicino Havaalanı’nın yanındaki marina bölgesinde küçük bir liman kontrol binası.

PS: Çok farklı ölçeklerde projeleriniz var. Bu işleri ne yollarla alıyorsunuz? Genelde yarışmalara katılıyorsunuz sanırım.

PW: Bahsettiğim liman kontrol binasını bölgenin master planını yapan ofis verdi. Böyle şeyler de oluyor. Projeler her yerden geliyor. Ama, evet genelde yarışmalara katılıyoruz.

JBW: Bugünlerde katıldığımız yarışmalar genelde davetli yarışmalar. Dolayısıyla, biz nadiren çok geniş kapsamlı evrensel veya ulusal, 500 yarışmacının katıldığı yarışmalara katılıyoruz. Bu tarz yarışmalar önceden 5-10 yarışmacı ile sınırlandırılmış oluyor.

PW: Kazanılan başarılar, bu yarışmalarda önemli oluyor. Son 10 sene içerisinde, 80 adet yarışmaya katıldık. Sanırım bunların 20 tanesini kazandık. Bunların arasından sadece 12’si gerçekleştirildi.

PS: Oldukça yüksek bir oran.

JBW: Bence de.

PW: Yarışma yapmak çok büyük çaba gerektiriyor. Böyle çalışmalarda, ofis olarak bir tünelin içine giriyorsunuz, sadece o yarışmayı düşünüyorsunuz, haftalarca onun için gece-gündüz çalışıyorsunuz. Müşteriler açışından çok avantajlı. Yarışmalar sayesinde normalde asla karşılığını ödeyemeyecekleri hizmeti alıyorlar. Mimarlar çılgınca, hiç pahasına çalışıyorlar.

PS: Türkiye’de mimari tasarım yarışmaları çok yerleşmiş değil. Biz, Arkitera olarak, “Bütün kamu binaları yarışmayla yapılsın” kampanyasını başlattık, bunun için çalışmaları sürdürüyoruz.

PW: Bu gerçekten olması gereken, iyi bir kampanya. Eğer başarıya ulaşırsanız, ülkenin çehresi bir anda değiştiriverir. Ülkenin her yerinde mimarlar için iş imkanı doğar. Ayrıca, şehrin karakteri değişir, profili yükselir.

JBW: Öncelikle küçük binalar için mücadele etmelisiniz. Mesela altyapıya ait binalar. Eğer büyük binalarda, özellikle genç mimarlar hata yapabilirler ve bunun ceremesini işveren vermek durumunda kalacaktır. Tabi ki bu hakkınız ve hatta bu Avrupa Birliği’ne ait bir yasa. Eğer Avrupa’nın bir parçası olmak istiyorsanız bunu zaten yapmak zorundasınız. Almanya’da biz hala küçük projeler için savaşıyoruz. Bu projeler mimarlar için çok önemli çünkü o ölçekte birçok deney yapıp kendinizi geliştirebilirsiniz.

PS: Münster’deki Su Arıtma Tesisi projesi örneğin. Bu yine bir yarışmaydı, değil mi?

PW: Yok hayır, bu daha çok garip olaylar silsilesiydi. Bir PR kişisi, Münster’de ümitsiz bir kara parçası olan yeni endüstri parkına Özgürlük Parkı isminin verilmesi ve açılışının da Dalai Lama tarafından yapılması fikrini atmış ortaya. İnanması zor ama Dalai Lama gerçekten geldi ve parkı açtı. Bizden açılış için bir taş tasarlamamızı istediler. Ödül olarak da su arıtma binasının tasarımını verdiler.

PS: Peki bu küçük bina yerel kamuoyunda bir etki yarattı mı?

PW: Hayır. Münster’deki insanlar bunun bir mimarlık ürünü olduğunun bile farkında değiller.

JBW: Venedik Bienali’ne bile gitti ama kimse farkında değil. Yine de belediye üzerinde bir etkisi oldu sanırım çünkü bu ara genç mimarlara küçük işler vermeye başladılar. Bu arada biz çalışanlarımızı kaybediyoruz. Gençler kendi bürolarını açmaya başladılar. Üzücü bir durum ama sanırım yine de destekleyici olmak lazım.

Burcu Öztaşkın: Sunumlarınızda diğer ofisler gibi cilalanmış üç boyutlu modellemeler kullanmıyorsunuz. Çizimlerinizde olması gereken bir “ambiyans”tan bahsettiniz. Biraz bu şeçiminizle ilgili konuşabilir misiniz?

JBW: Peter çok iyi çiziyor. Modellemeden daha çok eskizler yapıyor. İşverenler, çoğu zaman, güzel bir eskizi üç boyutlu modellere tercih ediyorlar.

PW: Çünkü bir eskiz bitmemiş birşey olarak görünüyor. İşverene, üzerinde konuşma şansı veriyor. Böylece sürece katılabiliyorlar. Bir modelleme ile karşılaştıklarında o kadar mükemmel o kadar bitmiş görünüyor ki, onlara düşen sadece “evet” ya da “hayır” demek oluyor.

JBW: Dün akşam bunun hakkında konuştuk. Ben öğrencilerime de sık sık söylüyorum. Eğer eskiz yapabiliyorsanız ve müşterinizle konuşma veya toplantı sırasında, o anda, çizebiliyorsanız, diğer yarışmacıların önüne geçersiniz. Böylelikle daha dolaysız, daha hızlı, daha dürüst olduğunuzu gösterebilirsiniz. Modellemelerin ilham verici potansiyalleri üzerine biraz daha fazla düşünmemiz lazım.

PW: Artık modeller, fotoğrafın bir kopyası haline geldi. “Bu bina böyle ve burada durduğunuzda böyle görünüyor”u anlatıyor. Bu bilgisayar kullanımın en doğrudan hali. Bilgisayar, çok sofistike bir araç ve onu sadece fotoğraflar üretmek için kullanmak çok ilerici olan bir tavır değil. Sanırım işverenler de artık aynı düzeyde göreseller görmekten sıkılmaya başladılar. Bazen imaj efeklerini kafanızda temizlemeniz gerekiyor. Ancak ondan sonra mimarlığın iyi ya da kötü olduğunu görebiliyorsunuz. Kimi zaman işverene gerçek olmayan sözler vermiş olunuyor.

JBW: Almanya’da katıldığımız bir müze projesi yarışmasında Londra’dan katılan en az iki ofis aynı modelleme ofisini kullanılmışlardı. Mimari anlayış zaten çok benziyordu. Üstelik modelmelerdeki insanlar tıpa tıp aynıydı. Çok utanç vericiydi (gülüyor).

PS: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz. İstanbul’da kalan vaktinizi güzel geçirmeniz dileğiyle…

Etiketler

Bir yanıt yazın