“Farklı mesleklerin ve ihtisasların oluşması meslek pratiğinde kapışmalara yol açıyor”

Bülent Tuna ile söyleşi...

Didem Baran: Yayınladığınız bildiride belirtilenlere ek olarak, iki yıllık dönem için planlarınız, hedefleriniz ve stratejileriniz nelerdir? Ayrıca bu bağlamda geçen döneme ilişkin izlenecek stratejilerde bir değişiklik olacak mı?

Bülend Tuna: Geçen dönemden farklı demeyelim de bu dönem daha yoğun ele almak istediğimiz konular var. Geçtiğimiz dönemde uğraştığımız iki önemli konu vardı. Birincisi Odamızın ellinci yılını kutladık ve (UIA) Dünya Mimarlık Kongresi gerçekleştirildi. Bunlarla çok uğraştık, ciddi enerjimizi aldı. Fakat bununla beraber uğraştığımız başka bir konuda daha vardı, Mimarlık Eğitim Kurultayı. Bu kurultaylarda mimarlığımızın ve eğitimimizin sorunlarını birlikte ele aldık. Odamızla, meslek adamları ve akademisyenler beraberce mesleğimizi ilgilendiren sorunları ele aldık. Bu altı yıllık süreç içerisinde çok önemli gelişmeler kaydettiğimizi söyleyebilirim. Küresel hizmet ticaretinin ülkemizdeki meslek gruplarını etkilemesi, mimarlık eğitimindeki yeterlilikler, bunların hepsi bu kapsamda ele alındı. Bunlar tabi ki kararlarımıza da yansıdı, bunların bir kısmını genel kurulumuzda da değerlendirmiştik geçen dönem. Sürekli Mesleki Gelişim Merkezimizi oluşturmuştuk. Bu dönemki genel kurulumuzda da bazı yönetmelikler, bazı uygulamaları hayata geçirmek üzere karar aldık. Şimdi Oda olarak temel görevimiz mimarlık mesleği ile ilgili yeni eğitim düzenlemeleri yapılırken, bunları anlamaya, değerlendirmeye yönelik çalışmalar yapmak olacak. Çünkü küresel hizmet ticaretinin artması her şeyin başında geliyor. Yurt dışından da yabancı mimarlar geliyor, çalışmaya veya eğitim almaya yutdışına giden mimarlarımız da oluyor. Bu açıdan, dünya mimarlığı ve dünya mimarları ile uyum sorununu çözmek bizim görevimiz haline geliyor.

DB: Peki bu bağlamda odanın etkinliğini yeterli görüyor musunuz?

BT: Oda’nın diğer meslek pratiği içinde olanlardan farklı olarak bunu daha değişik bir biçimde algılama şansı var, bunu kullanmayı düşünüyoruz. Yani imkanlarımızla mümkün olduğunca bunu izlemeye çalışıyoruz. Belirtmek isterim ki süreç son derece karmaşık. Bu karmaşık süreci anlamaya ve anlayacak, yorumlayacak arkadaşlarımızla beraber tartışmaya çalışıyoruz. Oda’nın böyle bir süreç geçirmesi gerekiyordu, bunu geçtiğimiz dönemde yaptı. Yapılanlar yeterli midir? Hayır, değil. Çünkü süreç devam ediyor. Biz de bu süreç içerisinde Türkiye mimarlığının temsilcisi olarak çok uğraşıyoruz. Mesleki yeterliliklerin belirlenmesi ve karşılıklı tanınması için bu dönemde de çok uğraşacağız. Biz ülkemizde mimarlık mesleğinin tanımların net yapabilirsek, bunları dünyaca kabul edilen tanımlarla eşdeğer yapabilirsek; ülkemizdeki mimarlık yapma koşullarını ve bizim meslektaşlarımızın dışarıda mimarlık yapma koşullarını da belirlemiş olacağız. Eğer biz bunları belirleyemezsek, bizim yerimize başkalarının belirlemesine yol açarsak ciddi bir hayal kırıklığı yaratırız.

DB: Peki Mimarlar Odası’nın diğer meslek odalarıyla ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Şehir Plancıları Odası’yla ilişkiler hakkındaki yorumlarınız?

BT: Bu da tabi ayrı bir sorunumuz. Bütün dünyada ihtisaslaşmayla birlikte meslekleşme de başlıyor. Bu rahatsız edici boyutlara gelebiliyor. Farklı mesleklerin ve ihtisasların oluşması meslek pratiğinde kapışmalara yol açıyor.

DB: Aslında birlikte çalışması gereken iki meslek kolu. Özellikle ICOMOS konferansını takip ettiyseniz, bu iki meslek odasının suni çekişmelerden çıkıp, birlikte hareket etmesi gerektiği vurgulandı.

BT: Çok doğru. Biz herşeyi mimarlar yapsın, diğerleri onlara yardım etsin demiyoruz. Bu yanıltıcı bir yorum olur. Her işin gerektirdiği ölçüde, sayıda uzmanlığa gerek vardır. Yapı çok karmaşık bir şey. İç mimarisinden peyzajına, şehir plancısından, işin büyüklüğüne göre çok daha farklı disiplinlerin katkısına ihtiyaç duyuluyor. Bunların sağlanacağı bir meslek düzeni gerekiyor. Ama maalesef Türkiye’de, bizim mesleğimizle ilgili bile belediyeler bizim imzamızı zorunlu tuttuğu için bize gelen bir işverenle karşı karşıyayız. Böyle olunca mesleğin ilgilendiği alanlarda bir iş kapma yarışı oluyor, bu rahatsız edici bir durum. Bu işin bir başka boyutu da eğitimlerimiz esnasında birbirimizden iyice koparılmış olmamız, bu konu da rahatsızlık yaratıyor. Biz istiyoruz ki bir mimar şehir planlamasıyla ilgili temel konularda eğitim alsın. Türkiye’deki mimarlık eğitimi esnasında kent planlamasıyla ilgili konular son derece az geçiyor. Şehir planlama da kendi alanının farkının altını çizmek için fiziki planlamayla ilgili, tasarımla ilgili konuları son derece az veriyor veya hiç vermiyor. Biz mimarlık fakültesi içindeki bölümlerin, yakın disiplinlerin birbirlerinin konularında haberdar olmalarını, bunların farkında olmalarını sağlayan bir eğitim sistemi olmasını istiyoruz. Bu birbirlerinin “işlerini kapmak” adına istenmiyor. Örneğin biz mimarlar olarak beton dersi alıyoruz ama bu statikçilerin yaptığı hesabı yapmak için değil, betonun farkına varmak için gerekli, inşaat mühendisliğinin nasıl bir iş olduğununun, tasarladığımız binanın strüktür sorunlarının farkına varmamız için gerekli. Keza aynı şey planlama için de geçerli. Biz ancak parselde tasarım yapmaya kendimizi yeterli görüyorsak burada yanılırız. Tasarımını yaptığımız ya da yapılaşması üzerine çalıştığımız parselin, bütün içerisindeki yerine ilişkin görüşümüzün olması, bu konuyla ilgili de geniş bir vizyonumuz olması gerekli.

Bu tatsız, talihsiz bir süreçti. Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’nde Odamızın yönetmeliğinin ilgili maddelerinin değiştirilerek kabul edilmesi, istemediğimiz bir tartışma sürecine yol açtı. Odalarımız arasında mahkemelere de yansıyan bir süreç başladı. Ama dilerim sorun giderilecektir, çünkü sonuçta biz aynı sürecin farklı bileşenleriyiz, dolayısıyla bu sorunu halledebileceğimizi düşünüyorum.

DB: Mimarlar Odası’nın vizyon olarak sürekli eleştiren bir yapısı olduğunda, yeterince çözüm getirmediğinden söz ediliyor. Sizce bu doğru bir saptama mı? Neden böyle bir yorum yapılıyor? Bu konu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

BT: Şimdi bunu şöyle açabiliriz. Oda tabi ki sorgulayan bir kurum, toplum ve kamu yararına çalışan bir meslek örgütü. Türkiye’deki mimarlığın temsilcisi. Ama belediyenin elindeki büyük imkânlarla, kadrosuyla, ayırdığı maddi olanaklarla derlediği bir projeyi; Mimarlar Odası kendi gönüllü gücüyle, üniversitelerden veya kendi kadrolarından yaptığı katkılarla eleştirebiliyor. Bu eleştirme onun görevi. Ama eleştirdiği her proje için “siz ne diyorsunuz” dendiğinde farklı bir proje yapmasının beklenmesi haksızlıktır. Şimdi Haydarpaşa’da bir yapılaşma söz konusuysa, oradaki yapılaşmaya karşı, o alanın yapılaşmasının yaratacağı sıkıntıları ele alması Oda’nın görevidir. Haydarpaşa’nın nasıl yapılaşması gerektiğini söylemek ise Oda’nın görevi değildir. Oda oradaki yapılaşmamanın şartlarını söyleyebilir ya da oradaki yapılaşmanın getireceği sorunları açabilir, oradaki imar düzeninin uygulamasını değerlendirebilir. Bu pek çok şey için geçerlidir. Mesela bir sokak düzeninin, bir kentsel düzenleme projesinin, bir yasanın mesleğimize ne getireceğini; odamız, ilgililerle, hayattan aldığı tecrübelerle eleştirir ve onun raporunu yazar. Ama her eleştirdiğimiz rapor için yeni bir proje, her eleştirdiğimiz kanun için biz yeni bir kanun yapamayız. Biz devlet değiliz, biz belediye değiliz. Doğru da değil bu. Çünkü onlar yapacaklar biz irdeleyeceğiz, bizim görevimiz bu. Çözümsüzlük değil aradığımız. Biz belediyelerin olsun, hükümetin olsun zaman zaman yaptığı olumlu şeyleri de destekliyoruz. Belediyeler bu desteklerden memnun oluyorlar, bunları pek dile getirmiyorlar. Ama eleştirilerimizden rahatsız oluyorlar, o eleştirileri haketmediklerini düşünüyorlar. Oysa biz hakettiklerini düşünüyoruz.

DB: Aslında eleştiri olmadan doğruyu bulmak zor olsa gerek?

BT: Zor tabi. Haksız eleştiri de oluyor, eleştirinin bir yönü fazla vurgulanmış da oluyor, olabilir tabi ama sonuçta da o eleştiri o kent parçasının ya da o yasanın daha iyi olması içindir. Sonuçta siz faydalanmaya bakacaksınız, ondan yarar çıkartmaya bakacaksınız. Varsa bir hata onu düzeltmeye çalışacaksınız. Çünkü düşünün ki ben bu şehirde yaşıyorum ve ilgilenen, uğraşan birisiyim. Bir bakıyorum karşımda bir inşaat başlamış, bir kavşak inşaatı ya da herkesi ilgilendirecek bir düzenleme başlamış. Bunu daha önce görmeniz mümkün değil. Görseniz, eleştirseniz kime ne zararı olabilir? Bedavasından bir hizmet veriyorsunuz belediyeye. Belediye oturmuş kendi imkânları ile, kendi uzmanları ile bir proje yapmış. Ama onların görmediği ve bizlerin görebileceği, kullanıcıların görebileceği bir eksik yanı olabilir. Bunu söyleyeceksiniz, bu sizin vatandaşlık göreviniz. Söylemezseniz, gözünüzü kapatırsanız kimse size birşey demez, alkışlar ama siz görevinizi yapmamış olursunuz.

DB: Belki de biraraya gelinebilen platformların azlığı sebebi ile tartışma ortamı bulunamıyor. Bunun bir örneğini de “Haydarpaşa Manhattan Oluyor” Projesi’nde yaşadık. O proje de Mimarlar Odası’nın veya herhangi bir uzman kadronun görüşünden faydalanmak şöyle dursun, çalışmalar neredeyse gizli saklı yürüdü. Bu noktada İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendi bünyesinde oluşturduğu metropoliten planlama bürosunun etkinliğini nasıl değerlendirirsiniz? Çok akademik bir topluluk olmasına rağmen, deyim yerindeyse tepeden inme projelere engel olamıyor, sizce neden?

BT: Oradaki hocalarımızın yetkinliğine hiç bir itirazımız yok, hep beraber çalıştığımız hocalar. Ama sizin de ifade ettiğiniz gibi burada bir çelişki var. Yakın bir zaman önce de o büroda çalışan hocalarımızdan bazıları, bürodan ayrıldıklarını açıkladılar. Haluk Bey gerçekten İstanbul planlamasıyla ilgili çok önemli isimlerden birisi. Şimdi onun haberi olmadan belediye diyor ki: “7 tünel yapacağım, karayolu projesi yapacağım, tüp geçit yapacağım”. Bütün bunlar olurken, siz bir yanda oyalanıyorsunuz. Bu tabii hoş bir ilişki değil. Eskiden İstanbul’da ulaşımla ilgili 17 tane büro vardı, bunlar birbiriyle alakasız, kopuk işler yapıyor, ne kadar kötü deniyordu. Şimdi birleştirme çabaları olsa bile, hükümet, uluslararası ilişkiler içerisinde bir firma ile anlaşabiliyor ve 3. köprüyü yapacağım diye tutturabiliyor. Size de o partinin üyesi bir belediye başkanı olarak bunu nasıl plana uydurabilirim diye bir çaba içine girmek kalıyor. İstanbul için bu köprünün yeri nedir? Ne değildir? Olmalı mıdır? Olmamalı mıdır? diye irdelemek yerine, nasıl plana uydurabilirim, insanları nasıl ikna edebilirim, diye bir uğraş veriliyor. Bir yandan Marmaray üzerine çalışmalar yapılırken, bir yandan da karayolu tüp geçişi ile ilgili karar yüksek planlama kurulunda onaylanıyor. Bu nasıl bir iştir? Paranız varsa inşaatlar yapılıyor. Neyse ki bazı şeyleri kendileri de görüyorlar. Çok iddialı duyurulan bir sürü projenin yapılmadığını görüyoruz, seviniyoruz. Eleştirilerden dolayı mı yapılamıyor, yoksa başka nedenlerden ötürü yapılamayacağını görüyorlar onu tam kestiremiyorum.

İstanbul’un 1/100.000 çevre planının açıklandığını biliyoruz. Ama kaç senedir üst plandan, kentin anayasasından yoksun bir şekilde planlama yapılıyordu. Nasıl yapılıyordu? Bir arsa; bu belediyeye ait olabilir, kamuya ait olabilir ya da bir şahsa ait olabilir. Bu arsa üzerine plan yapmak isteyen, ya da o arsa üzerine yapılaşma yapmak isteyenlerle o arsa sahibi arasındaki pazarlıklar sonucunda planlar oluşturuluyor. “Ben buraya şunu yapmak istiyorum” diyor TOKİ. “Şunu yaparım, şu kadar yaparım”. “Buyur yap” deniyor. Veya belediye olarak “buraya kule yapmak istiyorum”, deniyor. Planda bu ne getirir, ulaşımda ne gibi sorunlara yol açar irdelenmeden oradaki bir pazarlık sonucu gündeme geliyor. Yasaya uyuyor, uymuyor tartışması yapılıyor sadece ve çoğu kez de uymuyorsa yasa değiştiriliyor. Hiçbir zaman bu kadar kötüsü olmamıştı. Çünkü İstanbul, gayrimenkul yatırımcıları için ciddi bir ilgi odağı oldu. Üst bir plan gibi herkesin uyacağı bir plan olmadığı için de istediklerini yapabilecekleri bir ortam buldular. Projeler uluslararası emlakçılık fuarlarına götürüldü, beğendirildi ve oradan yatırım gelsin de nasıl gelirse gelsin anlayışı içerisine girildi. Bunlar son derece sıkıntılı durumlar. Örneğin Dubai Towers arsası, Cevahir gibi belediyeye ait bir arsa ve kent içinde özellikle yeşil alan sıkıntısı olan bir bölgede. Bütün kentte var ama o bölgede daha yoğun bir sıkıntı var. Peki belediyenin kentte yeşil alan sıkıntısı varken, sıfır arazi kamulaştırmasıyla burayı yeşil alan yapması ona çok ciddi bir kamuoyu desteği de sağlayacakken, hepimiz alkışlayacakken, böyle bir girişimi gidip % 20 arsa payıyla uluslararası bir şirkete – ben Arap semayesi diye söylemiyorum, çünkü o uluslararası bir sermaye – planda yeri yok, nasıl olacağı belli olmayan bir projeye veriliyor.

Bütün bunlara karşı, Oda’nın da duyarlı olması gerekiyor. Oda burada tek kuruluş mu? Hayır değil, olmamalıdır da. Mimarlar Odası, İstanbul’da bir sürü kent suçuna karşı dava açtı, açılan birçok davanın ön saflarında yer aldı. Fakat sevinerek görüyoruz ki pek çok mahalle derneği, pek çok sivil toplum kuruluşu ve duyarlı vatandaşlar bu konularda da uğraşmaya başladı. Biz oda olarak tek başımıza bunları yapacak durumda değiliz. Çünkü bizim başka başka sorumluluklarımız var, başkalarının yapması mümkün olmayan sorumluluklarımız. Meslek sorunlarımız, mesleğimizin gelişmesi, önündeki sorunları aşması gibi. Ama yaşadığımız kentin sorunlarına da duyarsız kalamıyoruz. Bu konudaki hukuk birikimimizi, teknik birikimimizi bu davalara sunuyoruz ama yalnız kalmak da istemiyoruz. Arnavutköy Derneği, Haydarpaşa Dayanışması, Park Otel’in yıkılmasını sağlayan Ayaspaşa Derneği gibi örnekleri hep hatırlamak gerekiyor. Bunlar, içinde duyarlı vatandaşların olduğu çok önemli sivil toplum kuruluşları.

DB: Geniş bir konu başlığı ama özellikle belediye projeleri açılmışken sormak istiyorum, şu an gündemde olan Kartal ve Küçükçekmece Dönüşüm Projeleri’ni nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadir Topbaş’ın açıklamalarının da mimarlar arasında rahatsızlık yarattığı biliniyor. Sizce bu bilinçli bir yaklaşım mıydı? Yani tartışma aksının projelerin üzerinden kayarak mimarların milliyeti konusuna gelmesi?

BT: Kadir Bey’in talihsiz demeciyle olay başka bir noktaya geldi. Olay, Türk mimarlar bunu yapar yapamaz tartışmasına geldi, bu işin rengini değiştirdi ve hoş olmayan bir tartışma doğurdu. Biz bu konuda Kadir Topbaş’ı eleştiriyoruz. Türk mimarlara bunu demeye kimsenin hakkı yok. Biliyoruz ki mimarlarımız çok başarılı işlere imza atıyor, uluslararası yarışmalarda ödül alıyor. Bir de mesleğimizin başka bir yönü var, başka mesleklerde fazla rastlanılmayan bir özellik. Çok genç bir meslektaşımız, çok tecrübeli bir meslektaşımızla birlikte bir yarışmaya katılıyor ve birinci gelebiliyor. Bu durum onun basamakları hızla, adeta asansörle çıkmasına yardım edebiliyor. Bunun çok örneğini gördük. Türkiye’de de gördük, dünyada da gördük. Bu proje uygulanma aşamasına gelindiğinde başka bir tecrübe gerekebilir ama mimari yaratıcılık ve onu yapabilme tecrübesi ayrı birşey. Bu gençlere de, yaşlılara da, hangi ülkeden olduğuna bakılmaksızın herkese sağlanmalıydı. Bu sağlanmamıştır. Bu üzücü birşey. İkincisi böyle bir alan yapılaşmaya açılacaksa yarışma yoluyla açılmalıydı.

Biz belediyenin kendi yapılarını da yarışmaya açmasını istiyoruz. İstanbul’da belediye zaman zaman belediye ilanlarında, şu binayı yaptım, Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun en büyük spor kompleksini yaptım diye belirtiyor. Biz ısrarla soruyoruz bunun mimarı kim diye. Tabelasında mimarı yok. Kendi yayınlarında, broşürlerinde mimarı yok.

DB: Peki tip projeler mi?

BT: Hayır, tip projeler değil. Tamamen kendi bünyesinde bile değil, zaman zaman bürolara verilmiş olabiliyor. Ama düşünün ki kime verilirse verilsin o projenin bir mimarı vardır ve o proje mimarı ile anılmayı hakeder. İkincisi belki kamu ihale düzeninde, mevzuatta belki yeri vardır ama biz istiyoruz ki Türkiye’de bu yerleşsin. Devlet, hükümet, belediyeler kendi yapılarının projelerini yarışma yoluyla elde etsinler ve meslektaşlarımız arasında bir fırsat eşitliği olsun. Ama bu yapılamıyor, yapılmadığı gibi bu başka başka tartışmalarla beraber geliyor.

Siz bir alanda diyelim ki bir kültür merkezi yapmak istiyorsunuz. Belediyede yeri ayrılmış bir alanda, oranın eni boyu bellidir, yapılaşma koşulları bellidir. Şu kadar kat olabilir, şu kadar bin metrekarelik bir alan olacaktır vs. vs. Ülkede uygulanmakta olan imar düzeni o yarışmacılar için de geçerlidir. Şimdi siz öyle bir yarışma açıyorsunuz ve “ne yaparsanız yapın” diyorsunuz. Böyle birşey olamaz. Kartal’da 550 hektarlık bir alanı, Küçükçekmece’de de kumsal, sit alanı bir yeri yarışmaya açıyorsunuz. Şimdi daha önce Küçükçekmece’deki alanla ilgili olarak uluslararası yarışma açma isteği gelmişti. Biz de Oda olarak burasının bir sit alanı olduğunu, burada yapılaşmanın olamayacağını söylemiştik. Böyle bir yarışmanın açılmamasını, başka türlü olmasını önermiştik. Şimdi öğreniyoruz ki, birinci gelen projede denizin içerisine 70 katlı olduğu söylenen bir gökdelen öneriliyor. İstediğiniz kadar revize edeceğinizi söyleyin, nasıl bir mesaj veriyosunuz yatırımcıya? Siz eğer bu projeyi benimser de gelirseniz ben sizin için bütün imar kurallarını değiştirebilirim, size kolaylıklar sağlayabilirim, kıyı kenar çizgisi, 100 metre şartlarını falan hepsini değiştiririm. Hatta denizin içerisine bile yapabilirsiniz. Böyle bir mesaj veriyorsunuz, böyle birşey olamaz. Bu projenin mevcut hukukun ötesinde de tartışılmasını engelleyen birşey. Siz bir yarışma açsaydınız “Bakın Küçükçekmece bölgesinde bir yarışma açıyorum, yabancılar da girecek, diğer yarışmalardan farklı olarak istediğinizi yapabilirsiniz” diye, Türkiyede’ki mimarlara diyebilir miydiniz? Böyle bir şey mümkün değil. Bence esas sorun budur.

Ve bütün bunların ötesinde buradaki Kartal ve Küçükçekmece’de çekim alanları yaratma düşüncesi, böyle birşey olabilir, bunun plan içerisindeki yeri, mevcut düzenlemeleri yapılmadan, siz Kartal’da çekim alanı yaratacağım diyorsunuz. Yapılıp yapılmayacağı da belli değil ama birden bire bölgedeki rant hareketleri artmaya başlıyor. Herşeyden azade olarak ben projelerin iyi veya kötü, güzel veya çirkin olduğunu tartışabilir miyim? Bu da ayrı bir meslek içi tartışma olarak gündeme gelebiliyor. Bu bizim için sıkıntılı konulardan birisi.

Kent için bir projenin ciddi anlamda tartışılması gerekiyor. Gizli saklı değil ama yapılaşma koşullarının tartışılması gerekirdi. Kent içerisindeki yerinin tartışılması gerekirdi, projenin elde ediliş yönteminin tartışılması gerekirdi, sonuçta buna para ayırıyorsunuz.

Yabancı mimar konusuna gelince hiçbirimizin öyle bir fobisi yok, İstiklal Caddesi’nde gezerseniz elliden fazla yabancı mimarın eserini görürsünüz. Her birimiz mimarlık tarihi derslerinde yabancı mimarları okuduk. Türk mimarlar iyi yapar, yabancı mimarlar kötü yapar, ya da tersini söylemek mümkün değil. Türkiye’de çalışan bir sürü yabancı mimar rant ve imar suçuna ortak olmuştur. Koç Üniversitesi’ni yapan bir imar suçuna ortak olmuştur. Türk mimarlar da aynı şekilde. Önemli olan Türk mü, Yabancı mı değil, mesleğinin gereğini yapıp yapmadığıdır. Keşke hukukuyla ülkemize gelse ünlü bir meslektaşımız, yapsa, biz de gitsek hep beraber gezsek, ne güzel yapıyor desek, ondan keyif alsak. Hiç bundan gocunmayız, hiç kimsenin de gocunacağını zannetmiyorum. Ama sizin sitenizde de söylenen bir sorun var: Yabancı mimarlar bir proje çizdiği zaman, bir eskiz yaptığı zaman ya da buradaki gibi bir bilgisayar tekniği ile geliştirilmiş bir sunum yaptığı zaman, örneğin kabul de edildiğinde, bunun nasıl yapmaları gerektiğine dair hukuku da aşmaları gerekiyor. Orada da ciddi bir sorun var. Ben bu projeyi yapıp getirdikten sonra, size gelip imzalayın demem bizim için aşağılayıcı bir durumdur. Bu projeler eğer yapılırsa bu meslektaşlarımızın projesi olarak anılacaktır, ki yapılacağını zannetmiyorum, sonuçta bir başka mimarımız tarafından imzalanmak zorunda kalacaktır. Türkiye’de böyle bir meslek düzeni var. Projesini kapıp gelenin mimarlık, mühendislik yapması doğru değildir.

DB: Mimar olan bir belediye başkanı sizi hayal kırıklığına mı uğrattı bu durumda?

BT: Zaman zaman böyle şeyler olabilir. Kadir Bey’le ortak çalışmalarımız da oldu. UIA İstanbul 2005 Mimarlık Kongresi’nde bize çok destek verdi. Ama o da bir partinin üyesidir. O partinin beklentileri, o partiye oy verenlerin beklentileri vardır. Ve böyle bir baskı altında kalmaktadırlar diye düşünüyoruz.

DB: Baskı altında mı böyle davrandığını düşünüyorsunuz?

BT: Hayır, kendi açısından da bunu isteyerek yaptığını düşünüyorum, tek başına olmadığını söylemek istiyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi, hükümetin İstanbul’daki karar üretme mekanizmalarına çok da danışmadan, tepeden inme kararlarla, İstanbul planlamasına yön vermeye çalıştığını biliyoruz. Çünkü başbakanımız da eski belediye başkanıdır, İstanbul’la ilgili yapamadıkları vardır. Çok ürkütücü bir sorun da belki, İstanbul’un çok parasının olmasıdır. Bu da bizim için sevindirici değil üzücü bir durum gibi geliyor. Bazı sevimsiz fantazilerin gerçekleşme tehlikesi vardır. Belediye bütçeleri epeydir kuvvetli, ayrıca İstanbul’un taşı toprağı hâlâ altın. Türkiye ekonomisi arazi rantı üzerine kuruludur. Bu çok ciddi bir tespittir, önemli bir getirisi vardır arazi rantının ve bu kimse için vazgeçilmez değildir. İstanbul’da imara açtığınız her alan size önemli bir gelir olarak döner, bu da belediyenin gelirini arttırıyor. Belediyenin elinde nerdeyse hesapsız yatırımlara yol açacak kadar gelir olduğunu düşünüyoruz.

DB: O halde Kartal ve Küçükçekmece Projeleri’nin gerçekleşmesini bekleyebilir miyiz?

BT: Onlar için belediyenin kaynakları değil belediyenin seferber etmek istediği bir imar hareketi söz konusu. Çünkü orada mülkiyet belediyeye ait değil, çok parçalı olduğu için sanıyorum kamulaştırma yolu ile değil başka yollarla yapmayı düşünüyorlar. Oranın cazibesinin arttırılarak mal sahiplerinin teşvik edilmesi gibi şeyler söz konusu. Ama yine de orada yerleşmiş bir çok insan var, onların yer değiştirmesi gerekebilir. O bir harekettir, belediyenin herhangi bir yapı yapar gibi yapacağı birşey değil. Ama özellikle Küçükçekmece için korkum, önce o gökdelenin yapılması ve diğerlerinin onun çevresi gibi düzenlenmesidir. Böyle bir tehlike her zaman mevcuttur. Yani birşey daha hatırlatayım. Bunu da belediye başkanları şaşırtıcı olarak görmüşlerdir. Uluslararası emlak fuarlarında birtakım müteahitler, yerli ve yabancı destekleri ile beraber, inanılmaz projeler sunmaktadırlar. Örneğin Dubai’deki Palmiye Adaları gibi, ay yıldızdan oluşan bir dolgu adası önermektedirler. Şimdi bunun imar koşullarına falan hiç uymayacağı kesin ama, şuna cesaret etmektedirler ya da cüret etmektedirler diyeyim, “Bunu siz benimserseniz, buna siz para yatırmayı kabul ederseniz, ben herşeyi hallederim” mesajını vermektedirler. Bu uluslararası yatırımcılar için bir çağrıdır. Gerek Büyükdere hattındaki gökdelenlerin, gerekse başka başka alanlardaki büyük yapıların iştah kabartmasının nedeni budur. Türkiye’de herhangi bir ülkedekinden çok daha fazla ilgiye mazhar oluyorlar ve her türlü kolaylık kendilerine gösteriliyor.

Mimarlar Odası köklü bir kuruluş, 52 sene olmuş kurulalı. 52 senedir taş taş üstüne bir sürü şey yapılmış. Sayfalar dolusu çalışmalar yapılmış. Her gelenin kolayca yeni birşey yapıvermesi mümkün olmayabilir. Burası boş bir arsa değil, yapı var, çalışmalar var. Önce gelenin bunu anlaması gerekir. Niye bu karar böyle alınmış? Çok mu saçma? Ya da eskiden alınmış da değiştirilmesi unutulmuş bir karar mı? Bunun hissedilmesi lazım sonra değiştirilmesi lazım. Çok zor değildir emin olun. Yeter ki istensin, yeter ki çalışılsın. Biraz kamu adına, toplum adına çalışma duygusunun gelişmiş olması gerekiyor. Yoksa odanın bu tür katkılara, bu tür çalışmalara açık olduğunu bilmeniz gerekiyor.

DB: Son yapılan seçimlerde katılım oranın düşük olduğundan söz ediliyor, siz bunu neye bağlıyorsunuz?

BT: Oda çalışmalarına zaman zaman katılım az olabiliyor, İstanbul özellikle böyle bir görünüm çiziyor. Türkiye mimarlarının % 42’si İstanbul’da. Bunlardan seçimlere çok büyük bir katılım olmuyor. Ama çalışmaların değişik boyutlarında gelip katkı yapıyorlar. Ya da bazıları hiç gelmiyor, seçimlerle ilgilenmiyorlar, başka şeylerle de ilgilenmiyorlar. Ama ben 10.000 kişinin birden gelip de seçime katkı yapacağı bir ortamı düşünmüyorum. Daha aktif katılım özlenir tabii ki. Meslektaşlarımızın farklı kesimlerden gelip de isteklerini dile getirmeleri istenir, ama sadece seçimlere değil. Seçimler iki yılda bir, bu biraz temsili demokrasi ile katılımcı demokrasi arasındaki fark gibidir. Yani siz birisini seçersiniz, sonra ondan çalışmasını beklersiniz. Halbuki ötekisinde süreç içerisine siz de katılırsınız. Şimdi bu süreç bitti, daha iki yıl var önümüzde, bir ay bile olmadı. Şimdi, siz gençler olarak, bize gelip, çalışma programınızda şunları eksik gördük, internette yayınlamışsanız, şu konularda çalışmak istiyorum derse bu önemli bir katkıdır ve biz birlikte herşeyi yapabiliriz. Bu konuda da pek çok örnek var, yapılmayacak birşey yok ama toplumda bu tip çalışmalara gönüllü olma sıkıntısı var. Meslektaşlarımızın zor şartlar altında çalıştığı da bir gerçek. Geçim dertleriyle uğraşmaları, onlara bu tip alanlar için zaman ayırma imkânı tanımıyor.

Bir de zaman zaman Oda’nın bazı kararları meslektaşlarımızın canını sıkabiliyor. Onlarla ilgili bir takım zorunluluklar getiriliyor. Biz nasıl ki sokaktan herhangi birinin kartvizit basmasını, tabela asıp ben mimarlık yapıyorum demesini engelliyorsak, bundan sonra da birtakım zorluklar, mesleğin düzeni açısından bazı düzenlemeler getireceğiz. Bunlar “rahatsızlık” yaratabilir. Getirilmek istenen düzenlemelerin niye yapıldığının iyi anlatılması gerekiyor. Bu da bizim görevimiz diye düşünüyorum. Belki bazı okullarda, diğer başka ortamlarda niye böyle bir düzen içine girme ihtiyacı hissediyoruz konusunu iyi anlatmamız lazım.

DB: Yeni düzenlemelerle, serbest dolaşım hakkının elde edilmesiyle, yani mezun mimarlık öğrencilerinin diplomalarında artık “Mimar” unvanı yerine “Mimarlık lisans derecesi” yer alıyor. Bunu doğuracağı sıkıntılar neler olacaktır sizce?

BT: Mimarlık eğitimi veren birçok eğitim kurumunda, farklı farklı yaklaşımlar, eğitim düzenlemeleri var. Avrupa Birliği Ülkeleri’nde bile bu böyle. Hem yöntem olarak hem de süre olarak farklı. Fakat sonuçta her birisi kendi eğitiminin iyi olduğunu söyleyebiliyor. Farklılıklar olsun ama aynı zamanda eşdeğer de olsun isteniyor ve bunun için de birtakım kurallar getiriliyor ve eşdeğerlilik aranıyor. Biraz önce de değindiğim gibi, mesleki yeterliliklerin belirlenmesi gerekiyor. Bir mimarın standartları nelerdir? Bir mimardan ne beklenir? Ne olması gerekir ki, ona mimar denebilsin? Dolayısı ile burada bazı kriterler belirleniyor. Bu; şu kadar yıllık bir eğitimle ve eğitimden sonra belirli koşullar sağlanacak diye bir çizgi koyuyorlar. Siz bu düzenlemeyi yapmadığınız zaman sizin ülkenizdeki düzenleme orada geçerli olmuyor ama onların düzenlemeleri burada geçerli oluyor. Bu çok acı bir durum. Eşitsizlik oluyor. Siz şunu diyemezsiniz: Ben ülkemde çok iyi mimarlar yetiştiriyorum, nesi var benim mimarlarımın? Onlara niye zorluk çıkartıyorsunuz? Onlar devam etsinler, biz yurtdışından gelenlere engel olalım. Böyle bir duvar yapmamız mümkün değil. Küresel hizmet ticaretinin bu kadar yaygınlaştığı ortamda böyle birşey diyemezsiniz. Neyle karşılaşıyoruz? Genç meslektaşlarımız okulu bitiriyorlar, yükseğini yapmaya yurtdışına gittiklerinde bir bakıyorlar, bunlar henüz mimar değilmiş meğer, eğitimlerinin eksik olduğu kendilerine söyleniyor. Ve bunlar gerçekten çok büyük bir üzüntüyle geri dönüyorlar. Ya da orada ikinci sınıftan, üçüncü sınıftan başlamak durumunda kalıyorlar. Aldıkları dersleri gösterip tamamlamak zorunda kalıyorlar. Niye böyle birşeyle karşı karşıya kalalım? Bunun aşılması gerekiyor ve bu anlamda da mimarlık eğitiminde aynılık değil ama bir eşdeğerlilik söz konusu olmalı. Mimarlık Eğitim Kurultayı’nda bunlar da uzun uzadıya konuşuldu. Ve bir mutabakata vardığımızı düşünüyorum. Avrupa Birliği’nin de, Dünya’nın da kabul ettiği, bir mimarın sahip olması gereken nitelikler, Uluslararası Mimarlar Birliği’nin de kabul ettiği 11 ilkenin sağlanabilmesi için en az 300 kredilik bir eğitim döneminin geçmesi gerekiyor, bu da en az beş yıla tekabül ediyor. Bu beş yılı bitirdikten sonra farklı farklı düzenlerle, eğitiminizi arttırmanız mümkün. Akademik çalışma yapacaksanız daha farklı bir kulvara ya da başka bir alana geçebiliyorsunuz. Bu eğitimin niteliği ve niceliği ile ilgili birşey. Ama eğitimden sonra bir meslek pratiği süresi de var. Ülkemizde en çok tartışılan konulardan birisi de bu.

Biz bir karar aldık, üniversitede okuyan öğrencilerin mezun olduklarında diplomalarında mimar yazmasa bile, Oda’ya geldiklerinde onları mimar olarak kabul ediyoruz. Ama bundan sonraki düzenlemelerde, hem eğitimle ilgili olarak artacak sürelerden, hem de yeni düzenlemelerden etkileneceklerini söylüyoruz. Bu şu anlama gelir. Eğer bir süre meslek pratiği yapmaları zorunlu tutuluyorsa ona tabi olacaklardır. Bunun düzenlemesi büyük ölçüde oda tarafından yapılacaktır. Bir mesleğe kabul kuruluşu olacak. Bu kabul kurulunda; onların hangi şartlarda, nasıl bir meslek pratiği içerisinde olmaları ve yetkinleşmeleri gerektiği belirlenecek ve dosyaları incelenecektir. Bu sürecin sonunda sınav yapılması birçok ülkede söz konusu. Biz böyle bir sınav yapılmasını doğru bulmuyoruz, tartışmalı görüyoruz. Kabul edilmiş belli bir eğitim sürecini tamamlamış olması, belli bir meslek pratiğini yapmış olması durumunda “Mimar” unvanını almalarını uygun buluyoruz. Bu bugün için söz konusu değil ama çalışıyoruz, böyle bir sistem üzerinde ilerliyoruz. Bu da ömür boyu ona bir yetki vermiyor. Siz odaya geçtikten sonra, bugün bile projeye imza atabilmeniz için her sene büro tescilinizi yenilemeniz gerekiyor. Bunun için bazı yükümlülükleriniz var: Şirketinizin devam etmesi, aidat borcunuzun olmaması gibi. Bunu ikinci bir şeyle daha tamamlıyoruz: ömür boyu eğitim. Siz bu eğitiminizi tamamladınız, değişik sürelerden geçtiniz, mimar oldunuz, Oda’ya kayıt yaptırdınız ama bu yetkinizi ömür boyu kesintisiz olarak kullanmayacaksınız, sürekli olarak yenileyeceksiniz, yenileyebilmek için; Oda’nın, üniversitenin açtığı kurslardan, mesleğinizdeki gelişmeleri takip edebilmenize dair bir şey sunmanız gerekiyor. Bunun için Oda, üyelerin sicillerinde yeni bir bölüm açtı: mesleki gelişim bölümü. O bölümde alınan eğitimlerin kaydı tutuluyor. İstiyoruz ki bir meslektaşımız yılda toplam olarak bir haftasını kendi mesleğindeki değişikleri takip etmeye, eksikliklerini gidermeye ayırsın. Bunu nasıl ayırırsa ayırsın. Siz hangi konuda eksiklik görüyorsanız, o konuda eğitiminizi görün. Diyelim kültür konusunda eksik hissediyorsanız, o konuda konferanslara, eğitimlere katılın. Ya da statik, strüktür veya proje yönetimi konusunda eksiklik hissediyorsunuz o konuda eğitimlere katılın. Yeter ki biz onlarla anlaşmış olalım. Ya Oda’nın ya da üniversitenin seçenekleri içerisinde bunları bulun, bize belgeleyin, ya da yurtdışına çıktıysanız ordan belgeleyin. Bazı konularda zorunlu eğitimler koymak istiyoruz. Örneğin yangın yönetmeliği. Bir proje yapıyorsanız, bir projenin sorumluluğunu alıyorsanız, yangın yönetmeliğini bilmeniz gerekir. Bunların okulda verilmediğini düşünüyoruz. Bunları hocalarımızla birlikte geliştiriyoruz, üniversiteye rakip, ona muadil olacak bir eğitim yapmıyoruz. Şöyle düşünün, bu hayat boyunca ya da meslek pratiği içerisinde öğrenilmesi gereken bir konudur. Yangın yönetmeliği, ya da eski eser proje dosyaları kurula nasıl verilir? İmar kanunlarındaki değişiklikler gibi. 2006 şartlarında, İstanbul’da proje yapmak isteyen bir mimarımız, ne dersi alırsa alsın, ama şu üç dersi de alsın. Bunları istiyoruz. Bu bütün Türkiye’de olacak tabii ki. Bir de; proje yapan ve imzalayan bir mimar olarak sizden bu yetkinleşmeyi istiyorsak, sizin projenizin gittiği ve kontrol edildiği belediyelerden ve kamu kuruluşlarından da aynı yetkinliği istiyoruz. Çünkü projeniz orada bu tür eğitimler almamış, hatta zaman zaman mimar bile olmayan teknikerlerin önüne gidebiliyor. Bu da acı oluyor. Belediyede, kamuda çalışan mimarların aynı ölçüde yetkinleşmesi gerekiyor. Bu bir yasa ile sağlanabilir diye düşünüyoruz. Bu konuda çalışmalar var. Bu yasa sağlanırsa, kamu kesimindeki meslektaşlarımızın da bu tip kurslarla ilgili sicillerinin odaca tutulması gerekiyor. Uluslararası alanda da bunun karşılıkları var. Sürekli meslek içi eğitim, bütün dünyada mimarlık örgütleri tarafından çok sıkı takip edilmeye başlandı. Şimdiye kadar gönüllü olarak yapılıyordu, biz de yapıyorduk. Bizim bilgisayar kurslarımız var, senelerce, binlerce kişiye bilgisayar öğretildi. Çünkü eskiden mimarlık okullarında bilgisayar öğretilmezdi, hatta yasaktı. Şimdi başka konularda yetkinleşme kursları veriliyor ama bizim düzenlediklerimiz gönüllüydü. Şimdi ise başka bir zorunluluk geliyor. Bir zorunluluk geliyorsa, gönüllülükten, zorunluluğa bir geçiş varsa, bu zorunluluğu getiren ülke bir farkının olmasını istiyor. “Benim mimarım mesleki yetkinleşmesini sağlıyor ben bunun için zorunluluklar getiriyorum, sen kendi ülkende sağlamıyorsan senin mimarın bende çalışamaz” deniyor. Sadece bir Türk mimarın; Almanya’da ya da Fransa’da çalışması gibi bir durumdan bahsetmiyorum. Direk olarak Türkiye’de açılacak, uluslararası ihalelerde proje hizmetlerinde eşitsizlik doğacak. Böyle bir tehlike vardır. Türk mimarlar bu tip bir yetkinleşme konusunda geri kalırlarsa, biz bu aşamayı atlatamazsak, Türkiye’deki mimarlar, yabancıların aldığı ihaleler içerisinde ücretli olarak çalışmak durumunda kalacaklardır. Çok acı bir tablodur. Birçok ülkede böyle olmuştur. Siz bir projenin ihalesine talip oluyorsanız; siz kendi büronuzu, kendi büronuzdaki elamanların eğitimini sunmak zorundasınız. Bunlarda bir eksiklik varsa o işi yapamayacaksınız. Bu çok ciddi bir sorundur. Avrupa Birliği ülkeleri arasında da bu tartışılıyor. Uluslararası referansı olacak bir meslek içi eğitim konusunu gündeme getiriyorlar. Biz bu kadar sıkı takip edilmesini biraz sıkıntılı görüyoruz. Ciddi olarak zarar görürüz diye ama gecikmeye de hiç tahammülümüz yok. Basit birşey söyleyeyim, Almanya’da yıkım ihalelerinde asbest kursuna gitmiş olmanız gerekiyor. Asbestli bir binanın yıkılmasında nelere dikkat edilmesi gerektiğinin kursunu veriyorlar. Bu kursu ya alacaksınız ya da alan bir mimarı bünyenizde çalıştıracaksınız. Türkiye’de binlerce bina yıkılıyor, hiçbirisinde böyle bir kurs aranmadığı gibi, kimsenin bundan haberi de yok.

Mesleğimizle ilgili bir uzmanlık sorunu da yok, makina mühendisliğinde veya inşaat mühendisliğinde belli meslek içi eğitimlere dayalı uzmanlıklar veriliyor. Doğalgaz tesisatı uzmanlığı, otomobillere LPG takma ile ilgili, ya da inşaatta, liman inşaatı ile ilgili uzmanlıklar gibi. Biz öyle uzmanlıklar vermiyoruz. Biraz önce de değindiğim gibi, mimar olarak, o anda uğraştığınız alanla ilgili siz kültür açısından ne tür eksiklikler hissediyorsanız, o eksikliği giderebilecek seçenek size sunulmalı. Bizim beklediğimiz şey bu. Tabii, Oda eğitim kurumu değil ama eğitime yardımcı olmak istiyor, eğitimi organize ediyor. Yapı sektörüyle de beraber düşünüyoruz. Böyle birlikler var. Hazır Beton Birliği olsun, İzolasyon Birliği olsun bunlarla da temaslarımız var. Bu kuruluşların eğitiminin de karşılıklı olarak, bizim tarafımızdan tanınması söz konusudur. Yoksa bir meslektaşımız gelip de, ben şurada eğitim aldım derse, o eğitim gerçekten tanınmış mı, tanınmamış mı bilmemiz gerekir. Sanırım bu düzenlemeyi bu dönem içerisinde geliştireceğiz, çünkü fazla da gecikmememiz gerekiyor.

DB: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

BT: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın